Netflix filmi Bird Box’a ilham veren roman
Daha Önce Yayımlanmamış “Bobby Kapıyı Çalıyor” Öyküsüyle
Görülmemesi gereken korkunç bir şey… Ona atılan bir bakış kişiyi ölümcül bir deliliğe sürüklüyor. Ne olduğunu ve nereden geldiğini ise kimse bilmiyor.
Malorie ve iki çocuğu, olayların başlangıcından beş yıl sonra hayatta kalmayı beceren bir avuç insan arasındaydı. Nehrin kenarındaki terk edilmiş bir evde çocuklarıyla yaşayan Malorie, ailesinin güvende olabileceği bir yere gitmenin hayalini kuruyordu. Fakat onları bekleyen yolculuk tehlikelerle doluydu. Tek bir yanlış hamle ölümlerine yol açabilirdi. Ve onları takip eden bir şey vardı.
Bu bilinmeyene doğru gözbağının karanlığında yaptığı yolculukta Malorie sık sık geçmişi hatırlıyordu. Bir araya gelerek hayatta kalmaya çalışan, kendisini de aralarına alıp onu da kurtaran arkadaşları bir bir aklına geliyordu. Ancak sağ kalan ve kapılarını çalan insanlar arttıkça ortaya yüzleşmeleri gereken bir soru çıkmıştı: Herkesin aniden delirdiği bir dünyada kime güvenilebilirdi?
1
Malorie mutfakta dikilmiş düşünüyordu. Elleri ıslaktı. Titriyordu. Ayak başparmağını gergin bir şekilde çatlak fayansa vuruyordu. Saat epeyce erkendi; büyük olasılıkla güneş ufuktan yeni yeni doğuyordu. Güneşin cılız ışıklarının, camları örten koyu renkli ağır perdelerin rengini siyahın daha yumuşak bir tonuna çevirişini izledi; Sis var, diye düşündü. Çocuklar koridorun aşağısındaki siyah kumaşla örtülmüş kümes telinin altında uyuyordu. Belki de birkaç dakika önce dizlerinin üzerinde bahçede olduğunu duymuşlardı. Yaptığı gürültü, mikrofonlar ve yataklarının yanında duran hoparlörler aracılığıyla taşınmış olmalıydı. Ellerine baktı ve mum ışığında teninin hafifçe parladığını gördü.
Evet, elleri ıslaktı. Ellerinin üzerindeki sabah saatlerine özgü çiy taneleri hâlâ tazeydi. Artık mutfakta olan Malorie, mumu üfleyerek söndürmeden önce derin bir nefes aldı. Küçük odaya bakarak paslanmış çatal kaşıkları ve çatlamış tabakları gördü. Çöp kutusu olarak karton bir kutu kullanıyorlardı. Sandalyelerden bazılarını iple bağlayarak tutturmuşlardı. Duvarlar kirliydi. Çocukların elleri ve ayaklarıyla taşıdıkları kir her yerdeydi. Ama lekelerden bazıları eskiydi. Koridordaki duvarların alt kısmınınrengi iyice solmuş, mor lekeler zaman içinde kahverengiye dönmüştü. Bunlar kandı. Malorie ne kadar ovalarsa ovalasın salondaki kilimin de rengi solmuştu.
Evde halıyı temizlemesine yardımcı olacak hiçbir temizlik malzemesi yoktu. Malorie uzun zaman önce kuyudan kovalara su doldurmuş ve eski bir takım elbise kullanarak evdeki lekeleri temizlemeye çalışmıştı. Ama lekeler kaybolmayı reddediyordu. Daha az kalıcı olanlar bile yok olmamıştı. Geriye eski boyutlarını anımsatan birer gölge bırakmış olsalar bile hâlâ korkunç derecede görünür haldeydiler. Mum kutusu, evin girişindeki büyük lekeyi gizliyordu.
Salondaki kanepe tuhaf bir açıyla duruyordu çünkü Malorie’ye kurt kafalarını andıran iki karartıyı gizlemek için oraya taşınmıştı. İkinci kattan tavan arasına çıkarken kullandıkları merdivenin hemen yanında, duvarın alt kısmına iyice işlemiş lekeleri uzun zaman önce küflenmiş bir kıyafet yığınıyla gizliyorlardı. Bunlardan on adım kadar uzakta, evdeki en koyu renkli leke vardı. Malorie o lekenin yanından geçemediği için evin ikinci katının uzak köşesini kullanmıyordu. Bu bir zamanlar Detroit’in güzel bir mahallesinde bulunan sevimli bir evdi.
