Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kafes – Bir Konstantinopolisiye
Kafes – Bir Konstantinopolisiye

Kafes – Bir Konstantinopolisiye

Özlem Kumrular

İstanbul’da vahşi cinayetler işlenir. Erkek kurbanlar vahşi olduğu kadar tuhaf yöntemlerle öldürülürler. Başkomiser Nosta ve ekip arkadaşları soruşturmalarını yürütürken bir başka erkek Cihangir’de okla…

İstanbul’da vahşi cinayetler işlenir. Erkek kurbanlar vahşi olduğu kadar tuhaf yöntemlerle öldürülürler. Başkomiser Nosta ve ekip arkadaşları soruşturmalarını yürütürken bir başka erkek Cihangir’de okla vurulup yaralanır…

Tarih doktoralı Başkomiser Nosta giderek bu katilin tarihi bir şahsiyeti taklit ettiğine kani olur… Cinayetler devam ederken, bu vahşetin Nosta’yla ve kayıp geçmişiyle bağlantıları ortaya çıkar. Nosta aklını ve bilgisini kullanıp bu karmakarışık düğümü çözebilecek midir?

Özlem Kumrular’dan tarih, mizah ve aşkla yoğrulmuş, doludizgin bir İstanbul polisiyesi, bir Konstantinopolisiye…

Sunuş

Özlem’le tanıştığımızda yıl 1997’ydi. Seçmeli bir yüksek lisans dersine girmiştim ve dersin hocası proje hazırlamak için ikili gruplar kurmamızı istemişti. Az kişiydik, etrafıma bakındım. Lisans yıllarından (ben Tarih’te, Özlem İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda) siması aşina, rockçı, hoş bir kız vardı solumda. Göz göze geldik, gülümsedik, bizim grup otuz saniyede kurulmuş oldu böylece. Bu sözlü tarih projesi için çalışırken iyi arkadaş olduk ve aynı konuda birlikte yazdığımız makalemiz prestijli bir dergide yayımlandı. 23 yaşındaydık sadece. Çok sevinmiştik.

Özlem’in planları o yıllarda son derece netti. Salamanca Üniversitesi’ne doktora yapmaya gidecekti, tarihçi olacaktı. İspanyolca öğrenmek neydi ki? 3-4 ayda hallederdi. Onun aklına koyduğu her şeyi yapabilecek kadar yüksek zekâlı, iradeli ve çalışkan olduğunu yıllar içinde iyice anlayacaktım. İspanyolca neydi ki hakikaten, Yunanca, Hırvatça vs öğrenmenin yanında?

Özlem doktorasını bitirip iyi bir tarihçi oldu ve çok sayıda kitapla makale yazdı ama en başından itibaren bir yandan da kurgu yazmayı sürdürdü. İlk romanı Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri 1998’de yayımlandı ve büyük ilgi gördü. Arkasından başka romanlar da geldi. Aşkın Beş Hali 2005’te La Mar de Letras / Uluslararası Çeşitlilik Ödülü’ne layık görüldü. Sultanın Mutfağı Özlem’in mutfak kültürüne, yeme içme tarihine merakını yansıtan bir tarihi romandı.

Arkadaşlığımız uzaktan ve İstanbul’da devam etti. Salamanca’ya gitmeden sıkı sıkı tembihledi, mektup yazacaktım ona. Tamam dedim, sözümü de tuttum. İnternet çağının epeyce başındaydık.

O çocuksu el yazısıyla yazdığım mektuplardan sayfaları arada WhatsApp’tan gönderirdi, gülerdik. Özlem her şeye kıymet verip sakladığı için, kişisel tarihimizin de arşivini tutmuştu elbette.

Dostluğumuz benim 2011 yılında Doğan Kitap’ta editör olarak çalışmaya başlamamla yeni bir boyut kazandı. Özlem Doğan Kitap’tan Türk Korkusu’nu 2008’de çıkarmıştı ve yayınevinin halihazırda yazarıydı. Yeni kitaplarında editörü ben olacaktım ve biz yine her kitapta 1997’ye ışınlanıp birkaç akşam boyunca, saatlerce bilgisayar karşısında çalışacak, metin üzerindeki pazarlıklarımızı sürdürürken bir yandan da gülüp eğlenecektik.

