“Aynı dili konuşuyorduk; kelimeler yakın anlamlar taşıyordu birbirimize; ama ne olduğunu bilemediğim bir engel, bir engebe, aşamadığımız bir yabancılık seziyordum, cümlelerin birbirine bağlanmasını zorlaştıran bir pütür… Aksan ya da vurgu farkı değil, daha derin, kelimelerin, cümlelerin ruhuyla ilgili bir farktı galiba. Onun misafir dedikleri benim bildiğim misafirlerden miydi mesela, emin olamıyordum. Ayıp dediği bildiğim, sakladığım ayıplardan başkaydı mutlaka. Dar odalarda, cılız ışıkta, kalın, tozlu sözlüklerde bodur kalmış kelimeler onun ağzından masal diyarlarının geniş, bitimsiz ufuklarını kuşanarak çıkıyordu.”
Behçet Çelik, bireysel ve toplumsal hayatlarımızda takılıp kaldığımız yerleri, hesaplaşıp ötesine geçemediğimiz anları hatırlatıyor. Üzerleri örtülmüş, izleri saklanmış geçmiş kıyımların kuşaklar sonra ne gibi engellere dönüşerek bizi nasıl tökezlettiğine dair hikâyeler anlatırken uzağımızda zannettiğimiz, “evlerden ırak” olmasını istediğimiz acılardan gözlerimizi yumarak kurtulamayacağımızı fısıldıyor. Kaldığımız Yer, dışarıdan hiçbir şey olmamış gibi görünürken içeride neler koptuğunu; kısacık anlara düşen ışıkların, ormanların çağrısına kesilmiş kulakların ve kalabalık sözlerin arasına sıkışmış suskunlukların diliyle anlatan öyküler.
Sonra gece, ıssız bir boşluğa gömüldü.
Ve yalnız, kanlı ayın altında
Kımıltısız, binlerce mermer heykel gibi
Toprağımızın bütün ölüleri, birbirine duaya dirildi
– SIAMANTO (Adom Yarcanyan)
[1878-1915], çev. Cem Yavuz
İÇİNDEKİLER
Fark var mı ötesiyle berisi arasında?……………………..9
Hiçbir şey olmamış gibi…………………………………………………………23
Alavüsata………………………………………………………………………………………………….45
Brandalar………………………………………………………………………………………………….51
Çatısız binaya damdan girdik……………………………………..57
“Lori… Lori…”……………………………………………………………………………………..67
Estağfurullah asker!…………………………………………………………………..79
Sen buraya layık değilsin!………………………………………………….93
Görkemini kaybedenler………………………………………………………101
Neden ben değil ya da neden bana?………………….107
Yıldız ormanında…………………………………………………………………………119
Taşların şıpırtısı…………………………………………………………………………….125
Işıklı kara………………………………………………………………………………………………..133
Bayrak yarışı……………………………………………………………………………………..137
“Annem, ‘Bir lanet var bu ailenin üzerinde,’ derdi zaten.” Ekrem Amca’nın annesinin kim olduğunu hatırlamıyor Sedat. Hiç tanımamış olması muhtemel; aile buluşmalarında, bayramlarda, seyranlarda söz şecere mevzusuna geldiğinde isimleri havada dolaşan “hanım”lardan, “teyze”lerden biri olmalı. Atıfet, Hayriye, Necibe… Hangisi olduğunu çıkaramıyor. Ekrem Amca’ya annesinin sözünü hatırlatanın ne olduğunu anlayacakmış gibi dikkatle yaşlı adamın gözlerini diktiği yere bakıyor bir süre – hastanenin girişindeki kameriyenin zeminini kaplayan parke taşların arasında daha boy verirken sararmış otlara. İncecik bir ıslığın eşlik ettiği iç çekme sesiyle başını kaldırıyor. Hışırtılı soluk ve kederli iç çekişin yanı sıra, düşük omuzlarıyla kızarmış gözlerin de Ekrem Amca’nın her günkü şıklığına hiç uymadığını düşünüyor Sedat; bıçak gibi ütülü pantolona, parıldayan ayakkabılara, en çok da nizami ve sımsıkı bağlanmış, incecik kravata. Şehirde kalburüstü sayılan işadamları, avukatlar, doktorlar, üst düzey memur ve müdürler bile iyiden iyiye gevşettikleri kravatlarıyla okuldan kaçmış liseliler gibi dolaşıyorlar bugünlerde.
