İçeri Kafka Market’in sahibi girdi. Kahvede okey oynuyormuş; kasiyer kızlardan biri koşarak gidip çağırmış.
Herhalde,”Markete tuhaf biri geldi. Kafka diye bir romancıyı sorup duruyor,” demiştir. Marketin sahibi yüzündeki teri silerken, “Buyrun, beyfendi! Sorun nedir?” diye sordu. “Efendim,” dedim, “Marketinize ünlü romancı Kafka’nın adını koymanız, beni çok heyecanlandırdı ve sevindirdi, sizi tebrik etmek için geldim,” dedim. Market sahibi zararsız bir deli olduğuma kanaat getirmiş olacak ki derin bir soluk aldı: “Yok, kardeşim! Ne romancı Kafka’sı!…”
YEŞİLÇAM’IN PERDE ARKASI DETAYLARI
Yönetmen emreder: “Bulun, yaratın, yapın!” der. Set işçisi, set teknisyeni itiraz edemez; yok diyemez; bulur, yaratır, yapar. Eli mecburdur. İmkânları son derece kısıtlı olsa bile, koşullara yenik düşmez. Setçi, becerikli bir insan olduğu gibi, hayal dünyası da geniş insandır. Çünkü hayali kısıtlı olsa, öksürük şurubundan ya da bağırsak ilacından kan yapamaz. Göz damlasından gözyaşı, sigara dumanından sis yaratamaz. Set işçisinin; “gariban” Türk sinemasının set işçisinin fantezisi olmazsa, koşullara yenik düşer. Set işçisi yenik düşerse, ne kan olur, ne gözyaşı, ne patlama ne de yangın.
Yeşilçam’ın set işçileri için, yoktan var edenler dedik. Nasıl mı? Bu konuda Türk sinemasının yüz akı Metin Erksan’ın akıllara durgunluk veren bir anısı var. Dinleyelim:
“Amerikalılar, 1974 yılında, ‘Şeytan’ isimli bir film yapmışlardı. Filmi William Friedkeen çekmişti, bu filmin aynısını Saner Film de çekmeye karar verdi. Bu filmin senaryo yazarlığı ve yönetmenliğini benim yapmamı istediler. Önce “Yapamam!” dedim. Çok ısrar ettiler. Ve cebime o zamana göre çok para koyup beni filmin orjinalini seyretmeye, Londra’ya gönderdiler. Filmi seyrettim. Filmin büyük bir bölümü, stüdyonun içini kaplayacak şekilde yapılmış devasa bir buzdolabının içinde geçiyordu.
Eksi 15 derecede çekilmişti bu bölümler. Amaç da oyuncuların ağzından çıkan buharı görüntüleyebilmekti. Oyuncular özel lastikten yapılmış elbiseler giymişlerdi. Filmin en önemli sahnesi ise şuydu: Filmde küçük bir kız var. Ruhuna şeytan girmiş. Yatakta yatıyor. Başında iki papaz var. Kızın ruhuna giren şeytanı çıkaracaklar. Dua ediyorlar. Ve ansızın yatak havalanıyor ve onunla birlikte kız da havalanıyor. Amerikalılar bunu çok özel makinelerle yapmışlar. Yatağa bağlanan incecik telleri bu makinelere bağlamışlar ve filmi öyle çekmişler ama negatiflerini ve pozitiflerini incelediklerinde bu tellerin belli olduğunu görmüşler ve çaresiz kalarak binlerce film karesindeki bu telleri silmek zorunda kalmışlar teker teker; agrandizman yapmışlar yani. Ve film 1974’te, tam 14 milyon dolara malolmuş! Peki, ben nasıl çekecektim bu sahneyi? Düşündüm, taşındım. Bizim set teknisyenlerine dedim ki: ‘Gidin, bana bocurgat bulun. Nereden bulursanız bulun!’ Haliç’te parçalanmış gemilerin arasında, paslı, kırık dökük bir bocurgat bulup getirdiler. Güzel bir temizlettim bu bocurgatı ve yağlattım. Sonra ruhuna şeytan giren kızın odasını çizgili duvar kâğıtlarıyla kaplattırdım. Ve bu atılmış bocurgatla, hem yatak, hem de kızı ayrı ayrı ve hiçbir kademe sarsıntı olmaksızın kaldırttım. Yatağa bağlı teller de çizgili duvar kâğıtları sayesinde gözükmedi. Ben bu filmi kaça mal ettim biliyor musunuz? 400 bin liraya. Evet, 400 bin liraya! Almanlar, bizim ‘Şeytan’ı satın aldılar. Amerikalılarınkini değil. Siz daha güzel çekmişsiniz, dediler. Evet, bu başarı bizim set işçilerimize, set teknisyenlerimize aittir. Bizim setçiler çok yeteneklidir. Ne olur, öyle yazın, bizim set işçilerimiz çok yeteneklidir, diye yazın ve ekleyin; onlar, yoktan var ederler!”