Sanırım pandeminin başlarıydı, Özlem bana polisiye okuduğundan ve polisiyeye bayıldığından bahsetti. Grangé, Nesbo, eline ne geçerse okuyordu. Sen de polisiyenin tadına vardın sonunda, demiştim gülerek. Daha sonra bir polisiye yazdığını anlattı. Şaşırdım çünkü bu kadar yıldır tanıdığım Özlem’le türü kafamda bağdaştıramamıştım. Özlem mizahı, aşkı, tarihi, tatlı sürprizleri severdi; bilerek ve isteyerek, bazen zorlayarak pembe gözlüklerle bakardı dünyaya. Suçu, insanın karanlık yüzünü araştıran polisiyeyle ne işi olabilirdi ki?

Bu sorunun cevabını, kitabı okuyunca anladım. Özlem hem kişisel hem de toplumsal krizleri içine yedirdiği bir kurgu oluşturmuştu. Evet yine aşk, mizah, otobiyografik öğeler vardı ama çok daha karamsar, hayatın hırpaladığı bir başkahraman yaratmıştı. Nosta’nın hayatı geçirdiği bir trafik kazasının öncesi ile sonrası olarak ikiye ayrılıyordu ve hafızasını kısmen kaybetmişti.

2022’de romanı yazmayı bitirmişti. İlk taslak hakkında konuştuk, revizeleri tartıştık. 2023 başında ikinci taslak elimdeydi. Yayınevinde baskı tarihini Eylül 2023 olarak belirledik. O korkunç kaza Haziran 2023’te yaşandı. Ben de birçok dostu gibi Özlem’in uyanacağına dair ümidimi uzunca süre yitirmedim. Özlem uyanabilir, kitabının basıldığını görebilirdi. Yayınevi olarak bekledik. Ta ki Özlem’i 29 Mayıs 2024’te kaybedene kadar…

Özlem’in ailesinin de isteği ve izniyle kitabı yayımlamaya karar verdik. Özlem olmadan onun kitabı üzerinde çalışmak hayatımda yaptığım en zor işlerden biri oldu. 27 yıllık dostumun yokluğunun her sayfada tekrar tekrar yüzüme çarpması dışında, editöryel kararlarda nerede duracağım konusunda diken üstündeydim. Kitaba illa hizmet etmeyen ama Özlem’in kalması konusunda ısrar edeceğinden emin olduğum birçok yeri bıraktım. Bu kitap esasen Özlem’in aziz hatırası için basılıyor çünkü.

Son olarak, Kafes’i (romanın adı da, altbaşlığı Konstantinopolisiye de Özlem’e ait) onun en iddialı kurgu eseri olarak gördüğümü söylemek istiyorum. Özlem okurları günümüz İstanbul’unda, İstanbul’un tarihi mekânlarında dolaştırırken bize etimolojiye meraklı, bilgili bir tarihçi olduğunu sürekli hatırlatıyor. Dünyayı ne çok gezdiğini, birçok kültürü kavramış ve bağrına basmış biri olduğunu da. Ve bu açıdan tarihi, basitçe fon olarak kullanan yazarlardan ayrışıyor. Tarih mezunu polis Nosta, aynı Özlem gibi, hiç durmadan okuyan, bulduğu ipuçlarını zihninde hızlıca birleştiren ve referanslarını sürekli değerlendiren bir başkahraman. Onun kadar komik, kafasının dikine giden, seçtiği epigrafa bakarsak unutarak öldüren bir kadın…

Romanın sevileceğine ve benim gibi onu şimdiden çok özleyen dostlarına, okurlarına güzel bir hatıra olarak kalacağına gönülden inanıyorum.