Ekrem Amca’nın yanında sigara içmek istemiyor. Kafasının içindeki uğultulu ağırlık arttıkça kameriyeden uzaklaşabilmek için uygun bir mazeret bulması daha da zorlaşıyor. Öyle oturuyorlar konuşmadan. Kerim’i düşünüyorlar, yaşlı adamın oğlunu. Uzak kuzeninin bir deri bir kemik kalmış hali gözünün önünden gitmiyor. Ne vardı o kadar çok içecek, diye geçiriyor içinden, gece üçe kadar bira üstüne bira içen kendisi değilmiş gibi.
“Haldun Abi’nin haberi var mı?” diyor en sonunda. “Semih arayacaktı.” “Ben de bir arayayım, Semih Abi sabah ulaşamamıştır belki,” deyip terden bacaklarına yapışmış pantolonunun cebinden telefonunu çıkarmaya çalışarak ayağa kalkıyor. Şimdi uzaklaşabilir, hasta yakınlarıyla nöbetten çıkmış ya da bir boşluk bulduğunda kendini dışarı atmış hastane personelinin çay kahve içip tost yedikleri barakanın olduğu tarafa gidebilir. Sigaradan çektiği ilk değilse de, ikinci ya da üçüncü nefeste Ekrem Amca’nın sözü takıldı aklına; aile içinde böyle bir lanetten daha önce de söz edildiği kulağına çalınmıştı. Ekrem Amca gibi babası da, zamanında belediye başkanı, milletvekili, genel müdür, başmüfettiş çıkarmış ailesiyle övünmeyi pek sever, yeni tanıştığı birileriyle sohbet ederken ikide bir sözü aile tarihine getirirdi. Bir zamanlar kasabanın önde gelen iki-üç ailesinden biriymiş Sehergiller. Tarlaların, bahçelerin ucu bucağı yokmuş. Babasının çocukluk yıllarından itibaren büyük aileyi oluşturan küçük, çekirdek ailelerin üçer-beşer yıl arayla kasabadan ayrılıp yerleştiği bu şehrin dillere destan Sehergil Konağı çoktan unutuldu gitti; ama yerine yapılan Sehergil Apartmanı on beş-yirmi yıl öncesine kadar hemen herkesin bildiği yapılardan biriydi. Sedat iyi hatırlıyor; ortaokul, lise yıllarındayken soyadını duyan, o apartmanda mı oturduğunu sorardı. “Hayır, biz orada oturmuyoruz ama akrabamız onlar,” derdi, “babamın ya da dedemin, tam bilmiyorum, amca çocukları.” Ekrem Amca ailenin şaşaalı döneminden kalan son kişi. Şıklığına, uzun cümlelerle dura dura konuşmaya, oturup kalkmasına gösterdiği özen belki de ondan. Babasının imrenerek anlattığı zamanları temsil ediyor, saygınlığı, sözüne kıymet verilir olmayı. Yurtdışında okumuş, büyük bir şirketin bölge müdürlüğünden emekli, bir ara milletvekilliğine de aday oldu ama kasabada eski ağırlıkları kalmadığı için seçilemedi.
“Devir değişmişti,” derdi babası bu konu açıldığında, “daha önce gençken siyasete girseydi Ekrem Abi, bütün oyları silme alırdı.” Kerim de bu konuya takmıştı bir ara. “Bizimkiler ayak uyduramadılar,” derdi, “zamanında, kasabadan şehre geldiklerinde fabrika falan kurmayı akıl etmemişler, o zaman kıytırık bir fabrika kuranlar, şimdi büyük işadamı. Hadi ondan geçtim, şehrin büyüyeceğini düşünüp henüz ucuzken kıyısından, köşesinden arsa da almamışlar. Şimdi ben iş kurmaya kalksam yeterli sermaye yok kardeşim!” Çok büyük projeler vardı Kerim’in kafasında o zamanlar. Bir-iki teşebbüsü oldu ama tutmadı, suç hep sermayenin yetersizliğindeydi. Kalkıştığı işlerde ne kadar para kaybettiğini hiç söylemezdi. “Başa baş gelince bıraktım,” derdi sorduklarında, “o kadar emek verip de eşek yüküyle para kazanamayacağımı, anca günü kurtarabileceğimi anlayınca bıraktım.” Peşinden yepyeni bir fikri olduğundan söz ederdi. Sedat da yeni mezun o sıralar, isterdi ki Kerim’in eşek yüküyle para kazanacağı işlerden biri tutsun, yanında akrabasından güvenilir, okumuş bir elemana ihtiyaç duyup kendisini çağırsın. Olmadı, Kerim şimdi sirozu ilerlemiş halde yatıyor; Sedat kamu personeli sınavlarına hazırlık kursu veren bir dershanede öğretmen.
