Aşkı ölümlülerin yüreğine kim düşürür – Eros mu, uğurlu anların tanrısı Kairos mu?
Yıl: 1986, Kasım ayı başları. Yer: Doğu Berlin. Otobüste göz göze gelen Katharina ile Hans tanışıp birbirlerine âşık olurlar. Şimdiyse Katharina’nın Hans’la geçirdiği günlerden geriye iki koli kalmıştır. Katharina kolileri karıştırırken, birlikte geçirdikleri zamanı hatırlar. Hans aralarındaki ilişkinin sınırlarını ve kurallarını belirleyebilecek kadar tecrübeli, Katharina ise ona körü körüne bağlanacak kadar tecrübesizdir. Zamanla aşkları toksik bir ilişki yumağına saplanır. Bu arada komünizmin gri şehri Doğu Berlin, iki kutuplu dünyanın sonunu getirecek ve iki Almanya’yı birleştirecek ayaklanmaya doğru koşmaktadır.
Jenny Erpenbeck, Kairos.’ta arzu, saplantı ve şiddet arasındaki görünmez sınırları görünür işaretlere dönüştürüyor. Kairos., siyasi ve toplumsal gerçekliğin kendini bireyin özel alanına nasıl dayattığını anlatan sarsıcı bir roman.
Önsöz
Cenazeme gelecek misin? Kadın gözlerini indirip kahve fincanına bakıyor ve sesini çıkarmıyor. Cenazeme gelecek misin, diye tekrar soruyor adam. Dipdirisin daha, diyor kadın. Adam üçüncü kez soruyor: Cenazeme gelecek misin? Evet, diyor kadın, elbette gelirim cenazene. Kendime seçtiğim yerin hemen yanında bir huş ağacı var. Güzel, diyor kadın. Kadın dört ay sonra adamın ölüm haberini aldığında Pittsburgh’da bulunuyor. O gün doğum günü, Avrupa’dan henüz ilk tebrik telefonu bile gelmeden adamın oğlu Ludwig arayıp, babam bugün öldü, diyor. Kadının doğum gününde. Cenaze töreni sırasında kadın hâlâ Pittsburgh’da. Sabahın 5’inde, Berlin yerel saatine göre 10’da tören tam başlarken yatağından kalkıyor, otel masasına bir mum dikiyor, yakıyor ve internetten onun için bir müzik açıyor. Mozart re minör konçertodan 2. bölüm. Bach, Goldberg çeşitlemeleri aryası. Chopin la majör mazurka. Bütün parçalar araya giren reklamlarla bölünüyor. Yeni Hyundai. Ev kredisi veren bir banka. Nezle ilacı. Kadın altı hafta sonra Pittsburgh’dan Berlin’e döndüğünde taze toprak yığınını ve hemen yanında yükselen huş ağacınıgörüyor. Bir arkadaşına rica edip adamın mezarına koydurduğu güller kaldırılmış artık.
Cenaze töreninin nasıl geçtiğini arkadaşından dinliyor. Müzik çalınmış. Ne çaldılar, diye soruyor kadın. Mozart, Bach ve Chopin, diyor arkadaşı. Kadın başını sallıyor. Altı ay sonra bir kadın evlerine iki büyük koli getirdiğinde kapıyı kadının kocası açıyor. Kadın ağlıyordu, diyor kocası, mendil verdim. Koliler sonbahar gelene kadar Katharina’nın çalışma odasında bekliyor. Temizlikçi kadının her gelişinde Katharina kolileri kanepenin üstüne kaldırıyor, oda temizlendikten sonra yeniden yere indiriyor. Kütüphane merdivenini kullanacağı zaman kolileri kenara itiyor. Raflarda iki büyük koliyi alacak yer yok. Bodrumu daha yeni su basmıştı zaten. Kolileri acaba olduğu gibi çöpe mi atsa? Üstteki koliyi açıp içine bakıyor ve hemen kapatıyor.
Efsaneye göre uğurlu anlar tanrısı Kairos.’un önünde, alnına düşen bir buklesi varmış, sadece oradan tutulup yakalanabilirmiş. Ama bu tanrı kanatlı ayaklarının üzerinde bir kez süzülüp geçti mi insana artık kafasının dazlak tarafını gösterirmiş sadece, çıplakmış kafası ve asla elle tutulamazmış.