Hep merak ederdim de, bir türlü sormaya cesaret edemezdim. Sonunda Yeşilçam’ın emektar setçilerinden İsmail Kündem’e sordum: “Hani şu bizim ‘salçaya bak salçaya, diye alay ettiğimiz kanı nasıl yapıyorsunuz?” “Şimdilerde,” dedi. “Pirox diye bir bağırsak ilacı var, onu kullanıyoruz. Bu, aslında bağırsak kurtları için kullanılan bir ilaçtır. Rengi kan gibidir. Bazen rengini daha da fazla parlatmak için gliserin koyarız. Eskiden Hemoglobin diye bir öksürük şurubu vardı. Onu kullanırdık ama Pirox daha iyi. Bir de Primaton diye bir bağırsak ilacı var. O da kullanılır zaman zaman. Eğer işin ucuzuna kaçılacaksa, bayrak rengi toz boya ile gliserin karıştırılır, böyle elde edilir kan. Ama bu gömleğin ya da elbisenin içinden çıkmaz, kalır, etkili olmaz yani.”
İsmail Kündem 45 yaşında, 15 yaşında başlamış setçiliğe. Ankara’dan İstanbul’a kaçmış. Cihan Ünal’ın ilkokuldan arkadaşı. Babası başöğretmenmiş, Cihan Ünal’ın. Babası başka bir yere tayin olunca, yolları ayrılmış. İstanbul’da bir film setinde karşılaşmışlar. Biri jön, diğeri set amiri. Sarılıp kucaklaşmışlar. İsmail Kündem, konuştuğum birçok setçi gibi orta ikiden ayrılmış. Ece Ayhan’ın kulakları çınlasın! İsmail Kündem’in set işçiliği olarak ilk yaptığı iş artistlerin tuvaletini temizlemek olmuş. “Sinirimden ağlayacaktım,” diyor. İlk set amiri de Danyal Topatan’mış. “Bana birçok şeyi Danyal abi öğretti,” diyor. Şimdi sinemacıların special effect dedikleri patlama, yangın, havaya uçurma gibi olayları başarıyla gerçekleştiriyor ama başına gelmedik kalmamış İsmail Kündem’in.