Kerim gene de ailede iş güç peşinde koştuğu için el üstünde tutulur. Öbürleri hep hazırdan yedi. Sağken sattıramadıkları tarlaları ana babaları ölür ölmez elden çıkarıp bir zaman har vurup harman savurdular. Sıfırı tüketince de birbirlerine miras davaları açtılar. Halamın payı çoktu, dayımınki azdı, babam laf söz olmasın diye tapuda emaneten amcamın adını yazdırmıştı, iade etmedi amcam, hepsini yediler, bize bırakmadılar… Genç yaşta ölen akrabalar da hiç az değil; onlar bu kavgalara bulaşmadılar, satabildikleri bağı bahçeyi satıp savıp içkiye, kumara yatırdılar; karaciğerleri, beyinleri, nefesleri yetmedi pay kavgalarına. Gene de bir kişi bile arkalarından, “İyi yaşadılar, keyfini sürdüler,” demez, malın mülkün nelerine yetmediğini anlamaya çalışırlar hep.
Şımarık, kendini beğenmiş, diyenler de vardır onlar için, bu şehre sığamadıklarını savunanlar da. Bir-ikisini hatırlar Sedat, bayram ziyaretlerinde bir köşede sessizce oturur, hal hatır soranlara mahcup cevaplar verirlerdi. Bazen ortadan kaybolur, döndüklerinde bir parça canlanmış, kendilerine gelmiş olurlardı ama bu halleri de aile büyüklerinin hoşuna gitmezdi; gözler kaçırılır, başlar iki yana sallanırdı. Sedat zengin akrabalarının evlerine girer girmez solurdu havadaki mutsuzluğu. Evlerin büyüklüğü, düzenliliği, oturmaya kıyılamamış gibi durmasına rağmen eskimişlik hissi yaratan mobilyalar, daha çocukluğunda içini boğar, dört bir tarafındaki pencerelerden ışık giren konak bile loş görünürdü gözüne. Bahçelerin bakımına, evde çalışanların yüzlerine, pırıl pırıl parlayan kuyruklu Amerikan otomobillerine sinmiş olan kasvetten bir an önce kurtulmak için sessizce huysuzluk yapar, bahçeye çıkmaz, yaşıtlarıyla oynamaz, önüne konan kurabiyelere, böreğe el sürmeden susuzluk ve sıkıntıdan kupkuru olmuş ağzını açmadan otururdu. Şimdiki çocuklar gibi, “Anne ben sıkıldım,” deme şansı da yoktu. Babasının aile büyüklerine saygısı hep sürmüştü; karısını çocuklarını yanına alıp onları ziyaret etmeyi hiç ihmal etmezdi. Bir beklentisi mi vardı bundan, sonraları çok düşündü Sedat vardı ya da yoktu, diyemedi.
O evlerin her köşesine sinmiş kasvetli zenginliğe babasının imrenip imrenmediğini de bilemedi. Belki aile büyüklerine duyduğu saygının karşılıklı olmasından hoşlanırdı. Sedat’ın dedesi de aile geleneğini sürdürüp öbürlerininki kadar olmasa da geliriyle ömür boyu ailesini iyi kötü geçindirecek tarlaları satıp varını yoğunu, rivayet doğruysa, dönemin ünlü bir şarkıcısının peşinde yiyip bitirmişti. Babasına liseyi yarım bırakmasına neden olacak kertede bir yoksulluk bırakmıştı miras olarak. O halde tutunmayı başarmış olması ailede takdir edilirdi babasının.
Öbürleri varlıklarını hızla tüketirken miras kalan borcu harcı başkalarının yanında çalışarak kapatan, daha sonraları açtığı küçücük dükkânında kumaş satarak iki çocuğunu okutan Remzi Sehergil gerçekten bunu hak ediyordu. Anlaşılan çalışkanlığı ailede kuşaktan kuşağa geçen laneti yıkmaya yetecek güçte değildi, kısa süreli bir duraklamaydı belki, Sedat asgari ücretle dershane öğretmeni olabildi ancak, ailenin namlı içkicileri gibi sabahtan başlamasa da parası olduğunda hemen her akşam içiyor; kırkını geçtiği halde evlenip barklanmadı da. Remzi Bey bu yüzden mutsuz ölmüş; annesi böyle diyor. Neyse ki kızı doktor çıktı, mecburi hizmete gittiği yerde eli yüzü düzgün bir koca bulup aileden koptu. Böyle olduğunu umuyor Sedat. Ablasının uzaklara giderek lanetten kaçabildiğini.