Bir zamanlar, ailelere uygun ve güvenliydi. Sadece beş yıl kadar önce emlakçılar kendilerinden emin bir şekilde bu evi gezdirirlerdi. Ama bu sabah, pencereler mukavvayla ve kontrplaklarla kapatılmıştı. Su kesikti. Mutfak tezgâhının üzerinde büyük, ahşap bir kova vardı. Bayat kokuyordu. Çocukların oynayabilecekleri geleneksel oyuncaklardan eser yoktu. Ahşap bir sandalyenin parçaları, küçük insanları canlandıracak şekilde yontulmuştu. Üzerlerine küçük suratlar çizilmişti. Mutfak dolapları bomboştu. Duvarlarda tek bir tablo dahi yoktu. Arka kapının altından giren teller, Malorie’yi ve çocukları evin dışından gelen seslere dair uyaran ve birinci kattaki yatak odalarında bulunan hoparlörlere dek uzanıyordu. Üçü birlikte bu şekilde yaşıyordu. Dışarıda uzun süre kalmıyorlardı. Çıktıklarında ise gözleri bağlıydı.
Çocukları asla evlerinin dışındaki dünyayı görmemişti. Hatta pencereden bile. Ve Malorie de dört yıldır pencereden dışarı bakmıyordu. Dört yıl. O kararı bugün vermek zorunda değildi. Michigan’da Ekim ayı yaşanıyordu. Hava soğuktu. Nehir boyunca yapacakları otuz kilometrelik bir yolculuk çocuklar için zor olacaktı. Hâlâ çok küçük olabilirlerdi. Aralarından biri suya düşerse ne olacaktı? Gözleri bağlı durumdaki Malorie o durumda ne yapabilirdi ki? Bir kaza, diye düşündü Malorie. Ne kadar da korkunç olurdu. Tüm bu çabalara, onca şeye karşın hayatta kalmış olmalarına rağmen bir kaza yüzünden ölmek. Malorie perdelere baktı. Ağlamaya başladı. Birilerine bağırmak istiyordu. Onu dinleyecek birilerine sızlanmak istiyordu.
Bu hiç adil değil, derdi. Bu çok acımasızca. Omzunun üzerinden mutfağın girişine ve çocukların yatak odasına çıkan koridora baktı. Kapısı olmayan eşiğin öte tarafındaki çocuklar ışıktan ve gözlerden uzak bir halde siyah kumaşlarla örtülmüş yataklarında sessizce uyuyordu. Kımıldamıyorlardı. Uyanık olduklarına dair hiçbir iz yoktu.
Ama yine de onu dinliyor olabilirlerdi. Kimi zaman en ufak bir sesi dinlemeleri için üzerlerinde kurduğu baskı ve kulaklarının ne kadar önemli olduğunu söyleyip durması yüzünden Malorie, çocukların düşüncelerini bile duyabildiğini düşünürdü. Güneşli günleri ve havanın ısınmasını bekleyip tekne konusunda daha dikkatli davranabilirdi. Çocuklara planından bahsedip onlara ne düşündüklerini sorabilirdi. Çocuklar iyi önerilerde bulunabilirdi. Sadece dört yaşında olsalar bile dinlemek için eğitilmişlerdi. Gözleri kapalı bir şekilde kullanacakları tekneyi yönlendirmek için yardımcı olabilecek becerilere sahiplerdi. Malorie’nin bu yolculuğa onlarsız çıkması mümkün değildi. Onların kulaklarına ihtiyacı vardı.
Tavsiyelerinden de faydalanabilir miydi? Dört yaşında olmalarına rağmen evlerini sonsuza dek terk etmek için en iyi zamanın ne olduğu konusunda söyleyecekleri bir şey olabilir miydi? Kendini mutfak sandalyelerinden birine bırakırken Malorie gözyaşlarıyla savaştı. Hâlâ çıplak ayak parmaklarını rengi solmuş linolyum döşemeye vuruyordu. Yavaşça başını kaldırıp kilere giden merdivenlerin üst kısmına baktı. Bir keresinde orada Tom isimli bir adamla, Don isimli bir adam hakkında konuşmuştu. Bir zamanlar, dışarıda olduğu için tir tir titreyen Don’un kuyudan kovalarca su taşıdığı lavaboya baktı. Öne uzandığında Cheryl’in kuşlar için yiyecek bir şeyler hazırladığı evin girişini görebiliyordu. Kendisiyle sokak kapısı arasında sessizlik ve karanlık içindeki salon vardı. Orası birçok insana dair hazmedilmesi gereken birçok anıyla doluydu.
Dört yıl, diye düşündü ve yumruğunu duvara geçirmek istedi. Malorie, dört yılın kolaylıkla sekize dönüşebileceğini biliyordu. Sekiz de çabucak on ikiye dönüşecekti. Ve sonra çocukları birer yetişkin olacaktı. Hayatları boyunca gökyüzünü hiç görmemiş yetişkinler. Pencereden bir kere bile olsun bakmamış yetişkinler. On iki yıl boyunca ahıra kapatılmış bir hayvan gibi yaşamak zihinlerine ne yapardı? Malorie, gökyüzündeki bulutların gerçekliğini kaybettiği ve kendilerini güvende hissettikleri tek yerin göz bağlarının siyah kumaşının ardı olacağı bir ânın gelip gelmeyeceğini merak ediyordu.
Malorie sertçe yutkundu ve onları ergenlik dönemine girene kadar tek başına yetiştirdiğini düşündü. Bunu becerebilir miydi? Onları on yıl daha koruyabilir miydi? Onları, onu koruyabilecek hale gelmelerine yetecek kadar uzun bir süre boyunca koruması mümkün müydü? Ve bunlar ne içindi? Çocuklarına nasıl bir hayat sunmak için onları korumaya çalışıyordu?
Sen kötü bir annesin, diye düşündü. Onlara gökyüzünün enginliğini öğretecek bir yol bulamadığın için. Bahçede, sokakta, boş evlerden ve eski arabalardan oluşan mahallede özgürce koşmalarını mümkün kılacak bir yol bulamadığın için. Ve gökyüzü siyaha dönüp de aniden harikulade bir şekilde yıldızlarla bezendiğinde uzaya bir kere dahi olsa bakmalarını sağlayacak bir yol bulamadığın için. Onları yaşamaya değmeyecek bir hayat için koruyorsun. Malorie, gözyaşlarıyla dolu bulanık bakışlarıyla perdelerin renginin bir ton daha açıldığını gördü. Dışarıda sis varsa bile uzun sürmeyecekti. Eğer sis ona yardım edebilecekse, onu ve çocukları nehirdeki kayığa doğru koşarken gizleyebilecekse çocukları şu anda uyandırması gerekiyordu. Eliyle mutfak masasına vurdu ve gözlerini sildi. Ayağa kalkıp mutfaktan ayrılarak koridora döndü ve çocukların yatak odasına girdi.
“Oğlan!” diye bağırdı. Kız! Uyanın.” Yatak odası karanlıktı. Odadaki tek pencere, güneşin en tepede olduğu anda bile güneş ışıklarının içeri girmesine izin vermeyecek kadar çok battaniyeyle kapatılmıştı. Odanın iki tarafında birer şilte vardı. Üzerlerinde ise siyah renkli birer kubbe. Bir zamanlar, kumaşın altındaki kümes telleri evin arka bahçesindeki kuyunun yanında uzanan küçük bahçeyi çevrelemek için kullanılıyordu. Ama son dört yıldır bir zırh işlevi görüyor, çocukları onları görebilecek olanlardan değil de onların görebileceklerinden koruyordu.
Malorie, kubbelerin altındaki hareketi duydu ve çivilerle odanın ahşap döşemelerine sabitlenen teli gevşetmek için dizlerinin üzerine çöktü. İki çocuğu ona uyku dolu, şaşkın gözlerle bakarken çoktan cebindeki göz bağlarını çıkarmaya başlamıştı bile. “Anneciğim?” “Kalkın. Hemen şimdi. Anneniz çabuk hareket etmenizi istiyor.”
Çocuklar çabucak onlardan istenileni yaptı. Sızlanıp şikâyet bile etmediler. “Nereye gidiyoruz?” diye sordu Kız. Malorie göz bağını kıza uzatıp, “Şunu tak. Nehre gidiyoruz,” dedi. Çocuklar göz bağlarını alıp siyah kumaşı sıkıca gözlerine bağladılar. Bu harekete iyice alışmışlardı. Eğer dört yaşındaki herhangi bir çocuğun bir konuda uzmanlaşması mümkünse bunda uzman oldukları bile söylenebilirdi. Bu, Malorie’nin kalbini kırıyordu. Onlar sadece çocuktu ve meraklı olmalıydılar. Neden bugün nehre –daha önce hiç gitmedikleri bir nehre– gideceklerini sormalıydılar. Oysaki bunun yerine kendilerine söyleneni yapıyorlardı. Malorie kendi göz bağını henüz takmamıştı. İlk önce çocukları hazırlayacaktı.
“Yapbozunu getir,” dedi Kız’a. “Ve ikiniz de battaniyelerinizi getirin.” Hissettiği heyecanı kelimelerle tarif etmek mümkün değildi. Neredeyse histeri gibiydi. Bir odadan çıkıp diğerine giren Malorie, ihtiyaç duyabilecekleri küçük nesnelere bakınmaya koyuldu. Aniden kendisini korkunç derecede hazırlıksız hissetti. Sanki ev ve altındaki toprak ansızın yok olmuş da onu koca dünyada savunmasız bir halde bırakmış gibi hissediyordu. Buna rağmen ânın deliliğine kapılıp göz bağlarının sunduğu korumaya odaklandı. Çantasına ne koyarsa koysun, silah olarak kullanabileceği ne tür aletler bulursa bulsun asıl korumayı göz bağlarının sunduğunu biliyordu. “Battaniyelerinizi getirin!” diye hatırlattı çocuklara.
İki ufaklığın da hazırlandığını duyabiliyordu. Sonra onlara yardım etmek için odalarına girdi. Yaşına göre daha küçük görünen ama Malorie’nin gurur duymasına yetecek kadar güçlü olan Oğlan kendisine büyük gelen iki tişört arasında karar vermeye çalışıyordu. Tişörtler uzun zaman önce ölmüş bir yetişkine aitti. Malorie tişörtü onun için seçti ve oğlanın koyu renkli saçlarının kumaşın altında kaybolup sonra da tişörtün yakasından belirmesini izledi. Malorie kaygılı ruh haline rağmen oğlanın son günlerde epeyce büyüdüğünü fark etti.
Yaşına uygun görünen Kız ise Malorie’yle birlikte eski bir çarşaftan diktikleri elbiseyi kafasından geçirmekle meşguldü. “Kız, dışarısı soğuk. Elbiseyle üşürsün.” Kız kaşlarını çattı; az önce uyandığı için sarı saçları karman çormandı. “Pantolon da giyeceğim, Anneciğim. Ve bir de battaniyelerimiz var.” Malorie’nin içindeki öfke kabardı. O sırada ona karşı koyulmasını istemiyordu. Kız haklı olsa bile en azından bugün ona karşı koymamalıydı. “Bugün elbise giyilmeyecek.” Dışarıdaki dünya, boş alışveriş merkezleri ve restoranlar, kullanılmayan binlerce araba, mağaza raflarında beklemekte olan tonlarca unutulmuş ürün evin üzerinde baskı yaratıyordu.
Onları bekleyen şeyi fısıldayıp duruyordu. Çocukların odalarının bulunduğu koridorun sonundaki küçük yatak odasına girip dolaptaki ceketini aldı. Sonra odadan, en azından bildiği kadarıyla, son defa çıktı. “Anneciğim,” dedi Kız onunla koridorda buluşarak. “Bisiklet kornalarımıza ihtiyacımız var mı?” Malorie derin bir nefes aldı. “Hayır,” diye yanıtladı. “Hep beraber olacağız. Yolculuğumuz boyunca.” Kız yeniden odasında gözden kaybolurken Malorie, bisiklet kornalarının çocuklarının en büyük eğlencesi olmasının ne kadar üzücü olduğunu düşündü. Yıllardır onlarla oynuyorlardı. Hayatları boyunca oturma odasında korna çalıp durmuşlardı. Ses Malorie’nin deliye dönmesine neden oluyordu ama asla kornaları ellerinden almamıştı. Onları asla saklamamıştı. Anneliğinin kaygıyla geçirdiği, sancı dolu ilk yıllarına rağmen böylesi bir dünyada çocukların kıkırdamasını sağlayan her şeyin iyi olduğunun farkındaydı. Kornaları Victor’u korkutmak için kullansalar bile. Ah, Malorie o çoban köpeğini öyle çok özlüyordu ki! Çocukları tek başına yetiştirirken nehir hakkında kurduğu planlar, kayıkta yanında oturan Victor’u da kapsıyordu. Victor onları yaklaşan hayvanlara dair uyarabilirdi. Tehlikeli şeyleri korkutup uzaklaştırmakta da faydalı olabilirdi. “Tamam,” dedi esnek vücudunu çocukların yatak odasına açılan kapının pervazına yaslayarak. “Hazırız. Şimdi gidiyoruz.” Bazı durgun günlerde ya da fırtınalı gecelerde Malorie onlara bu günün gelip çatacağını söylemişti. Evet, daha önce de nehirden bahsetmişti. Yolculuğa çıkmaktan da. Hayatlarının ondan kaçılması gereken bir şey olduğuna inanmalarına dayanamayacağı için asla “kaçış” kelimesini kullanmamaya özen göstermişti. Bunun yerine, onlara günün birinde onları uyandıracağını ve evlerinden sonsuza kadar ayrılmak için hazırlanmalarını isteyeceğini anlatmıştı.