Bir keresinde, evin birinde yangın çıkartılacak. Tabii, yakılacak bu ev maket olarak hazırlanır. İsmail Kündem elindeki yanıcı maddelerle evin içine girer. Dışarıda teknisyeni, onun elinde de gazla üstüpüler, paçavralar vardır. İsmail Kündem evi içerden yaktıktan sonra dışarı çıkacak ve o çıktıktan sonra, teknisyen, evi dışarıdan ateşi verecektir. Ama heyecandan, biraz da acemilikten, teknisyen, İsmail Kündem dışarı çıkmadan, evi ateşe verir. İsmail Kündem içerde, alevlerin içinde canını kurtarmaya çalışırken, dışarıda çekim başlamıştır bile. Sonra, güç bela kapıyı bulup çıkınca, filmi çeken kameraman büyük bir şaşkınlıkla şöyle der: “Aaa! İçerden adam çıkıyor!” Birkaç ay hastanede yatar İsmail Kündem, yanıklar içinde. Tabii, ne tazminat, ne sigorta. “İlaç paralarını bile cebimden ödedim,” diyor. Yılmaz Duru’nun yapımcılığını yaptığı ve başrol oynadığı bir filmmiş. Geçmiş zaman. Buna benzer bir olay da Hülya Avşar’ın başına gelmiş. Hülya Avşar, rol gereği tabanca ile vurulacak. Setçiler karın bölgesinde, kemerinin içine, patlatılacak olan kan torbasını ve fünyeyi yerleştirirler. Fünyenin ucundan ince bir kablo çekilir, bu ince kablonun bir ucu setçinin elinde, öbür ucu aküdedir. Tabancanın tetiğini çekecek olan oyuncuya senkron tutturularak fünye patlatılacak ve fünye ile birlikte kan torbası patlatılıp kan akıtılacaktır. Fakat fünyeler bir türlü patlamak bilmez. Derken sıra sonuncu fünyeye gelir. O denenir ve fünye patlar. Aynı anda Hülya Avşar, o güzelim kız, “Yandım, anam!” diye düşer kanlar içinde. Çevredekiler, “Vay be, kıza bak, rolünü amma iyi başardı!” diye dursunlar, Hülya Avşar’ın karnından akan kanlara, Pirox barsak ilacı çoktan karışmıştır bile. Fünye, Hülya Avşarın karnında patlamış ve onu çok ağır yaralamıştır. Konuştuğum set işçileri buna neden olarak M.K.E’den alınan orijinal fünyeyi gösteriyorlar. Orijinal fünyenin, duvar, taş, dinamit gibi sert zeminlerde kullanıldığını, insanda kullanılacak fünyenin elde ve kara barutla hazırlanması gerektiğini söylüyorlar. Oysa Sine-Kam-Der’in (Kamera Arkası Emekçileri Derneği) çiçeği burnunda başkanı, yönetmen, Muzaffer Hiçdurmaz, “Hülya Avşar’ın karnından yaralanmasının nedeni, fünyenin ters bağlanmasıdır,” diyor.
Tabii, Muzaffer Hiçdurmaz’ın bu tespitini yabana atmak mümkün değil, çünkü kendisi setçilikten gelme bir insan. Setçiliğe 1959’da, Lütfü Akad’ın yanında başlamış. Şu veya bu; sonuçta sergilemeye çalıştığımız Yeşilçam’ın içinde bulunduğu akıl almaz yoksunlukları ve bu yoksunlukta setçilerin yaşadıkları ve karşılaştıktarı olaylardır: İtilip kakılırlar, gülünç paralarla çalışırlar, mesleğinde 20 seneyi tamamlamış birçok setçinin sigorta kartı bile yoktur. Patlayıcı maddelerle uğraşırlar, yangın sahnelerini gerçekleştirirler ama hiçbirinin güvencesi yoktur. Güç bela sürdürürler yaşamlarını. Örnekse, setçi İsmail Kündem, Şerif Gören’in çektiği “Nehir” filminde boğulma tehlikesi geçirmiş, kendisini güç bela Tarık Akan kurtarmıştır. Bugün Türk sinemasının hemen hiçbir setinde ne doktor, ne sağlık memuru bulunur. Birisi için ilkyardım gerekirse, bunu da genellikle setçiler yapar. “Ölsek, kimin umurunda?” diyor İsmail Kündem. “Bir arkadaşın sette elektrik kontağından yüzü yandı da yapımcı gelip sormadı bile arkadaşımızın durumunu. Biz kendi aramızda para toplayıp verdik. Yoksa, perişan olurdu.”
İngilizce sözlüklerde set kelimesinin karşılığında şu yazıyor: Düzlemek, tanzim etmek, kurmak, saptamak, tespit etmek. Evet, bu liste daha uzayabilir. Kısacası, setçi, her şeyi yapar, ayarlar; öyle ki, oyuncunun akıtamadığı gözyaşından bile o sorumludur. Önceleri, çok önceleri bu iş için soğan kullanılıyormuş, daha sonra gliserin kullanılmaya başlanmış. Göz altlarına, kirpiklerin ucuna ince birer tabaka halinde sürülen gliserin, oyuncuyu iki gözü iki çeşme ağlatıyormuş. Şimdilerde ise bu görevi göz damlası olarak kullanılan, “Visine,” görüyor. Tabii, bütün oyuncular için geçerli değil bu. Örneğin, İsmail Kündem, bugüne kadar Türkân Şoray’ın kesinlikle göz yaşartıcı bir madde kullandığını hatırlamıyor. Keza, Hülya Koçyiğit de öyle. “Ama bazılarının iliği kurumuştur, “Ben bittim artık! Ağlayamıyorum,” der ve biz de dayarız ‘Visine’ göz damlasını.” diyor ve ekliyor: “Gerçek sanatçı dediğin, her durumda ve her zaman ağlayabilmeli.” Bunları söylerken, bu tip göz yaşartıcı maddelerin (ama çok daha kaliteli olanları) dünyanın birçok sinemasında kullanıldığını da belirtelim.
Sisli bir sahne çekilecek, bir ışık huzmesi isteniyor ya da bir kontr ışık oluşturulacak. Böyle bir atmosfer yaratabilmek için, sis makineleri kullanmak gerekir. Yoksa, ne yapılacak? Metin Erksan, bir filminde sisli bir sahne çekebilmek için setçilere ve asistanlara toplu olarak sigara içirtmiş; sigara kullansalar da kullanmasalar da. Tabii, bu da bir yol ama daha geçerli ve çokça kullanılan bir başka yol daha var, o da tenekelerde ot yakmak. Setçiler su tenekelerini yarıdan kesip bunların içine biraz kuru yaprak, üstüpü, biraz yaş yaprak, toprak ve biraz da kum koyuyorlar, bu karışım alev almıyor ama mükemmel bir duman sağlanıyor. Sonra üç set işçisi bu tenekeleri alıp başlıyorlar setin etrafında dolaşmaya ve çekim başlamadan önce, “Kaybol! Kaybol!” diye bağırıyorlar. Ve bu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıKafka Market
- Sayfa Sayısı144
- YazarCezmi Ersöz
- ISBN9789754782516
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTekin Yayınevi / 2006
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tüm Soruların Anası ~ Rebecca Solnit
Tüm Soruların Anası
Rebecca Solnit
“Hikâyeler hayatımızı kurtarır ve hikâyeler hayatımızdır.” Yazar ve aktivist Rebecca Solnit’ten kadınların temel meselelerine geniş açıyla bakan bir kitap: Tüm Soruların Anası. Tüm Soruların...
- Roland Barthes’ın Dostluğu ~ Philippe Sollers
Roland Barthes’ın Dostluğu
Philippe Sollers
“Roland Barthes’ın Dostluğu” Philippe Sollers’in değişik tarihlerde yazdığı Roland Barthes’la ilgili dört yazı ile Barthes’ın 1964-1979 arasında Sollers’e gönderdiği otuz beş mektuptan oluşuyor bu...
- Resimde Görünmeyen ~ A. Ali Ural
Resimde Görünmeyen
A. Ali Ural
Hayatı boyunca gündüzü gece, geceyi gündüz sanmak ve ne kadar korkunç! Bir bahçede otururken otların arasından aniden hışırtıyla çıkıp dişlerini gösteren bir yılandan, uyandığomızda...