Demek ismini hatırlayamadığı o hanımteyze bütün bunları bir lanete bağlıyordu. Kaç kuşak sonra Sedat’ı bile etkileyen bir lanet fikri fena değildi aslında bütün “yapsaydım”ları, “etseydim”leri kaldırıp bir kenara atmayı sağlayabilir, iç huzuru verebilir. Böyle afaki şeylere inanacak biri olsa Sedat; ama değil. Öteden beri Sehergil ailesinde işlerin ters gitmesinin nedeninin görgü meselesi olduğunu düşünür. Birbirlerinden öyle görmüşlerdir, çalışan bir örnek olmamıştır önlerinde. Hazırda o kadar malı mülkü olsa kendisi de çalışmazdı büyük ihtimalle. Onda da var Sehergil geni.
Babasının kendisine örnek olamamasını ise başka nedenlere bağlar. Beceriksiz bulur kendini, çok zaman birahanelere kaçmasının nedeni içinden bir türlü çıkamadığı beceriksizlik kuyularıdır. Kimseye de açmaz bunu. Yukarıdan bir başkasının uzatacağı ellerle çıkılacağına inanmaz o kuyulardan, “Peki, o zaman nasıl çıkacağım?” sorusunun cevapsızlığını bir bira daha isteyerek kovmaya çalışır. “Lanet falan yok, varsa da çok büyük bir lanetten söz edilebilir ancak, bütün şehri, ülkeyi, hatta dünyayı kuşatmış.” “Ha şunu bileydin Sedatçığım. Ne demeye bir saattir çeneni yoruyorsun bu lanet muhabbetiyle? Bırak yahu, lanet olsun!” “Bildiğim yanıldığıma yetmiyor epeydir.” Sedat uzun zamandır ilk kez içini, ucundan bir parça da olsa, bir başkasına açtığını söyleyip söylememekte kararsız. Hastanede fakülteden arkadaşı Emin’e yıllar sonra rastlamış olduğuna memnun ama.
Biralar bu akşam daha soğuk, daha ferahlatıcı. Yarım saat önce aradığında Ekrem Amca da doktorların umutlu konuştuklarını söyledi. Emin’in gülüşü hiç değişmemiş. Mutlu mudur diye merak ediyor Sedat. Ta İstanbul’dan kalkıp ülkenin bir ucuna tanımadığı etmediği insanlara yardım için gelmiş biri, ya çok memnundur halinden ya da kaçtığı büyük bir mutsuzluk vardır, diye düşünüyor. Onu da kovalayan bir başka lanet olabileceği ihtimalinin üzerinde durmayıp sigarasının dumanını nemli, sıcak geceye savuruyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıKaldığımız Yer
- Sayfa Sayısı139
- YazarBehçet Çelik
- ISBN9789750529320
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yürek Sürgünü ~ Mehmet Eroğlu
Yürek Sürgünü
Mehmet Eroğlu
Dünyanın değişmeyen yanında olmaktan, geleceği güzelleştiren rüyalar görmekten ve vazgeçmemekten mutlu, dakikalardır hasır bir sandalyenin üstünde, sanki kımıldarsa her şeyi yitirecekmiş gibi soluk almadan...
- Tanrı Korkusu ~ Fleur Jaeggy
Tanrı Korkusu
Fleur Jaeggy
“Çiçeklerin sonu insanlardan farklı değildir, çürümekten kurtulamazlar.“ Susan Sontag’ın “harikulade, göz kamaştırıcı, yabani” olarak nitelendirdiği Fleur Jaeggy, Tanrı Korkusu’nda okurun karşısına birbirinden tekinsiz yedi öyküyle...
- Dünyanın Bütün Fıstıkları ~ Başar Başarır
Dünyanın Bütün Fıstıkları
Başar Başarır
Küçüklüklerinde kedi-kolonya gibiydiler. Birbirlerinden hoşlanmazlardı. Zaten benzemezlerdi de. Ağabey daima aklı başında, yalnız, sessiz; küçük kardeş zirzop, delidolu, şenlikli… Anlaşamamak konusunda anlaşmışlardı. İşin aslı,...