“Melo Abla, aslen Çanakkaleli, Frig-Aiol melezi idi. Melezliğinden ötürü Melo namıyla anılırdı. Kalemle çizilmiş ince güzel bir yüzü, göreni sakinleştiren bir gülümseyişi vardı. Gözleri simsiyah, kara zeytinler gibi parıltılıydı. Parıltıyı gördüğünüzde Melo’nun içinde başka biri daha olduğu hissine kapılırdınız. Siz o hisse kapılmış gider iken, içeriden çıkan olmazdı.”
Boş gezenin boş kalfası A. Hermesi Bey, nam-ı diğer Çarşılı Deli Abbas, bir öğle vakti Teşvikiye Camii avlusunda, ayağında uzun, “cayır cayır” kırmızı eteği, platin sarısı harap saçlarıyla bankta oturan kıralıçasıyla karşılaşır ve hikâyemiz başlar. Kalfa’nın, “üfür üfür ipe diz” tekniği ile anlattığı bu serbest eser, Filiboğlu İskender Bey’in maceraları ve his dünyası üzerinedir ve dallanıp budaklanarak, Çanakkaleli Melahat’a kadar uzanacaktır.
İlhami Algör’ün, hikâye kahramanı/anlatıcısı bu kez de tarihin sayfalarında geziniyor, tabii ki yine bir kadının, kıralıçanın bakışları nezaretinde.
*
A. Hermesi Bey, nam-ı diğer Çarşılı Deli Abbas, bir öğle vakti Teşvikiye Camii avlusuna girer. Mevsim bahardır. Gökyüzünde rüzgârla seyreden bulutlar vardır. Doğuştan Karagözlüklüler aşireti, bir üyelerini imamın kayığına bindirmiş uğurlamaktadırlar. Kayığın burnunda allı güllü bir yemeni ışıldamaktadır. Yemenili sanduka, dalgalı erkek omuzlarda yeşil bir kamyonet kasasına akar.
A. Hermesi Bey, birkaç adım yürür, vaktiyle buralarda tüfenk atıp su testisi vurmuş bir padişahın adına dikili nişantaşı önünde durur. Cebinden boş bir kâğıt parçası çıkarır. Okur sandukaya hitaben:
Gelirsen benim evime ey sevgilim bir lamba getir bana.
Ve küçücük bir pencere.
Seyredeyim oradan kalabalığını mutlu sokağın.
Başka da bir şey demez. Gider, avlunun bir köşesinde, ağaç altı bir banka oturur. Kuşlar “Hoş geldin Abbas,” derler. Kuyruğu dik bir kedi, teşhirle kuyruk altını gezdirmektedir.
Ceplerini karıştırır A. Hermesi Bey. Su böreği kasa fişi, günleri yaprak yaprak geçen duvar takviminden bir yaprak:
“Tam ay tutulması, Hz. Fatih donanmasının İstanbul önlerine gelişi.”
Yaprağın arka yüzünde günün yemek listesi, o gün doğan çocuklara verilecek adlar, Hz. Muhammed (sas) devrinden bir anekdot vardır:
“…Hz. İkrime Bin Ebu Cehil, müslüman oldu. ‘Ya Resûlullah! Ben bu kadar fenalık yapmışken yine de beni affettiniz.
Bundan sonra Ehl-i İslâm’a yaptığım düşmanlığın iki mislini kâfirlere yapayım,’ dedi.”
Gölgelenir avlu. A. Hermesi Bey gökyüzüne bakar. Geniş kalçalı bir bulut, güneşi perdelemektedir. “Ana tanrıçanın kalçaları,” der kendi kendine, “anaların anasından manidar bir işaret.”
Neden olmasındır? Bir zamanlar, izzet ikram ile kabul görmüş bu kalçalar, şimdi dış kapının mandalı mı olmuştur? Mağrur gagalı kartallarıyla sağa sola zart zurt eden Romalılar bile, can havliyle koşup Büyükana’ya gelmemişler midir? Bilmem kaç sıra kürekli kadırgalardan dökülen devlet ricali, Bergama-Ballıhisar yollarına düşüp Büyükana’nın karataşı önünde secde ile, “Medet ya Magna Mater; gel de beni, ailemi ve mülkümü Annibal ifritinin şerrinden koru” diye yalvar yakar olmamışlar mıdır? O karataşın, o siyahi hacerin, kurban kanı ile kararmış, tapınanların da reddedenlerin de öpüşleriyle çukurlaşmış bir eşi hâlâ orada, kabe-i muazzamada yerli yerinde durmakta değil midir? Hz. Ömer (ra) Hacer-ül Esved taşına yönelerek:
“Ey taş! Biliyorum ki siyah bir taşsın. Ne faydan var ne de zararın. Eğer Resulûllah (sas)’ın seni öptüğünü görmesem vallahi seni öpmezdim” dememiş midir?
