Tutku Her Zaman Kazanır
Cennet Konağı’nda işlenen karanlık günahlara çok az insan tanık olabilir. Ancak sürgüne gönderilmiş İngiliz aristokratların bedensel tutkularını özgürce tatmin etmek için bir araya geldikleri bu gizli topluluğun içerisinde, baş tahrikçileri olan gizemli Vikont Rohan’ın doymak bilmez iştahıyla aşık atabileceklerin sayısı daha da azdır.
Fiziksel haz arayışı, Rohan’ın hem en sevdiği eğlencesi hem de içinden yükselen en ısrarcı arzusudur, ta ki aklı kolay kolay çelinmeyen bir kadının büyüsüne kapılana kadar. Saf ve yoksul düşmüş bir kadın olan Elinor Harriman’ı karanlık arzusuyla dehşete düşürse de, Elinor da zamanla kalbinin hızla atmaya başladığını hisseder… ve tutkunun arkasındaki adama doğru gizliden gizliye çekilir.
“Anne Stuart’ı geçmek imkânsız.”
-Elizabeth Lowell
***
Çok hoşgörülü olan sevgili orta yaşlı editörüm ve çok sert olan parlak yazar temsilcim için…
Başlangıç
Paris, 1768
Avukata yaptığı ziyaret iyi geçmemişti. Elinor Harriman eve tam kız kardeşi Lydia mal sahibiyle görüşmeyi bitirdiği sırada geldi ve yaşlı sülüğün kendisini görmemesi için gözden kayboldu. Mösyö Picot’nun ne ona ne de annesine tahammülü vardı, fakat küçük kız kardeşi için durum farklıydı. Lydia’nın tek yapması gereken, duru mavi gözlerinin yaşlarla dolmasına ve Cupid’in yayına benzeyen dudaklarının titremesine izin vermekti; bunun üzerine M. Picot mahvolmuş, özürler ve güvencelerle dolup taşmıştı. Kapı arkasından sıkıca kapatılana kadar da kendisiyle oynandığını fark etmemişti. Kapı kapınır kapanmaz Elinor gizlice merdivenlerden yukarı çıktı. M. Picot aşka gelmediği, bu sayede Lydia’nın namusunu korumak zorunda kalmadığı için minnettardı.
M. Picot hiç aşka gelmezdi zaten. Mal sahiplerinden, kasap ve manavlardan hiçbirisi Lydia’nın narin güzelliğinden faydalanmazdı. Lydia öylesine mükemmel bir masumiyet yayardı ki, buna hiç kimse cesaret edemezdi. Hatta şehrin bu pek de uygun olmayan bölgesinde bile, hiç kimse ona hakaret etmeyi aklından bile geçirmezdi.
“Sana söylemiştim,” dedi Lydia, Meryem Ana tebessümünden oldukça uzak hınzır bir sırıtışla. “Bu her zaman işe yarıyor.”
Elinor en yakın koltuğa çöküverdi ve koltuğun başıboş bir yayı kalçasını dürtünce bir inilti kopardı. Son zorunlu taşınmaları sırasında en perişan mobilyaları dışında hepsinden vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Paris’in en tatsız mahallelerinden birinin kenarında yer alan küçük salonda üç koltuk ve aynı anda hem yazı masası, hem yemek masası, hem de tuvalet masası olarak görev yapan yetersiz bir masa vardı ve koltuklar hemen hemen hiç işe yaramıyordu. Yatak odaları da o ölçüde kötüydü. Birinci odada annelerinin horlayan bedenini taşıyan, çöküp çukurlaşmış bir yatak, diğerinde ise sert zemin üzerinde paylaşılan tek bir şilte vardı sadece. Dadı Maude’un veya arabacı Jacobs’ın arka tarafta mutfak ve hizmetkâr bölümü olarak kullanılan yerde nasıl uyuduklarını düşünmeyi reddetti.
Ve araba sahibi olmak şöyle dursun, yıllardır bir atları bile olmadığı halde bir arabacılarının olması ne kadar da saçmaydı. Paris’teki ilk günlerinden bu yana, anneleri âşık olduğundan ve iki kız kardeş yeni maceralarına kapıldıklarından beri böyleydi. Fakat Jacobs çoğu erkek gibi Leydi Caroline’ın büyüsüne kapılarak İngiltere’den onlarla birlikte gelmişti ve hiçbir şey, hatta kendisine hiç ücret ödenmemesi bile onu Paris’i terk etmeye ikna edememişti.