Katharina’nın vaktiyle on dokuz yaşında bir genç kızken Hans’la karşılaştığı an uğurlu bir an mıydı? Kasım ayı başlarında bir gün yere oturup önce birinci, sonra ikinci kolinin içindekileri sayfa sayfa, dosya dosya incelemeye başlıyor. Aslına bakılırsa tam bir enkaz yığını bu. En eski belgeler 1986, en yeniler 1992 yıllarına ait. Mektuplar ve mektup kopyaları var kolilerde, notlar, alışveriş fişleri, takvimler, fotoğraflar, fotoğrafların negatifleri, kartpostallar, kolajlar, birkaç gazete kupürü. Café Kranzler’den alınmış bir kesme şeker küpü kadının elinde dağılıyor. Sayfaların arasından kurutulmuş yapraklar kayıp düşüyor, vesikalık fotoğraflar ataçla sayfalara tutturulmuş, bir kibrit kutusunun içine bir tutam saç konmuş. Katharina’nın evinde de mektuplar, kopyalar ve hatıralarla dolu bir bavul var, arşiv dilinde efemera denen türden çoğu.
Günlükler ve ajandalar da duruyor içinde. Ertesi gün kütüphane merdivenine çıkıp bu bavulu en üst raftan indiriyor, dışı gibi içi de tozlanmış. Adamın kolilerindeki ve kadının bavulundaki kâğıtlar çok uzun bir zaman önce karşılıklı iletişim içinde olmuştu. Şimdi ise zamanla iletişim içindeler. Böyle bir bavulda, böyle bir kolide son, başlangıç ve merkez onlarca yılın tozunun içinde kayıtsızca bekliyor, kandırmak üzere yazılan da, hakikat olarak düşünülmüş olan da orada, gizlenen de anlatılan da orada, isteseler de istemeseler de dip dibe, iç içe geçmiş olarak her şey orada, kendi içinde çelişkili olan da, dilsizleşmiş öfke de, dilsizleşmiş aşk da orada, birlikte aynı zarfın, tek bir dosyanın içindeler; unutulanlar gibi hayal meyal ya da çok açık hatırlananlar da sararmış ve buruşmuş. Eski dosyaları karıştırmaktan elleri toz içinde kalan Katharina çocukluğunun doğum günlerinde babasının sergilediği sihirbazlık gösterilerini anımsıyor. Babası koca bir deste iskambil kâğıdını havaya atar ve ortalıkta uçuşan kâğıtların arasından Katharina’nın ya da çocuklardan birinin içinden tuttuğu iskambil kâğıdını kapmayı başarırdı.
“Hiçbir şey senden, benden öte değil:
İkimiz olmasak,
Tanrı, Tanrı olmazdı,
Gökyüzü üzerimize çökerdi.”
Angelus Silesius
I. KOLİ
I/1
Temmuz ayının o cuma günü kız şöyle düşündü: Olur da gelirse ben gitmiş olacağım. Temmuz ayının o cuma günü adam gün boyu iki satır yazı üzerinde uğraşmıştı. Ekmek, insanların sandığından çok daha zor kazanılıyor, diye içinden geçirdi. Kız düşündü: Beklesin o zaman. Adam düşündü: Bugün daha iyi bir iş çıkaramam artık. Kız: Plak belki gelmiştir. Adam: Macarlarda Lukács var diye duydum. Kız çantasını ve ceketini alıp sokağa çıktı. Adam ceketini ve sigara paketini aldı. Kız köprüyü geçti. Adam Friedrichstrasse’yi yokuş yukarı yürüdü. Kız, otobüs henüz görünürde olmadığı için bir koşu sahafa girdi. Adam Französische Strasse’den geçti. Kız bir kitap satın aldı. Kitabın fiyatı 12 marktı. Otobüs durunca adam bindi. Kızın parası bozuktu. Otobüsün kapıları kapanırken kız dükkândan çıkıyordu. Otobüsün hareket etmediğini görünce koşmaya başladı.
Otobüs şoförü bir istisna yapıp arka kapıyı bir kez daha açtı. Ve kız bindi. Operncafé’ye vardıklarında gökyüzü kararmıştı, Kronprinzenpalais’de fırtına koptu, otobüs Marx-Engels Meydanı’nda durup kapılarını açtığında yolcular sağanak altındaydı. Epeyce insan yağmurdan kaçmak için itiş kakış otobüse doldu. Kız başta kapı önünde dururken kalabalık onu orta kısma itti. Kapılar kapandı, otobüs hareket etti, kız bir tutunma kolu aradı. İşte o an adamı gördü. Adam da onu gördü. Dışarıya gerçek bir tufan hâkimdi, içeride yeni binenlerin ıslanmış giysilerinden buharlar yükseliyordu. Otobüs, Alexander Meydanı’nda durdu. Ama durak, banliyö treni köprüsünün altındaydı. Kız, otobüsten indikten sonra köprünün altından ayrılmayıp yağmurun dinmesini bekledi. Otobüsten inen diğer yolcular da onun gibi yağmurun dinmesini beklemek için köprünün altında dikilmeye başladı. Adam da inmiş duruyordu. Kız ona orada ikinci kez baktı. Adam da ona baktı. Kız ceketini giydi, yağmur havayı serinletmişti. Adamın gülümsediğini görünce o da gülümsedi. Kız o sırada ceketini çanta askısının içinden geçirmiş olduğunu fark etti. O zaman adamın gülümsemesinden mahcup oldu. Üstünü başını düzeltip beklemeyi sürdürdü. Derken yağmur dindi.