Hülya Balcı

Temmuz 2024

“Biliyor musun, insanları öldürüyorum Portuga?”
“Bunu nasıl yapıyorsun Zeze?”
“Onları unutarak…”

Şeker Portakalı, José Mauro de Vasconcelos

I. BÖLÜM

1

İstanbul’un günahın içinde çürümüş suç yatağı diğer semtlerinden gösteriş merakları, rüküş zevkleri ve paragöz kokonaları ile ayrılan Florya’ya doğru sirenleri bağırtarak gidiyorlardı. Haksız paranın çuvalla ve Bond çanta ile el değiştirdiği, iki kıtanın iki uzak ucunu birbirine suç teşkilatlarıyla bağlayan para babalarının merkezi bu beldede en iyi ihtimalle en masum kaçakçılığın vergi, en belalısının da uyuşturucu olduğunu bilmeyen yoktu. Beyaz kadın kaçakçılığı da dövizle zuhur eden zilyon çeşit kaçakçılıktan sadece biriydi. Kuşların, ağaçların ve dalgaların cumhuriyeti olan bu semtin sonradan görmeler, hayali ihracatçılar ve aşiret ağalarının imparatorluğu olmasıyla noktalanan trajik süreci bugün artık hiçbir sakinin umurunda değildi. Burada sadece para konuşuyordu.

80’li yılların simli kartpostallarındaki kar manzarasını hatırlatan bir İstanbul silueti içinden, insanın ömrünü gıdım gıdım çalan E-5 trafiğinde mevcut bütün trafik kurallarını özenle ihlal ettikten sonra, yolda daha fazla yaşlanmadan Florya’ya varabildiler. İş çıkışı E-5’te olmanın insanın ömrünü kemirdiği çoktan bilimsel olarak ispatlanmış olmalıydı. Bahçesinde bir silah patladığı zaman her katında kendilerini aramaya geldiklerini sanarak sotaya yatan insanlar oturan, suça doymuş apartmanlardan biri olmalıydı bu. İçi boş havuzun sırıttığı bahçeden geçip yan taraftaki apartman kapısından girerek merdiveni tırmandılar. İkinci kata vardıklarında açık kapıdan içeri daldılar. Olay Yeri İnceleme ekibi onlardan önce gelmişti bile. Haberi veren maktulün erkek kardeşi de hiç beklemediği bu manzarayı görünce bayılacak gibi olmuş, ancak kendine gelebildiğinde polisi aramıştı. Şimdi ekipten birinin gözetiminde koltukta oturup kolonyayla elleri ve yüzü yıkanarak ayakta tutuluyordu. Akşamüzeri birlikte bir tasarım üzerinde çalışmak için sözleştiği, ağabeyi kapıyı açmayınca o da kendi anahtarıyla kapıyı açıp girmiş ve hayatının sokunu yaşamıştı. Nosta henüz kendinde olmayan, cılız, kıvırcık saçlı, üzerinde yakası bollaşmış Ramones tişörtü olan adama kibarca başsağlığı diledi.

Tuhaf bir deterjan kokusu eşikten içeri girer girmez yakalıyordu insanı. Çilek gibi bir şeydi. Nosta çilek severdi. Duvar renklerinin insanlar hakkında çok şey söylediğine inanırdı ayrıca. Tek kelimeyle tarif etmesi gerekirse “sıradan” bir duvar rengi karşılamıştı onu: Devetüyü. Ancak bedevi bir kültürün aklına bu renge böyle bir isim koymak gelir diye içinden geçirecek vakti bile oldu. “Adalet” de öyle değil miydi? Arapça devenin her iki tarafına da eşit yük koymak anlamına gelen “adl” fiilinden geliyordu. Çok hızlı düşünüp çok hızlı hareket ediyordu. Bu yüzden yapayalnız kalmıştı. Kimse hızına yetişemediğinden, yakınları için bir ıstırap haline gelmişti varlığı. Kimse koşmak istemiyordu. Düşünürken bile.

Beyaz tulumlarıyla geniş evin dört bir yanına dağılan Olay Yeri İnceleme’den görevlileri kapüşonlarının kafalarını kapattığı beyaz tulumlarıyla her gördüğünde aklına o çılgın filmdeki Woody Allen’in sperm kılığına girmiş halinin gelmesine bir türlü engel olamıyordu: Seks Hakkında Bilmek İsteyip de Sormaya Cesaret Edemedikleriniz. Her seferinde başka bir şey düşünmeye çalışmaktan da bıkmıştı ayrıca. Bunu içine balıklama dalmak zorunda kaldığı bu mesleğin yıllar yılı üzerine pek de oturmuş olmamasına bağlıyordu. Evet, mesleği ona dar geliyordu.