Tıpkı örtülü pencerenin camında dolaşan bir örümceği duyabildikleri gibi Malorie’nin kararsızlığını da anlayabildiklerini düşünüyordu. Yıllardır mutfak dolabında bir yiyecek torbası durur, bayatlayana kadar öylece bekler ama daima yenilenirdi. Bu, Malorie’nin tıpkı söylediği gibi onları bir gün uyandıracağına dair verdiği sözün kanıtıydı. Görüyorsunuz, diye düşünürdü gergin bir halde perdeleri kontrol ederken, dolaptaki yiyecek de planın bir parçası. Ve şimdi o gün gelmişti. Bu sabah. Bu saatte. Sis çökmüştü. Kız ve Oğlan öne çıktı ve Malorie onların önünde dizlerinin üzerine çöktü. Göz bağlarını kontrol etti. Sıkıca bağlanmışlardı. O anda çocuklarının küçücük yüzlerine bakarken sonunda yolculuklarının başladığını fark etti.
“Beni dinleyin,” dedi onlara, çenelerini hafifçe tutarak. “Bugün bir kayığa binecek ve nehir boyunca ilerleyeceğiz. Uzun bir yolculuk olabilir. Ama söylediğim en ufak şeyi bile yapmanız çok önemli. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Evet.”
“Dışarısı soğuk. Battaniyeleriniz yanınızda. Göz bağlarınızı taktınız. Şu anda ihtiyacınız olan başka bir şey yok.
Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Evet.”
“Her ne olursa olsun göz bağlarınızı çıkarmayacaksınız.
Eğer çıkarmaya kalkarsanız canınızı yakarım. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Evet.”
“Kulaklarınıza ihtiyacım var. İkinizin de olabildiğince dikkatli bir şekilde dinlemesine ihtiyacım var. Nehirdeyken suyun ötesini, ormanın ötesini dinlemeniz gerekecek. Ormanda
bir hayvan sesi duyarsanız bana söyleyin. Suda herhangi bir
şey duyarsanız bana söyleyin. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Evet.”
“Nehirle ilgisi olmayan hiçbir soru sormayın. Ön tarafta
oturacaksın,” dedi Oğlan’ın omzuna hafifçe dokunarak. Sonra Kız’a dokundu. “Ve sen de arkada oturacaksın. Tekneye
bindiğimiz zaman sizi yerlerinize oturtacağım. Bense ortada
oturup kürek çekeceğim. Ormanda ya da nehirde bir şey duymadığınız sürece teknenin öte yanlarından birbirinizle konuşmanızı istemiyorum. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Evet.”
“Ne olursa olsun durmayacağız. En azından gittiğimiz yere varana kadar. Vardığımız zaman size söyleyeceğim. Eğer
acıkırsanız bu torbanın içindekileri yiyebilirsiniz.”
Malorie torbayı çocukların küçük ellerine verdi.
“Uyumayın. Sakın uyumayın. Şu anda kulaklarınıza hiç olmadığı kadar ihtiyacım var.”
“Mikrofonları da götürecek miyiz?” diye sordu Kız.
“Hayır.”
Malorie konuşurken göz bağlarını takmış bir yüzden diğerine bakıyordu.
“Bu evden ayrıldığımız zaman el ele tutuşacak ve kuyuya giden patika boyunca yürüyeceğiz. Evimizin arkasındaki
küçük açıklıktan geçeceğiz. Nehre giden yol bitkilerle kaplanmış halde. Birkaç adım atmak için ellerimizi bırakmak zorunda kalabiliriz ve eğer öyle bir durumla karşılaşırsak ikinizin de ceketime ya da birbirinizin giysilerine tutunmasını
istiyorum. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Evet.”
Sesleri korkmuş gibi miydi?
“Beni dinleyin. İkinizin de daha önce hiç görmediği bir
yere gidiyoruz. Evden daha önce hiç olmadığı kadar uzaklaşacağız. Dışarıda eğer beni dinlemezseniz hepimizin canını
yakacak şeyler var.”
Çocuklar suskundu.
“Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Evet.”
Malorie onları iyi eğitmişti.
“Tamam, o zaman,” dedi. Sesi biraz histerik çıkıyordu.
“Gidiyoruz. Şimdi yola çıkıyoruz. Buradan ayrılıyoruz.”
Çocukların başlarını alnına dayadı.
Sonra çocukları birer birer ellerinden tuttu. Hızlıca evin bir tarafından diğer tarafına geçtiler. Mutfağa vardıklarında Malorie titreyen ellerine rağmen gözlerini silip cebinde taşıdığı göz bağını çıkardı. Göz bağını sıkıca başının ve koyu renkli uzun saçlarının etrafına doladı. Sayısız kova su almak için arşınladığı patikaya açılan kapının koluna elini koyup duraksadı.
Evi arkasında bırakmak üzereydi. Bu ânın gerçekliği altında eziliyordu. Kapıyı açtığı zaman içeri soğuk hava doldu. Çocukların önünde dile getiremeyeceği kadar korkunç senaryolar ve olasılıklar yüzünden bulanan zihnine rağmen öne doğru bir adım attı. Neredeyse bağırarak konuşurken kekeliyordu. “Elimi tutun. İkiniz de.” Oğlan Malorie’nin sol elini tuttu. Kız ise minik parmaklarını kadının sağ avcuna yerleştirdi. Gözleri bağlı halde evden çıktılar.
Kuyu yirmi metre kadar uzaktaydı. Bir zamanlar duvarda asılı resim çerçevelerine ait olan küçük ahşap parçaları onlara yol göstermesi için patikaya yerleştirilmişti. İki çocuk da yüzlerce defa ahşap parçalarına ayakkabılarının burunlarıyla dokunmuştu. Bir defasında Malorie onlara ihtiyaçları olacak tek ilacın kuyudaki su olduğunu söylemişti. Malorie böylelikle çocukların kuyuya daima saygı göstermelerini sağlamıştı. Asla kuyudan su çekerken şikâyet etmemişlerdi. Kuyunun yanına ulaştıklarında ayaklarının altındaki zemin engebeliydi. Doğal olamayacak kadar yumuşaktı. “Açıklığa geldik,” dedi Malorie.
Çocukları dikkatli bir şekilde yönlendirdi. Kuyunun on metre kadar ötesinde ikinci bir patika başlıyordu. Bu patikanın girişi dardı ve ormanı ikiye ayırıyordu. Nehir buradan en fazla yüz metre uzaklıktaydı. Ormana girdiklerinde daracık girişi hissedebilmek için çocukların elini kısa bir süreliğine bıraktı. “Ceketime tutunun!” Patikanın girişine bağlanmış bluzu bulana dek dallara dokundu. Bluzu oraya üç yıl kadar önce kendi elleriyle bağlamıştı. Oğlan ceketinin cebini kavrarken Kız’ın da oğlanın giysisine tutunduğunu hissetti. Malorie yürürken durmadan onlara birbirlerine tutunup tutunmadıklarını soruyordu.
Ağaç dalları yüzüne batıyordu ama yine de sesini çıkarmıyordu. Kısa süre sonra Malorie’nin toprağa sapladığı işarete ulaştılar. Kırılan mutfak sandalyelerinden birinin bacağını, yolculukları sırasında ayağının takılıp yolu hatırlaması için patikanın tam ortasına saplamıştı. Kendi evlerinden sadece beş ev uzaklıktaki iskeleye bağlanmış durumdaki kayığı dört yıl önce keşfetmişti. Kayığı en son kontrol edişinin üzerinden bir aydan biraz daha uzun bir zaman geçmişti ama hâlâ orada durduğuna inanıyordu.