Kız köprünün altından çıkıp yürümeye başlamadan önce adama üçüncü kez baktı. Adam bu bakışı karşılıksız bırakmayıp kızın gittiği yöne doğru yürümeye başladı. Birkaç adım gitmişti ki kızın topuğu kaldırım taşına takıldı, bunun üzerine adam da adımlarını yavaşlattı. Kız, ayakkabısını hızlıca çekip yoluna devam etmeyi başardı. Adam da hemen kızın hızına ayak uydurdu. Şimdi ikisi de gülümseyerek yürüyor ve yere bakıyordu. Böyle yürüdüler, merdiveni inip uzun tünelden geçtiler, sonra merdiveni çıkıp yolun karşı tarafına geçtiler.
Macar Kültür Merkezi saat 18’de kapanıyordu, kapanma saatini beş dakika geçmişti bile. Kız adama dönüp, kapanmış, dedi. Adam da, kahve içelim mi, diye sordu. Kız, olur, dedi. Bu kadar. Her şey olacağına varmıştı. 1986 yılının o 11 Temmuz günü. Şu gencecik şeyden şimdi nasıl kurtulacaktı adam? Ya onu yanında kızla gören olduysa? Kız kaç yaşında acaba? Sütsüz kahve isteyeceğim, diye düşünüyor kız, şeker de kullanmayacağım, o zaman beni ciddiye alır. Biraz sohbet, sonra hemen kaçarım, diye düşünüyor adam. Neymiş adı? Katharina. Ya onunki? Hans. Adam, on cümle sonra kızı daha önce bir kez gördüğünü anlıyor. Yıllar önce düzenlenen mayıs mitinglerinin birinde annesinin elinde ağlayan küçük kız bu. Erika Ambach, annesi. Kız, bir “saç örgüsü kesme” olayından söz edip sade kahvesini yudumluyor. Annesi o tarihlerde bir doktora öğrencisi olarak Hans’ın karısının ilk araştırma laboratuvarının bulunduğu akademi binasında çalışıyor.
Evlisiniz, öyle mi? Evet, evet. Hans kızı, şu saçları kırpılmış yumurcağı gerçekten anımsıyor, annesi onu kaldırıp omuzlarına oturtmadan ağlamayı kesmemişti. Bakış açısının değişmesi çocuğu derdinden kurtarmıştı. Hans, bu hileyi aklında tutmuş, daha sonra kendi oğluna uygulamıştı. Bir oğlunuz var demek? Evet. Adı ne? Ludwig. Der Ludewig, der Ludewig, das ist ein arger Wüterich1 , diyor kız ve adamın gülmesini bekliyor. Adam gülüyor ve en sevdiğim yeri şurasıdır diyor: Er schrie: Wer hat mich da verbrannt / Und hielt den Löffel in der Hand.2 Sözlerine görsellik kazandırmak için kahve kaşığını havaya kaldırıyor. Yani hepi topu on yıl önce annesi kızın başucunda oturup o uyuyuncaya kadar ona Struwwelpeter kitabını okuyordu; adam kaşığı bırakıp paketten bir sigara çıkarıyor. Sigara kullanıyor musunuz? Hayır. Saç örgüsünün kesildiğini, mitingi, bir de böyle çirkinleşmiş olarak insanların arasına karışmaktan duyduğu utancı anımsıyor kız.
Ama annesinin yatıştırmak için onu omzuna alıp tribünün önünden geçirdiğini unutmuş. Tuhaf, diye düşünüyor kız, bu yabancı kafanın içinde onca yıldır yaşamımdan küçük bir parça duruyormuş. Şimdi onu bana iade ediyor. Bu kızın gözleri mavi mi, yeşil mi? Birazdan kalkmak zorundayım, diyor adam. Adamın yalan söylediğini, o akşam onu evde ne karısının ne de oğlunun beklediğini yüzünden anlıyor mu acaba kız? Oğlu on dört yaşında, kız da on sekizinde ya da on dokuzunda olmalı. Çünkü karısı 1979’da başka bir enstitüye geçmiş, bir yıl sonra da hamile kalmıştı.