Neyse ki mevsim bahardır. Rüzgâr vardır. Çok sürmez, gökteki manidar işaret ve A. Hermesi Bey’in, beşerin nisyan ile malüllüğüne dair tefekkürü, “Unutmanın ve hatırlamanın insanoğluna faydası nedir? Ya da nedir, mesele nedir?” sorularını bırakarak dağılır. O esnada, yani zihnen birtakım sorular ile meşgul iken, uzaktaki bir bankta, oturduğu yerden kırmızılık yayan kadını görür:
Kısa kollu, krem rengi bir bluz, ayak bileklerine inen, dökümlü hafif kumaştan cayır cayır kırmızı bir etek, platin sarısı harap saçlar, altında orcinal Türkçe renkler. Balık etini aşmış gitmiş geniş kalçalı bir ‘abla’, elinde duvar aynası, cami avlusunda ruj tazelemektedir! Bu boy bir ayna ile bu kıvamda bir kırmızıya bürünmek!? Acaba gerçek nedir, hakikat ne? Biri nerede başlar, öbürü nerede biter? Şimdi kalkıp yanına gitse, “Hanımefendi,” dese…
– Hanımefendi, gayr-i iradi oluşan bir his nedeniyle yanınıza gelmek istedim ve bu isteğe karşı koyamadım. Fakat ne bir sualim ne de söyleyecek bir sözüm var. İyi günler dilerim. Hoşça kalınız.
– Oh! Ne beis!? Lütfen oturunuz. İster konuşunuz ister susunuz.
– O halde izninizle kendimi takdim edeyim. Bendeniz, boş gezenin baş kalfası, A. Hermesi kulunuz kıralıçam.
– Memnun oldum kalfa efendi. Şuradaki size benzeyen bey kimdir?
– İkizim kıralıçam.
– Neden yanımıza gelmiyor?
– Ruhen bizimle kıralıçam.
– Kucağındaki şey nedir?
– Bir hikaya kıralıçam. Filiboğlu İskender Bey’in Hind ormanında yaşadığı maceralar ve his dünyası üzerine.
– Güzel mi?
– “Üfür üfür ipe diz” tekniği ile yazılmış serbest bir eser kıralıçam.
– Reca etsem kalfa. O güzel sesinizle.
– Sıkılırsınız kıralıçam.
– Birkaç sayfa canım.
– Günah benden gitti kıralıçam.
– İçimi kıydınız kalfa.
Rivayete göre kıralıçam, Filiboğlu İskender Bey’in kalben bağlı olduğu Öküzkafa adında meşhur bir atı vardı. Bey, tepesinde balıkçıl kuşu telekleri salınan Korint işi miğferi, göğüs zırhı, dizlikleri, tozlukları ve yer cücesi bodik boyu ile çıkıp atın sırtına oturduğunda adeta devleşirdi. At da bu hadiseden payını alır, bazen bulutlar arasından sıyrılıp inen bir ışık ikisini de aydınlatır, yeryüzüne inmiş birer yıldız gibi parlatırdı. O parıltıyla birlikte, kaşar ruhlu paralı askerler ve Makedon erleri, kılları tiken tiken, büyülenmiş bir halde, Bey’in iki dudağı arasından çıkacak sözü beklerlerdi. Borular ve subay komutları durulup sessizlik ortalığı kapladığında Bey, gerili bir yayı bırakır gibi dudaklarını aralardı:
“Erkekler, gidiyoruz.”
Erkektiler. Giderlerdi.
– Ah kalfa efendi!
– Kıralıçam?
– Devam edin lütfen.
Makedon elinden kalkıp “orayı da alalım burayı da alalım” diyerek Hindeli’ne varan Bey, aradığı her ne ise bulamadı. Derin bir yeise gömülüp “Heyhat,” dedi görmek isteyip de göremediği okyanusa bakarak, “meğer ki mutluluk varılan yerde değil yolda imiş.” Mahmuzladı atını, “Deh,” dedi, “haydi Öküzkafa! Kozmopoliz aşkına.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKalfa ile Kıralıça
- Sayfa Sayısı122
- Yazarİlhami Algör
- ISBN9789750511608
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gençliğim Eyvah ~ Tarık Buğra
Gençliğim Eyvah
Tarık Buğra
Türkiye’deki anarşinin otopsisidir. Romanda, yalnız boşa giden gençliklerin hikâyesini değil, içine düşürüldüğümüz kaosun çarpıcı grafiğini de bulacaksınız. Yıllardan beri Türkiye’de bütün görevleri, ödevleri...
- Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı ~ Oya Baydar
Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı
Oya Baydar
Acıları dindiren, yaraları sağaltan, anıları unutuşun afyonuyla uyutan zaman… Elma kurdu elmayı nasıl içten içe kemirirse zamanı da kemiren kurtlar var. Zamanın unutulmaya mahkûm...
- Nur Baba ~ Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Nur Baba
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Vaktiyle toplumumuzdaki en önemli kültür müesseselerinden biri olan Bektaşi tekkelerinin İmparatorluğun son zamanlarındaki bozuluşu. Dionysos törenlerinin benzeri “zevk ve sefahat sanatının, buse ve aşk...