Sevgili ve para çabucak ortadan kaybolmuş, onun yerini neredeyse aynı derecede varlıklı başka birisi almıştı. Son on yıl içerisinde Leydi Caroline Harriman durumunu o hale getirmişti ki, Elinor düşünmeye bile dayanamıyordu. Ama en azından şimdi annesi sorun çıkaramayacak, bir şişe kalitesiz içki, yeni bir şans oyunu, kızlarını asla dahil etmediği önemli ihtiyaçlarını karşılayacak başka bir erkek aramaya çıkamayacak kadar hastaydı.
“Peki ne kadar zamanımız var?” diye sordu Elinor, örgüsüne uzanırken. Berbat bir örgücüydü –elişi yeteneği felaketti, ama çoraplarıyla yelekleri kaçmış ilmeklerle, söküklerle dolu olsa da, işe yarar bir şeyler yapabileceğine inanıyordu. Örgü örmeyi Dadı Maude’dan öğrenmişti, fakat her zamanki gibi pek de becerikli çıkmamıştı.
Lydia içini çekti. “Bir hafta sonra geri gelecek ve bu sefer onu atlatabileceğimi sanmıyorum.” Tatlı Lydia her bakımdan mükemmeldi, güzeldi, sevimliydi, akıllıydı ve elişi yeteneği de kusursuzdu. Annelerinin bir zamanlar aldırmış olduğu üstünkörü dersler sayesinde mükemmel dans edebiliyor, güzel resim yapabiliyor, bir kuş gibi şakıyarak şarkı söyleyebiliyor ve yaşlı uşakları Jacobs’tan, kitap kiraladıkları kütüphanede tanıştığı genç ve zengin Vikont Miraboux’ya kadar karşılaştığı her erkek, onun gönüllü kölesi haline geliyordu. Vikont’un ailesi olup bitenlerin kokusunu alıp da Vikont’u uzun bir Avrupa seyahatine gönderinceye kadar, Elinor, kısa bir süreliğine de olsa sorunlarının çözüleceğini umut etmişti.
Ona para teklif etmişlerdi; Elinor üşüyen ellerini ovuştururken, bu kendini beğenmiş kişileri elinin tersiyle iterek geri çevirdiği için belki de aptallık ettiğini düşündü. Sanki bir Harriman bugüne kadar hiç rüşvet almaya tenezzül etmiş gibi. Fakat o anda, M. Picot başını alıp gitmişken, birdenbire, eğer Lydia ve küçük ailesine emniyet sağlayacaksa hemen hemen her şeyi yapabileceğini düşündü. Hatta pervasız anneleri için bile.
Leydi Caroline son zamanlarda sorun çıkaramayacak kadar hastalanmıştı. Doktor veya ilaç için paraları yoktu ve annelerinin vücudunu sarıp, hiçbir zaman net olmayan zihnini bulanıklaştıran ateş de bir bakıma nimetti. Hasta olduğu için, en azından şimdilik elden ayaktan kesilerek yatağa mahkûm olmuştu ve onları daha fazla borca sokamazdı.
“Hadi bana avukattan bahset, Nell,” dedi Lydia, ona sadece kendisinin kullandığı takma isimle seslenerek. “Babamız bize annemin son günlerini kolaylaştıracak büyük bir servet bırakmış mı? Veya en azından ufak bir miktar?”
“Büyük bir servet fazla iyimser olabilir, ama bir şeyler bırakmış,” dedi Elinor suratsız bir şekilde. “Unvanını ve malikânelerini Bay Marcus Harriman diye birine bırakmış, bize ise kuşkusuz daha az bir miktar kalmış. Eğer elinden gelseydi muhtemelen hiçbir şey bırakmazdı.” Az ya da çok, kalan tüm mirasın resmi olarak kendisine ait olduğu gerçeğinden özenle kaçınmıştı Elinor. Lydia’nın babasının kim olduğu konusu bulanıktı, fakat Elinor’un babasıyla alakası olmadığı kesindi ve bunu herkes biliyordu. İngiliz yasaları evlilik içinde doğmuş bir çocuğun kocanın yasal evladı olduğunu belirttiği halde, Elinor’un babası çocuğuna veya eski karısına herhangi bir destek sağlamayı reddetmekte sonsuz derecede yaratıcı olmuştu.
Lydia içini çekti. “Eğer biraz cilve yaparsam belki de M. Picot’yu bir hafta daha atlatmak mümkün olabilir. Eğer başımızın üzerinde bir çatı olmasını sağlayacaksa, bir öpücük ruhuma pek gölge düşürmeyecektir.”