On dokuz, diyor kız ve dayanamayıp sade kahvesine bir küp şeker atıyor. Tabii bu arada saçlar uzamış. Evet, şükürler olsun. On altı bu çuk yaşındaymış gibi duruyor. En fazla. O halde üniversiteye başladınız? Dizgicilik eğitimi alıyorum, devlet matbaasındayım, sonra Halle Üniversitesi’nde endüstriyel tasarım okuyacağım. Sanatçı olacaksınız yani. Eh, yetenek sınavını geçebilirsem tabii. Ya siz? Yazıyorum. Roman mı? Evet. Kitapçılarda satılan gerçek kitaplardan mı? Evet, öyle, diyor adam ve kızın şimdi soyadını soracağı aklına geliyor.
Hans ne? diye soruyor kız şimdi gerçekten, adam da soyadını söylüyor, kız başını sallıyor, belli ki tanımıyor onu. Yazdıklarım bence size göre değil. Nereden bilebilirsiniz, diyor kız ve kahve kremasına uzanıyor. Adamın ilk kitabı çıktığında henüz doğmuş kız. Adam yürümeyi Hitler döneminde öğrenmiş. Onun gibi bir kız, ölümü konu alan bir kitabı neden okusun ki? Kız, adamın ondan kitap okuyacağını beklemediğini düşünüyor. Adamsa, bu gencecik gözler nezdinde yaşlı bir adam olmaktan korktuğunu düşünüyor. Anneniz şimdilerde ne yapıyor? Doğa Tarihi Müzesi’nde çalışıyor. Babanız peki? Beş yıldır Leipzig’de profesör olarak görev yapıyor. Alanı nedir? Kültür tarihi. Öyle demek.
Birkaç ad daha geçiyor, kızın anne ve babasının arkadaş çevresi, kendi arkadaş çevresi ve anne babası. Adam eski hikâyelerin hepsini biliyor, herkesin bir dönem birbiriyle ilişkisi olmuş, önce çok gençmişler, sonra birbirlerinden ya da birinin ötekinin sevgilisinden çocukları olmuş, derken evlenip boşanmışlar, arkadaş olmuşlar, düşman olmuşlar, dost olmuşlar, entrika çevirmişler ya da bu işlere hiç bulaşmamışlar. Partilerde, meyhanelerde, sergi açılışlarında ya da tiyatro galalarında daima aynı kişiler boy gösterirmiş. Kolay kolay sınırları aşılamayan böyle küçük bir ülkede iş ister istemez yakın akrabalar arası birleşmelere varıyormuş. Şu Ambach’ın kızıyla şimdi bir kafede oturuyordu işte.
Güneş, Palasthotel’in aynalı camlarından onlara aksediyor. New York’u andırıyor bu görüntü, diyor adam. Gittiniz mi hiç oraya? Evet, iş için. Ben de belki ağustosta Köln’e gideceğim, diyor kız, izin çıkarsa. Batı Almanya’da akrabalarınız mı var? Büyükannem yetmiş yaşına basacak. Köln iğrenç bir yer, diyor adam. Ama hiç değilse Köln Katedrali orada, diyor kız, kesinlikle iğrenç değil. Moskova’nın Aziz Vasil Katedrali yanında Köln Katedrali nedir ki? Ben Moskova’ya hiç gitmedim. Derken kahve fincanları da Hans’ın önünde duran küçük votka kadehi de boşalınca Hans’ın gözleri garsonu arıyor. Bu arada kız yüzünü ellerinin arasına almış adama bakıyor yine. Dik dik bakıyor. Saf ve temiz. Modası geçmiş bir sözcük. Die Absicht ist edel, und lauter und rein1 . Sihirli Flüt, 1. Perde. Kızın kolları nasıl pürüzsüz. Bütün bedeni de böyle mi acaba? Adam şimdi hesabı çabucak almaya bakmalı. Kızla kapı önünde tokalaşmaktan kaçınıyor, görüşürüz, diyor yalnızca.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKairos
- Sayfa Sayısı384
- YazarJenny Erpenbeck
- ISBN9789750760983
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Altın Köşk Tapınağı ~ Yukio Mişima
Altın Köşk Tapınağı
Yukio Mişima
Bu gizemli altın kuş ne gündoğumunda ötüyor ne kanat çırpıyordu, kendinin bir kuş olduğunu unuttuğuna kuşku yoktu. Ancak onun uçmuyor olduğunu düşünmek de yanlıştı...
- Balinanın Ölümü ~ Elizabeth O'Connor
Balinanın Ölümü
Elizabeth O'Connor
1938 yılında, uzak bir Galler adasının kıyılarına ölü bir balina vurur. Tüm hayatını adada geçirmiş Manod için bu, hem bir kıyamet alameti hem de...
- Kalbimi Çaldın ~ Rita Hunter
Kalbimi Çaldın
Rita Hunter
“Eğer hemen şimdi konuşmazsan seni zindana attırmak zorunda kalacağım ufaklık.” Kızın gözleri daha da büyüdü ve sadece “Lütfen efendim,” diyebildi güzel dudaklarını bükerek. Birden...