Olay yerinden içeri girer girmez ışık hızıyla yarışan algısı bir kelebek avcısı gibi her şeyi yakalayıp süzerdi. Kapıyı gerisinde bıraktığı her saniye manzaranın tümünü oluşturan yapboz parçalarının her birinin ardında yatan saklı resimleri görecek kalibrede bir beyni vardı. “Yapboz arkası görmek” onun polis âlemine hediye ettiği bir deyim olmuştu.

Karşısına ilk önce en son Hz. İsa’nın vaftiz edildiği suyla silindiği belli olan yer karoları çıktı. Ne renk oldukları hakkında hiçbir fikri yoktu. Ya da en azından eskiden ne renk oldukları hakkında.

Belki de beyaza yakın bir renktiler, ama şu anda renk kartelasında var olmayan bir karışıma dönüşmüş, pislikle eşanlamlı bir renkten başka bir şey değildiler. Yerdeki toz öbekleri bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Hepsi ayrı bir devlet olarak bir köşede birikmişlerdi. Uzun zamandır gördüğü en tombul toz öbekleriydi. “Tozlar reşit olmuş” dedi kendi kendine. Ama garip bir şekilde koridor tertemizdi. Öbekler gözucuyla bakabildiği bazı odalarda yığılmışlardı. Koridorda asılı fotoğraflara hızla bakarak ekibin toplandığı odaya geldi. Savcı, savcı kâtibi ve adli tabip gelmişti.

Yarı karanlık, ağır bir kokunun her deliğe nüfuz ettiği siyah tonlarla örülmüş bir odaydı. Kalorifer petekleri ve perdelere sinen tozların ittifakından doğan ağır kokuya ise baygın bir kavun kokusu muhalefet ediyordu. Maktul, abanoz ağacından bir yatak üzerinde öylece yüzükoyun çırılçıplak yatıyordu. Ellerinden ve ayaklarından bir sicimle yatağın yanındaki etajerlerin çekmeceleri ile ayakucundaki çıkıntılara raptedilmişti. Yatakla öyle bir yekvücut olmuştu ki sanki kar beyazı bir buzdağının sadece tepesiydi gördükleri. İnce zarif elleri ölüm katılığına yenilmiş gibiydi. İskandinav beyazlığındaki teni, aynı toprakların başak sarısı dalgalı saçlarına eşlik ediyordu. Bu kavruk topraklarda alışıldık bir tip değildi.

Nosta yakamoz gibi ışıldayan pırıl pırıl bedene biraz yaklaştı. Ölüm lekeleri oluşmaya başlamıştı. Dokunmadan yandan bakınca ön tarafta kalan bu koyu mor renkleri görebiliyordu. Boylu boyunca uzanan orantılı beden Rönesans’ın Antik Yunan hayranlığının freskte can bulmuş şekli gibiydi: tatlı bir solgunluk. Tıpkı zamanın düşmanca hırpalamasına karşı zaferini ayakta tutmaya çalışır gibi. Cansız bedene biraz daha yaklaşınca kavun kokusunun rektumdan geldiğini fark etti. Bir parçası belli belirsiz yüzeyde kendini gösteren, başka meyveler gibi kararıp rengini kaybetmeyen büyükçe kavun parçasıydı bu. Rektuma tıkılmıştı.

Nosta şaşkınlık belirtisi göstermedi. Onun yerine Cinayet Büro Amirliği’nden kendisine yeni kakalanan çömeze dönerek “Her zaman böyle olmaz” dedi. Erkek ırkına duyduğu nefreti işine karıştırmamaya özen gösterme çabalarına yenilip farkında olmadan dudaklarını garip bir şekle sokarak. O tanımlanamayan yüz ifadesinin arkasından fiyakalı bir kahkaha patlatsa kimse garip karşılamazdı.