“Hayır!” Elinor bir ilmek daha kaçırınca hayal kırıklığı içinde örgüsünü bir yana fırlattı ve kız kardeşine baktı. “Avukat, babamızın bize bir şeyler bıraktığını kesin olarak söyledi, gerçi anladığım kadarıyla kalan mirası almak için İngiltere’ye gitmem gerektiği gibi saçma bir şart koşulmuş. Keşke babamın ölümünü daha önce öğrenseydik –aylar önce harekete geçebilirdik. Sanırım ölüm haberi eski evimize gitmiş ve biz ödenmemiş faturalarımızla gecenin ortasında oradan ayrıldığımız için de, ortaya çıkabilecek herhangi bir yazışmayı iletmeleri mümkün olmamış. Çok acınası bir miktar olmayacağından eminim. Babam kızlarının açlıktan ölmesine izin vermeyecektir.”
Lydia’nın kısa tebessümü buruktu. “Olayları benim için tatlılaştırmaya çalışma. O daima, evlenme talihsizliğinde bulunduğu fahişenin doğurduklarıyla alakalı olmak istemediğini söyler dururdu. Ölüm döşeğinde fikrini neden değiştirmiş olsun?”
“Eh, babam hâlâ kızgındı. Annem tarafından terk edilmesinin üzerinden sadece birkaç yıl geçmişti ve Londra’nın alay konusu olmuştu. Eninde sonunda onun kanından olduğumuzu ve bize karşı bazı sorumlulukları olduğunu hatırlayacaktı.”
“Sanırım aslında onun çocukları olmadığımızı iddia ediyordu, öyle değil mi?”
Elinor babasını zar zor hatırlıyordu. Uzun boylu, atlarından ve kadınlardan başka bir şeyle pek ilgilenmeyen, tuhaf bir şekilde sevimsiz bir adamdı. Karısını benzer ilgileri olduğu için suçlaması Elinor’a her zaman açıkça haksız gelmiş, fakat adaletin gerçekle pek alakası olmadığını zamanla öğrenmişti. “Elbette onun çocuklarıyız,” dedi. En azından Lydia asla ailesi hakkında şüpheye kapılmamıştı. “Ben çoğu erkek kadar uzun boyluyum ve tıpkı onunki gibi berbat bir burnum var.”
“Çok hoş bir burnun var, Nell,” dedi Lydia tatlılıkla. “Sana bir karakter sağlıyor, halbuki ben küçük, sevimli bir hiçim.”
“Öyle zamanlar oluyor ki, küçük sevimli bir hiç olmak için çok şey verebilirim,” dedi Elinor asık suratla.
“Hayır, vermezsin. Doğruyu söylemek gerekirse, senin kendinden başka birisi olmak isteyeceğini sanmıyorum,” dedi Lydia.
Elinor zoraki bir kahkaha attı. “Belki de haklısın. Ben daima acınası bir şekilde bildiğinden şaşmayan birisiyim. Tam olarak kendim gibi olmak isterdim, sadece inanılmaz derecede zengin olmak istiyorum. Oldukça makul bir istek, öyle değil mi? Ne yazık ki bir servet elde etmenin tek yolu birisiyle evlenmek ve Burun bunu engelliyor.”
“Çok iyi bir adam, senin zarif burnunun ve her şeyinin kıymetini bilecektir,” dedi ciddi bir şekilde Lydia. “Ve ben de son derecede zengin birisiyle evlenmeye kesin olarak niyetliyim, dolayısıyla bunun için endişelenmene gerek yok. Aşk evliliği yapmakta özgür olacaksın.”
Elinor inanmaz bir tavırla, bir hanımefendiye yakışmayacak şekilde homurdandı. “Çok hoş bir düşünce, tatlım. Fakat biz Paris’in kenar mahallelerinin kenarında yaşarken bu çok zengin adamla nasıl karşılaşacaksın? Bir sonraki taşınma bizi onların tam ortasına götürecek. Sonunda bu da olacak ve ben sağ kurtulacağımızdan pek emin değilim.”
“Benim inancım var,” demekle yetindi Lydia. “İhtiyacımız olduğunda cevabı gelecektir.” Bütün iyi özelliklerine ek olarak Lydia dindar bir Hıristiyandı, halbuki Elinor inancını yıllar önce, Sör Christopher Spatts’le tanıştığı zaman yitirmişti ve şimdi kiliseye giderken Lydia’ya sadece formalite icabı eşlik ediyordu.
“Bence cevabın çoktan vadesi doldu,” diye yakındı. “Eğer elini çabuk tutarsan çok memnun olurum.”
Bu sırada Elinor dairenin arka tarafından gelen patırtıyı duydu ve Jacobs, şapkası elinde, yıpranmış yaşlı yüzü de endişeden kırışmış vaziyette içeri girdi. Dadı Maude hemen arkasındaydı.
“O gitti, hanımefendi,” diye belirtti yaşlı adam.
Kimden bahsettiğinden hiç kuşku yoktu. “Ne demek gitti?” dedi Elinor, yerinden fırlayarak. “Öldü mü?”
“Hayır, Bayan Elinor,“ dedi Dadı, sesi endişeden boğuklaşmıştı. “Anneniz yemek için ayırdığım son parayı bulmayı başardı ve süslü elbiselerini giyerek gitti.”
“Aman Tanrım. Bunu nasıl becerdi? Onun pek hareket edemediğini sanıyordum,” dedi Elinor, donuk bir şekilde. “Onu bulabiliriz, değil mi? Çok fazla uzaklaşmış olamaz.”
“Kendisini neredeyse yakalıyordum, hanımefendi,” dedi Jacobs perişan bir şekilde; büyük, kuvvetli elleriyle şapkasını buruşturup duruyordu. “Yoldan aşağı doğru koşarken onu tanıdığımı düşündüm, fakat ben yakalayamadan bir faytona binip gitti.”
“Fayton mu? Onun annem olduğundan emin misin? Hâlâ faytonlu bir tanıdığı olduğunu bilmiyordum.”
“Oydu,” dedi Jacobs ciddiyetle. “Ayrıca faytonu da tanıdım. Sokak lambalarının ışığında bile armasını görmeyi başardım.”
“Tanrım, hayır,” diye inledi Elinor. “Bizi yine hangi yeni felakete sürüklüyor? Kiminmiş?”
“St. Philippe.”
“Lanet olsun,” dedi Eleanor. “Bana öyle bakma Dadı Maude. Beni iyi bir kız olarak yetiştirdiğini biliyorum, ama lanetlenmeyi hak eden bir durum varsa, şu anki durumumuzdan daha iyisini düşünemiyorum. Sen St. Philippe’in arkadaşının kim olduğunu biliyorsun, değil mi Jacobs?”
“Ben bilmiyorum,” diye lafa karıştı Lydia, mavi gözleri merakla parıldıyordu.
“Senin bilmen gerekmiyor,” diye terslendi Elinor.
“Bu o şeytan, değil mi?” dedi Dadı ciddi bir sesle. “Gidip, çılgın partilerin ve şölenlerin yapıldığı şeytanın gizli barınağında inzivaya çekildi demek, ayırdığımız azıcık parayı da kaybedecek ve muhtemelen sonunda o karanlık kişiye kurban edilecek.”
“Kurban ettiklerini sanmıyorum, Dadı,” dedi Elinor en münasip sesiyle, küt küt atan kalbini göz ardı etmeye çalışarak.
“Ediyorlar,” dedi Dadı; başını öylesine şiddetle sallamıştı ki, dantel başlığı gümüş rengi saçlarından aşağı kaymıştı. “Kadınlar oraya giriyorlar ve onları bir daha gören olmuyor. Bakireleri öldürüp kanlarını içiyorlar.”
“Eh, eğer bakireleri öldürüyorlarsa, o zaman sanırım annem emniyette,” dedi Elinor ağır ağır, kız kardeşinin yüzündeki dehşet ifadesini yok etmeye kararlı bir şekilde. “Ayrıca herhangi birisinin onu gözden kaybedecek kadar abayı yaktığını da sanmıyorum. Parayı kumarda kaybedecek ve sonra da hasta ve çaresiz bir şekilde sürünerek eve gelecek.”
“Anlamıyorsunuz, hanımefendi,” dedi Dadı. “Bu kalan tek paramızdı. Ayrıca elmas broşu da götürmüş.”
Elinor’un tüm vücudunda soğuk bir ürperti dolaştı. Sahip oldukları son değerli eşya buydu, çok az kıymeti olan küçük, kusurlu elmaslarıyla kalitesiz bir parçaydı, fakat Elinor onu, kasten kendisine zarar veren annesiyle alakalı olmayan acil bir durum için saklamıştı. Omuzlarını dikleştirdi. “O zaman sadece peşinden gitmem gerekiyor.”
Dadının protesto iniltisini duymazdan geldi. Jacobs hiçbir şey söylememişti –başka çare olmadığını biliyordu. Lydia ayağa kalktı. “Ben de seninle geliyorum, Nell.”
“Kesinlikle gelmiyorsun. Eğer o suç batağına giriyorsam, emniyette olacağımı biliyorum. Senin üzerine aç kurt sürüsü gibi üşüşeceklerdir.”
“Benim karşı konulmazlığımı abarttığını düşünüyorum,” dedi Lydia gülümseyerek.
“Ben de senin hafife aldığını düşünüyorum. Dadı orada bakirelerin kanını içtiklerini söyledi, hatırladın mı?” dedi, kardeşinin korkularını yatıştıracak kadar hafif bir ciddiyetsizlikle.
Ne yazık ki Lydia onun aklından geçeni görebiliyordu. “Sen de bakiresin canım, tabii eğer benden bir şey saklamıyorsan. Senin de kanını içeceklerdir.”
Elinor’un kılı bile kıpırdamamıştı. “Hiç kimsenin kanını içmeyecekler. Onlar skandal ve gizlilikten besleniyorlar, fakat pek de davrandıkları kadar tehlikeli olmadıklarından şüpheleniyorum,” dedi sakin, olağan bir sesle.
“Bebekleri öldürüyorlar,” diye katkıda bulundu Dadı yardımsever bir şekilde.
“Sus,” dedi Elinor. “Ben bebek falan değilim. Jacobs beni Kont Giverney’nin malikânesine götürecek ve annemi çekip çıkaracağız, gece yarısından önce dönmüş oluruz.”
“Özür dilerim, hanımefendi, fakat onlar şehir dışına doğru yol alıyorlardı,” dedi Jacobs. “Kontun şatosuna gittiklerini düşünüyorum.”
Elinor sükûnetini korudu. “Peki orası ne kadar uzakta?”
“Çok uzak değil, hanımefendi. Eğer acele edersek şehirden bir saatlik mesafede.”
“Öyleyse şafakta dönmüş oluruz,” dedi Elinor. “Sağ salim. Ve bu sefer gözümüzün önünde olmadığı zamanlarda annemi yatağa bağlayacağız.”
“Peki oraya nasıl gitmeyi tasarlıyorsun?” dedi Lydia. “Son duyduğumda, ne faytonumuz, ne atlarımız, ne de bunları kiralayacak paramız vardı. Oraya yürüyerek mi gitmeyi düşünüyorsun?”
Elinor Jacobs’la imalı bir şekilde bakıştı, sonra yaşlı adam tek bir söz daha söylemeden odadan çıktı. “Jacobs bunu halleder,” dedi Elinor yumuşak bir şekilde. “Bu süre zarfında annemin odasını temizletip hazırlatmak konusunda sana güveniyorum. Muhtemelen hezeyan zamanlarından kalma bağları kullanmak zorunda kalacağız. Ne kadar cin içtiğine ve tehlikeli başka bir şey yiyip yemediğine bağlı.”
“Oraya yalnız gitmeni istemiyorum.”
“Ben de onunla gideceğim,” dedi Dadı, Tanrı yaşlı kalbini korusun. Romatizmadan öylesine topallıyordu ki, güçlükle yürüyebiliyordu, fakat bebekleri için askerler gibi savaşacaktı.
“Hayır, Dadı” dedi Elinor nazikçe. “Lydia’yla ilgilenmen için sana ihtiyacım var.” Bir an için Dadı’yla göz göze geldi ve aralarında anlayışla dolu bir hava esti. Eğer garip bir ihtimalle Elinor geri gelmezse, Lydia’nın birisine ihtiyacı olacaktı ve Dadı tek seçenekleriydi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKalpsiz
- Sayfa Sayısı408
- YazarAnne Stuart
- ÇevirmenNil Bosna
- ISBN9789944825672
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Salyangoz/Bir Casusun Günlüğü ~ Mustafa Halife
Salyangoz/Bir Casusun Günlüğü
Mustafa Halife
Suriyeli yazar Mustafa Halife’nin bu romanı, Hristiyan bir Arap vatandaşının hikayesini anlatıyor. Eğitim için gittiği Fransa’dan altı yıl sonra ülkesine döndüğünde; havaalanında, Müslüman Kardeşler...
- Yarım Kalp ~ Andy Merrifield
Yarım Kalp
Andy Merrifield
Yaşadığımız hayatı ne kadar seviyoruz? Yunan Tuhaf Dalgası’nın edebiyattaki temsilcilerinden Dimitris Sotakis’in imzasını taşıyan Yarım Kalp; gerçekte kim olduğunu itiraf etmeye en ufak cesareti olmayan...
- Gül Limanı Oteli ~ Debbie Macomber
Gül Limanı Oteli
Debbie Macomber
New York Times Bestseller yazarı Debbie Macomber’dan yürekleri ısıtacak yeni bir seri: Jo Marie Rose, Sedir Koyu’na yeni bir başlangıç yapmak ve biraz olsun...