Buna rağmen aksini düşünmemek zordu. Kayığa onlardan önce başkası ulaşmışsa ne olacaktı? Ya kendisinden çok da farklı olmayan, yolun diğer tarafında, kayığa sadece beş ev uzaklıkta yaşayan ve son dört yılının her gününü kaçmak için yeterli cesareti toplamaya çalışarak geçiren bir kadın ondan önce davranmışsa ne olacaktı? Aynı kaygan sazlığa takılıp kayığın sivri çelik ucunu hissederek kurtuluşu onda bulan başka bir kadın ondan önce davrandıysa ne olacaktı? Hava, Malorie’nin yüzündeki çizikleri yakıyordu. Çocuklar şikâyet etmiyordu. Bu çocukluk değil, diye düşündü Malorie çocukları nehre doğru götürürken. Sonra onu duydu. İskeleye ulaşmadan önce kayığın suda çıkardığı sesi fark etti.
Durdu ve çocukların göz bağlarını kontrol ederek ikisini de sıktı ve çocukları ahşap iskeleye çıkardı. Evet, diye düşündü, hâlâ burada. Tıpkı evlerinin yanındaki sokakta hâlâ park halinde olan araçlar gibi. Tıpkı sokaktaki diğer boş evler gibi. Evden uzaklaşıp ormandan çıktıklarında hava iyice serinlemişti. Suyun sesi korkutucu olduğu kadar heyecan vericiydi. Kayığın durduğuna inandığı yerde dizlerinin üzerine çökerken çocukların ellerini bıraktı ve kayığın çelik ucunu aramaya koyuldu. Parmakları ilk önce, kayığı iskeleye bağlarken kullanılan halatı buldu.
“Oğlan,” dedi kayığın buz gibi ucunu iskeleye doğru çekerken. “Öne. Öne geç.” Ona yardım etti. Oğlan hazır olduktan sonra çocuğun yüzünü iki elinin arasına alarak bir kere daha, “Dinle. Suyun ötesini dinle. Sakın dinlemekten vazgeçme,” dedi. Kıza iskelede kalmasını söyledikten sonra gözleri görmeden halattaki düğümü açtı ve dikkatli bir şekilde kayığa binerek ortadaki kısma oturdu. Yarı ayakta yarı oturur pozisyonda kızın da kayığa binmesine yardım etti.
Kayık beklenmedik bir anda şiddetle sarsılınca Malorie kızın elini sıkıca kavradı. Ama yine de kızın sesi çıkmadı. Teknenin dibinde yapraklar, dal parçaları ve su vardı. Malorie bunları eliyle ayıklayarak kayığın sağ tarafına sakladığı kürekleri buldu. Kürekler soğuktu. Islaktı. Küf kokuyorlardı. Kürekleri demir oluklara yerleştirdi. İskeleden ayrılırken kürek çekmeye başladığı sırada güçlü ve dayanıklı görünüyorlardı. Ve sonra… Artık nehirdeydiler.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKafes – Sakın Gözlerini Açma
- Sayfa Sayısı312
- YazarJosh Malerman
- ISBN9786053758914
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gidiyor, Gitti, Gitmiş ~ Jenny Erpenbeck
Gidiyor, Gitti, Gitmiş
Jenny Erpenbeck
“Ağustos sonunda bir perşembe günü on adam, Berlin’deki Kırmızı Belediye Binası’nın önünde toplanıyor. Açlık grevi yapacakları söyleniyor. Tenleri siyah. İngilizce, İtalyanca, Fransızca konuşuyorlar. Ve...
- Dönüşüm ~ Franz Kafka
Dönüşüm
Franz Kafka
Gregor Samsa bir sabah kötü bir rüyadan uyandığında, kendini yatağında korkunç bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Demir gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatıyordu. Başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş karnını gördü; kahverengiydi.
- Gizemli Çikolata Dükkânı ~ Kim Ye Eun
Gizemli Çikolata Dükkânı
Kim Ye Eun
Seul’de gizemli bir çikolata dükkânı vardır, adı Sarang de Chocolate, yani Aşk Çikolatası. Burada pek çok mucize yaşanır, tüm âşıkların hikâyeleri dinlenir, dertleri teselli...