Çömez şaşkındı. Mesleğe pratik olarak attığı ilk adımlardan birinde pek de münasip olmayan bir yerine koca bir kavun dilimi sokulmuş bir maktulle karşılaşmak herkese nasip olmazdı doğrusu. Nosta ışık hızıyla sesli düşünmeye devam etti.

“Uçurtma ipleri.”

Stajyerin alt yazısı “Nereden bildiniz?” olan bakışına cevaben:

“Uçurtma ipini nerede olsa tanırım” diyebilirdi. Ama bunun bir usta-çırak ilişkisi olduğunu anımsayıp sabırla açıkladı: “Bu bir ‘hafta sonu babası’ muhtemelen. Her yer büyük olasılıkla tek evlat olan çocuğunun fotoğraflarıyla dolu. Eşine dair hiçbir anı yok ortalıkta. Bu hafta sonu babası olmanın kendilerine verdiği ağırlıkla istemedikleri şeyler yaparlar. Her türlü çocuk aktivitesi buna dahildir” diyerek antredeki rengi solmuş çerçeveler içinde sırıtan bir fotoğraf gösterdi:

“Aynen burada gördüğün gibi. Unutma ki, olay yeri her zaman tüm tanıklardan önce konuşur.”

Diğer büro elemanları arasında başlarda çömez olarak anılmaktan adı unutulsa da son zamanlarda telaffuz edilmeye başlanmıştı: Aslı. Kariyerine neredeyse beklemediği kadar hızlı başlamıştı. Nosta ile hayli çetrefil olduğunu çok kısa zamanda fark edeceği bir vakada görevlendirilmiş olmak onun için resme Velázquez’le başlamak gibiydi. Oysaki o henüz çöp adamdan daha iyisini çizemiyordu. Cinayet Büro’nun efsane kadınıyla, Başkomiser Nosta ile çalışacak olduğuna kendisi de inanamıyordu.

“Rigor mortis”1 dedi Aslı etajere yaklaşarak. Nosta maktulün sıkıca bir şey tuttuğu her halinden belli olan elini çoktan fark etmişti. Çömez, hatta tıp fakültelerinde de son zamanlarda kullanılan unvana layık bir “çömez ötesi” olmasına rağmen pek de cahil olmadığını ispatlamaya çalışıyordu sanki.

“Olmayabilir” dedi Nosta. “Yani bu ölüm katılığı olmak zorunda değil. Ölü sıkışması da olabilir. Elindeki o şey her neyse, ölmeden önce katılaşmıştır belki eli. Öldükten sonra değil. Ölmeden önceki kasılma durumu, öldükten sonra da devam eder. Nadir görülen bir ölüm sonrası değişimidir bu. Tabancayla intihar ederken elinde silah sıkışıp kalan insanlarda olduğu gibi. Savaşta siperde ölenlerde mimikler bile aynı kalır mesela. Bu da şimdi bizim işimize yarayacak. Daha geniş açıdan bakmalısın.”

“Rigor Mortis” dedi kız daha derinden bir sesle tekrarlayarak. “Çalan grubun adı.” Yatağın başucundaki iPad’de hiçbir parça yapmadan 90’ları kapayan bir metal grubunun yıllar sonra Londra’da toplanıp yaptığı kayıt çalıyordu. Kız sadece iPad’e dokunmamaya dikkat ederek gördüğü ismi söylemekle yetinmişti. Spotify’da devamlı çalma moduna alınmıştı. Ayrıca şarjı bitmesin diye prize takılmıştı.

“Vay, vay, vay!” dedi Nosta. “Şerefsiz enstalasyon yapmış.”

Adli tabip odada kendisinden başka kimse yokmuş gibi büyük bir ciddiyetle notlarını alıyor, cesedi ters çevirmek için her açıdan fotoğrafların çekilmesini bekliyordu. Saçlarının ön kısmı hafif dökülmüş, alnı kısmen açık, kulaklarının heybeti ve kartal bakışlarının keskinliği ile varlığını hissettirirken etraftakiler üzerinde tuhaf bir hâkimiyet kuruyordu. Nosta’nın varlığını görmezden gelerek hiç kimsecikler yokmuş gibi işine bakması az sonra patlaması muhtemel bir gerginliğin, gizli kalamayacak bir güç savaşının ilk kıvılcımlarını sergiliyordu adeta. Ama öyle olmayacaktı. Çünkü Nosta kimseyle dalaşa girmekten hazzetmezdi. Sadece işini yapar, herkesin de kendi işini yapması için gerekli alanı ve sessizliği sağlardı.

Odada garip bir koku vardı. Yerdeki toz öbeklerinden çok daha yaşlı olduğundan şüphe olmayan perde üzerinde yaşam kuran tozlar neredeyse perdeyi ağırlaştırmıştı. Camların apartmanın en kirli camları olduğunu görmüştü gelirken. Büyük bir yangın sonrası tüm is cama yapışmış gibiydi. Normal bir canlının burada nefes alması bile mucizeydi. Yalnız yaşayan adam camları ve perdeleriydi bunlar.

Hemen cebinden lateks eldivenlerini çıkartıp giydi. iPad’i aldı. Listedeki albümlere baktı. AC/DC’nin tüm albümleri vardı listede. Birbiri ardına sayısız AC/DC… Bir mesaj mıydı bu? Rigor Mortis’in çalıyor olması kadar bariz olmasa da bu da hasta kafalı birinden çıkan düzeneğin bir parçası olabilirdi. Ama karar vermek için henüz erkendi.

Nosta mutfağa girdi. Hangi filmde görmüştü hatırlamıyordu. Evler yemek kokan ve kokmayan evler olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu doğal olarak ikinci grup bir evdi. Mutfakta boş bira şişeleri, emektar bir tost makinesi, kahve için su ısıtmaktan başka bir misyonu olmadığı mutfağın halinden belli olan bir ısıtıcı, mutfağın sadece tek bir kenarına yığılmış, ama eviyeye konulmamış kirli tabak ve bardaklar… Eviye pırıl pırıldı. Dünyanın dört bir yanından gelen bira şişeleri özenle kapakları yerine geri takılarak raflarda sergiye açılmışlardı. Bir şişeyi eline aldı. Sonra diğerini. Bütün kapaklar neredeyse hiç dokunulmamış gibi yeniden kapatılmışlardı. Aşırı bir özenle. Eviyede tek bir tabak olmaması gibi, bu da hayli “uç” bir eylemdi. Yerde ise sayısız boş bira şişesi duruyordu. Çöpün yanında. Ertesi gün atılmayı bekleyen şişelerdi. Gece alkol tavan yapmış olmalıydı ortamda.

Mutfak dolapları plastik bir malzemeyle kaplanmıştı. Hani şu kaplarken kabarcıklar çıkarıp insanı deli eden cinsten. Yıllar önce kutu kapladığı için biliyordu bunu. Her bir kabarcığı yok etmek için tekrar çıkarıp yapıştırır, sonunda delirmenin sınırına gelirdi. Oysa bu adam bütün mutfağı baştan başa hiçbir kabarcık olmadan kaplamayı başarmıştı. Şapkası olsa sırf bunun için çıkarabilirdi. Sabırda bir dünya markası olmalıydı.

Buzdolabının üzerinde oğlu olduğundan şüphe olmayan küçük bir çocuğun farklı dönemlerde çekilmiş fotoğrafları vardı. Fotoğraflar Darwin teorisinin tam bir yalan olduğunu ispatlama çabasındaydı sanki. Teori doğruydu aslında, ama tersine işliyordu. Şeker bir oğlandan diş telleriyle sırıtan bir maymuna dönmüştü velet. İki çocuğun aynı oğlan olduğunu ispatlamak için en az bir ülke nüfusunun şahitliği gerekirdi.

“Nene suratlı” dedi kendi kendine. Nene suratlı? Nereden çıkmıştı bu deyim? İçinden çıkıvermişti, ağzından düşmüştü… Bir insan evladının başına gelecek en kötü şeydi. Kariyerine güzel bir bebek olarak başlayıp çirkin bir şeye dönüşmek. Evet, çocukları sevmezdi Nosta. Hem de hiç.

Buzdolabının üzerine bir de farklı açıdan bakınca eskiden başka bir fotoğraf daha olduğunu gördü. Renk farkı ve ince toz tabakasından anlaşıldığı üzere aynı boylarda bir fotoğraf daha asılı olmalıydı. Belki de sevgilisinin fotoğrafıydı. Kadın giderken hışımla çantasına atmış olabilirdi. Ya da kadın gidince o atmıştı.

Salona girdi. Ters asılmış Sanskritçe bir tablo köşede kendine yer bulmuştu. Rengi hayli solduğuna göre uzun zamandır buradaydı. Biraz kımıldatınca ardındaki toz izinden de burada uzun yıllar geçirdiğini anladı. Allah’ın bir kulu da çıkıp ona tablonun ters durduğunu söylememişti, belli. Ya da söylemişti de inadından düzeltmemişti. Belki de umursamamıştı. Bu ya arkadaş profilini gösteriyordu ya da gerçek bir inat küpü olduğunu. Şu an için çok gereksiz bir detaydı. Salonun köşesinde ise orta boy bir yılbaşı ağacı vardı. Belinden hafif bükülmüş, ayakta durmak için son çabasını sarf ediyor, bir yılbaşı daha geçirebilmek için son kozlarını oynuyor gibiydi. Parça parça takılarak oluşturulan sentetik yılbaşı ağacı, üzerindeki rengârenk süsleri taşımakta zorlanıyordu.

Son bir oda kalmıştı. Hani şu Türk geleneğinde çalışma masasından elektrik süpürgesine, tuvalet kâğıdı rulolarından çamaşır asacağına kadar her şeyin olduğu çok fonksiyonlu ama kişilik yoksunu odalardandı bu. Kapağı olmayan bir dolaba tıkılmış tuvalet kâğıdı ruloları ile büyük bir tezat oluşturan gitarlar bazı kültürlerin bu memlekette maya tutamayacağının en komik kanıtıydı. Aynı Ankara’da bir rock davulcusu arkadaşının odasındaki dolabın tepesinde duran çiçekli hurcun yanındaki davul gibi. Çok bizdendi. Zaten bizden garaj grubu değil, çıksa çıksa ütü odası grubu çıkardı.

Ne çok gitar vardı!

“Hakkıyla çalmayı da bilmiyormuş” dedi Nosta bir taraftan odanın muhtelif yerlerinde gitar ayakları üzerinde bırakılan gitarlara bakarak.

“Nereden anladınız?” diye sordu çömez yeniden aynı derecede şaşırarak.

Raftaki tozlu fotoğrafı alıp “Bundan” dedi. “İyi bir gitaristin odasında asılan tek fotoğraf 90’lı yıllardan kalma kıytırık bir grubun, kıytırık bir konserinden kalan bir fotoğraf olmaz” diye mırıldandı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Polisiye Roman (Yerli)
  • Kitap AdıKafes - Bir Konstantinopolisiye
  • Sayfa Sayısı456
  • YazarÖzlem Kumrular
  • ISBN9786256666740
  • Boyutlar, Kapak13.7x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Aşk Notası ~ AydilgeAşk Notası

    Aşk Notası

    Aydilge

    Kayıp Bir Notayım Ben! Ellerimi Tut. Düşüyorum. Yaklaştır Dudaklarını. Kalbimin Müziğini Duyamıyorum. “Sen gelmeden önce kendimi ölümün ucunda sallandırıyordum. Sense ipimi çözüp beni kalbine...

  2. Bozkurtlar ~ Hüseyin Nihal AtsızBozkurtlar

    Bozkurtlar

    Hüseyin Nihal Atsız

    BOZKURTLAR, Ateş çocuk dergisinin 7 Ocak 1937’de çıkan 7. sayısından, 29 ve 30. sayılar haricinde, 40. sayısına kadar tefrika edilip kitap olarak yayınlanacağı 1946’ya dek yarım...

  3. Dokuz ~ Ahmet KarayünDokuz

    Dokuz

    Ahmet Karayün

    …Kanıyorum bak, her yanım kızıl kan içinde. Kanıyorum gördüğüm o düşe hemen, her seferinde. Oysa hiç kanamıyorum o eşsiz gülüşüne. Ne kanmak düşlerime, ne...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur