Zar saydamlığında, kahverengiye durmuş derinin incecik damarları seçilebiliyor. Rengi atmış, çizgileri solmuş, kırmızı bir ibrişimle dürülmüş olarak duruyor sandığıın dibinde. Sandığın dibi, ibrişim düğümünün ucundan çözülüp ceviz zemine akan bir kangölüydü. (Acem tütünü kokuyordu, kehribar sarısı…) Suretin gizlediği kerameti aşikar ediyor sanki; bir ibrişim saçağı, bir gize nişan düşürüyor.
(Sandığı açtığında ilkin bu kırmızıyı görmüştü. Geleceğini)
Kadın mı erkek mi olduğu belli değildi.
Ya da anlaşılmıyordu.
…
**
“Suret Masalı”ndan, s. 9-19
I.
Deve derisine çizilmiş bir suretti.
II.
Zar saydamlığında, kahverengiye durmuş derinin incecik damarları seçilebiliyor. Rengi atmış, çizgileri solmuş, kırmızı bir ibrişimle dürülmüş olarak duruyor sandığın dibinde. Sandığın dibi, ibrişim düğümünün ucundan çözülüp ceviz zemine akan bir kangölüydü. (Acem tütünü kokuyordu, kehribar sarısı…) Suretin gizlediği kerameti aşikâr ediyor sanki; bir ibrişim saçağı, bir gize nişan düşürüyor.
(Sandığı açtığında ilkin bu kırmızıyı görmüştü. Geleceğini)
Kadın mı, erkek mi olduğu belli değildi.
Ya da anlaşılmıyordu.
Kimin sureti olduğu da bilinmiyor. İlk gören göz ona bir çocuğun sureti, diyebilir ancak. İri, şaşkın gözleri, küçücük ağzı vardı. Masumdu. İlk kez görüyormuşçasına bakıyor dünyaya. Masum bir hayretle dünyayı anlamaya çalışıyor, dünyaya gözleriyle dokunuyor. Hiçbir suça bulaşmamış, hiçbir kötülüğe tanık olmamıştı.
Hiç saç çizilmemiş surete. Alnına düşen perçemleri çevreleyen incecik bir sırma dolama var yalnızca. (Masumdu: cinsiyetsizdi)
Gülümsemiyordu ama, gülümser gibiydi; hem de gamzelerindeki hüzne rağmen. (Hüzün müydü? Bu bile belli değil…)
Suretin yaşının yüz ya da yüz elli olduğu tahmin ediliyor. Sandığın dibindeydi, Hacı Faris öleli beri…
Hacı Faris ile birlikte gömülmüştü.
Birini yansıtmıyor suret. Birinin sureti değil. Ya da belirli birinin. Bir şeyi görünür kılıyor yalnızca. Faris, sureti gördüğü o ilk gün böyle düşünmüştü.
(İlk ne zaman görmüştü sureti Faris?
Sandığı açmaya ilk ne zaman karar vermişti?)
Bir şeyi algılanabilir kılıyor sanki. (Aradığımız ya da yitirdiğimiz o şeyi) Yaşamın gizini biliyor gibi. Ve sanki bunun için susuyor. Kendinden çok başkalarına aitmiş duygusu uyandırıyor. Kendinden çok çağrıştırdıklarıyla ürkütücü. (Zaten her suret çağrıştırdıklarının büyüsü değil mi? Sevdalandıran, tapındıran, korkutan, iğdiş eden, öldüren çağrışımlarımızın kendi büyüsü) Faris, günler boyu bunu konuştu suretle. Yaşamın gizini. Masumiyeti. Suçsuzluğu. Günaha bulanmamış yaşamayı. (Hacı Faris fotoğraf koyuluğundaki sandalyesini bir köşeye çekip, bacak bacak üstüne atmış onları dinliyor, parmaklarının ucundan sarı tesbih taneleri dökülüyor bir fotoğraf sessizliğine) Kırık bir dize kalmış usunun uçurumunda:
“Ey her suça ortak çıkan kalbim!”
Sürekli bunu yineliyor. İkide bir belleğine dağılmış savruk dizeleri topluyor dudakları. (Kendi kendiyle konuşur gibi) Şiirler ona iyi geliyor. Gerçeğin parçalanmış yüzünü onların yardımıyla onarıyor. Kendi kaynaklarına inerken, onların başında durup soluklanıyor. İnsanın ve dünyanın gizine onlarla ermek istiyor. Şiirler ona iyi geliyordu.
Sandığı bir gün açacağını kendi de biliyordu.
Bir köşede sonsuza dek öylece duramazdı. O bütün içinde kilitledikleriyle.
(Hacı Faris kapının ağzında beliriyor, yerleri süpüren uzun mintanı, beyaz oyalı takkesi, tütün kokan avuçları ve kırlaşmaya yüz tutmuş sakallarıyla bütün kapılarını tutuyor malikânenin. Ardında sürekli bir nur gezdiriyor. Başının çevresini ışıklı aylalar sarıyor, sessiz fotoğraf yolculuklarının birinde, Faris’in odasına uğruyor)
Sandık günlerce kilitli durdu.
Tutmazlıklarını bir gün huzuru adına dengeleyecekti.
İç yorgunluklarını dinlendirecek.
“Ruhumu kimseye satamadım; benim de olmadı. Ve beni işgal etmeyi sürdürüyor. Ne kendime, ne çelişkilerime katlanamıyorum artık.”
Çelişkilerin/in farkında olarak yaşamak! Ne denli güç bir şey bu. İlk zamanlar insanı gönendiren, aklını okşayan bu bilinç, bu farkında olma durumu, bir zaman sonra kişiyi kendine hırpalatıyor, kendiyle yüz yüze bırakıyor. Sürekli yüz yüze.
İkilemlerin farkında olarak yaşamak.
İkilemleriyle birlikte yaşamak.
(Batılılaşırken ve bilinçlenirken öğrendiğimiz yaşama biçimlerinden biri daha)
Belki dürüst, birebir, ama mutsuz yaşama biçimlerinden biri. (Mutsuz zekâlar) Algıladıklarının cehennemini yaşayanlar…
Hele bu ikilemleri kılıflara gizlenmeden, yaftaların ardına sığınmadan yaşayan yürek yorgunları… Hiçbir oyuna katılmadan yaşayan ve kendini yazan tek kişilik oyunlar…
“Çelişkilerime katlanamıyorum artık. Çelişkilerimi katlanılması gereken bir şey olarak gördüğümden midir, nedir? katlanamıyorum. Gün günden kişiliğim parçalanıyor, birçok insan oluyorum. Birbirini sevmeyen, birbiriyle geçinemeyen birçok insan.”
Dağbaşı yalnızlıkları. Kitapların hayatla kendimiz arasında açtığı uçurum. Mutlu, iyi, duygulu, akıllı ve etkili bir insan olmak için okuduğumuz kitaplar! (Sayfalarında yaşadığımız ya da o sayfalardan kalkarak yaşantımıza sızan şeylerle artık hiçbir şeyi doğru düzgün yaşayamadığımız. Yaşamın ve kendimizin yitirdiğimiz kendiliğindenliği; Sayfalarında yaşadığımız) Kitleler! Kitleler! Karakamu ya da. Uğruna binlerce insanın öldüğü tek dişi kalmış canavar!
Bireye karşı toplum.
Bireyi ezen, bireyi yok eden bir karamasal.
Masal siyahı kalabalıklar.
Herkes sonunda birbirinin düşmanı olacak.
Herkes sonunda bir halk düşmanı olacak.
Evet, kendini dinlendirecekti. Kendini dindirecekti. Ama nasıl? Herkesin aradığı sorunun yanıtı nerede gizli?
(Bütün bildiklerinden, öğrendiklerinden, çağrışımlarından kurtulmak istiyor. Kendini zehirleyen çağrışımlarından)
Sosyal Ölüm. İşte kurtuluş çaresi! Huzurlu ve onursuz. Onay-lanmaların kolaycı rahatlığında yaşayıp gitmek.
Oysa biz bunu mu istiyorduk? Herkesin birbirini kurumlaşmış bir sevgiyle sevmesini, beğenmesini mi? Benimsemesini mi? Her haksızlığın, her yanlışın bir yazgı gibi yaşanmasını mı? Öyleyse niçin okuduk bunca şeyi? Biz, daha kendimizi bile aydınlatamamışken? Bunca umutsuzluğa, bunca yenikliğe, bunca intihara, ölüme, yıkıma değer miydi?
Değiştirmeye, dönüştürmeye çalıştığımız dünya bizi teslim aldı sonunda. Bütün silahlarıyla teslim aldı. Hacı Faris kapının ağzında, kuyunun ağzında bağırıyordu:
“Verin benden aldıklarınızı! hepsini geri verin! Talan, yağma ve uğruluk yazgınız olmuş sizin.”
Kitlelerle kaynaşmak adına, onlara kuyrukçuluk etmedik mi? Mitinglerde konvoy ilerlerken, camiiden ezan sesi geldiğinde halkımıza ters düşmeyelim diye susan, slogan atmayan, saygılı ve sessiz yürüyen kimdi? Biz değil miydik? Halkla bütünleşmeyi bu noktaya getiren bir anlayış hangi konvoyu nereye dek götürebilir?di?
Hem sonra halkımız anlıyor muydu bu saygıyı? Bizim ona ters düşmemek için gösterdiğimiz bu saygıyı anlıyor muydu? Daha mı çok seviyordu bizi? Yanımıza koşup hemen saflarımıza mı katılıyordu? Yoksa uzun vadede her ezan sesinde susa susa mı kazanacaktık onları? Sonunda bu uzun ezan hepimizin sesini…
Her şeyden ama her şeyden bu karakalabalık adına vazgeçmedik mi?
Bu karamasal canavarı sonunda bizi kendine benzetip, yalnız bırakmadı mı bizi?
Her şey… Şimdi her şey bomboş…
Onaylanmaların kolaycı rahatlığı. Üzerinde hiçbir ışık, hiçbir leke taşımadan. Sorgusuz yaşamak.
Silik yurttaşların memleketine doğru yola çıkmaya karar vermişti. (Dünyanın en geniş haritası) Bu memlekette düşünceleri de, kendileri gibi ortahalli insanlar otururdu. Çokulusluydular; dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. Ortalama düşünce, ortalama beğeni bu dünyanın yerçekimiydi. Bütün çeküllerin doğrultusunu belirliyordu. Kararı kesindi: Onlardan biri olacaktı. (Ayaspaşa’daki çatı katından bir gece bütün kitaplarını aşağıya attı. Çöplüğe. Teker teker bütün kitaplarını. Etekleri topuklarına değen uzun mintanlar giydi. Başına işlemeli bir takke geçirdi. Evin içinde dolaştı sabaha kadar. Gözleri sürekli kendi kendini dönen bir kara tesbihti artık. Dönüşü yoktu.)
Onlar gibi olacaktı artık. Onların beğendiklerini beğenecek, onlar gibi düşünecek, onlar gibi yaşayacaktı. Yoksa biliyordu ki, delirecekti. Delirmek, o kıl payı, o her an üzerinde gezindiğimiz sırat köprüsü. Bizden çok uzak olmayan ülke. Hatta sınır komşusu. Delilik biriktiriyordu. Hanidir delilik biriktiriyordu. Bunu en çok kendisi biliyor. Kafası artık bir uçurum. İnsanlarla kendi arasında bir uçurum. Kendi sesini bile yankılamıyor. Boğuk hırıltılar, anlaşılmaz sözler dökülüyor dudaklarının kilitli dağarından. Dünyayı anlamaya çalışmıştı. Onu yorumlamaya, dahası değiştirmeye. Dünyayı değiştirmeyi, toplumu dönüştürmeyi kendine ilke ve amaç edinmiş insanları tanımıştı. O insanların dünyasını. Her şey çok tekil, çok karmaşık ve çok paylaşılmazdı. (Onu yorumlamak, dahası değiştirmek; hem de kitapların dilini kullanarak… Yorgundu, güçsüzdü. İnançsızdı)
Hayatın dili kitapların dili…
Bu diller, bu iletişim noksanlıkları… Ayrı ayrı iki dil değil elbette; ama ne denli ayrı kılınmış. Her göz, her dil, her beyin, hemen her şey birbirinden ayrı düşmüş. En yalın şeyleri karmaşıklaştırıp, en karmaşık şeyleri de kolay ve ucuz dillerle çözmeye çalıştık. Kaç kişi farkında oldu bunun? Ve hâlâ aynı dillerin kapanına sıkışmış nasıl da debeleniyoruz.
Gitgide anlamaz olmuştu oysa. Okudukça, düşündükçe, durulmamıştı. Tersine artmıştı şaşkınlığı. Şimdi mutsuzluğuna sığınak arıyor. Yıkımlarını onaracak, yaralarını saracak bir sığınak. Sandığı işte o günlerde istetmişti.
Akademi’ye girdiğinde böyle düşünmüyordu oysa. Daha ışıklarını söndürmemişti o zamanlar; umudu tanıyordu, neşeliydi, hatta mutluydu bile denebilir. Oysa daha sonraları yüreğindeki kuşkular çizgilerine de yansımaya başladı. Kırık, tutuk, kararsız çizgilerdi bunlar. Bir türlü çizemiyordu; fırçası sürçüyordu sürekli. Bölünmüş, parçalanmış duyarlıklarını bütünleyemiyordu. Gözlerinde sürekli bir buğu, yüreğinde sürekli bir ağu vardı. Sağamıyordu. Artık eskisi kadar neşeli değil, panik içinde yaşıyor. Ne çizecek? Neyi çizecek? Kime-niçin-kimin için çizecek? Bütün bu soruları gönül rahatlığı içinde yanıtlaması gerekiyor. Bir renkte karar kılması. Bunun içinse duru, aydınlık bir kafaya gereksiniyor. Kendine verecek haklı yanıtlarının olması gerekiyor. Oysa o yoğun bir suçluluk duygusu içinde. Sürekli bir suçluluğu, kaynağı belirsiz bir pişmanlığı yaşıyor. Bu yüzden bütün davranışlarına, davranışlarının bütün ayrıntılarına bir savunma güdüsü sinmiş. İyi, doğru, güzel olmaya çalışıyor. Gerçek, sahici bir aydın olmaya. Ne ki bir şeyler izin vermiyor ona. Hayat izin vermiyor. En uzun mektepler gibiydi hayat. Bu tür kolaycı benzetmeler bile yetiyor içinin ışıması için. Hep öğrenmek, yaşamak, tartışmak, eleştirmek, yeniden hep yeniden başlamak diye düşünüyor. Upuzun bir yenilenme, sürekli yenilenme süreci olarak görüyor hayatı, tüm bir hayatı böyle düşünüyor. Sonunda her şeyin hiçliğe varacağı korkusunu içinde taşıya taşıya, her adımı atma yürekliliğini göstermeyi, yaşamanın en büyük anlamı haline getirmeye çalışıyor.
Metafiziği yoktu hayatının. Ya da kendi yok sanıyordu. Ölümse ölüm, yaşadığımız kadarının hakkını vermeliyiz. Bu yüzden ötesini düşünmüyor bile. Kitaplara sığınması boşuna. Kitaplar, korkularını, kuşkularını gidermiyor. Tersine yalnızlığını koyultuyor her okuduğu.
Kitapların aydınlığının, ışığının herkesten esirgendiği toplumlarda kaçınılmaz bir yazgı gibi yalnızlık.
Her kitabın aydınlığı, yalnızca koyu bir suçluluğu çıkarıyor açığa. (Sayfaları koyultan mürekkep karanlığının biriktirdiklerini, halkın sofrasına coşku içerisinde neden yayamıyorlar?)
Her yeni kitap, bir intihar lezzeti bırakıyor insanın ağzında; Çünkü bir süre sonra bu yalnızlık, intiharın bir lezzeti olduğunu düşündürmeye başlıyor insana.
“Ne okuluna gidiyor?”
“Resim okuluna.”
“Resim-İş hocası mı çıkacak?”
Nasıl zordu sözcüklerin denenmesi, yıpratılmış sözcüklerle yürek söküğü duyarlıkları anlatmak.
Neden sözcükleri değil de, renkleri, çizgileri yeğlemişti kendini anlatmak için? Bir iletişimin daha işin başında yadsınması anlamına gelmiyor muydu bu? Ya da büsbütün dilsizleşmek mi istiyordu? Resimlerini çizmek istediği insanlar, kendilerini onun resimlerinde tanıyacaklar mıydı peki? Bu resimleri belki de hiç görmeyeceklerdi bile. Ne kadar acı ve ne kadar gerçekti bu.
Nesle Teyze’yi hep mor bir resme yerleştirmeyi düşünüyor. İzbe kilerlerde, cigara dumanları arasında oturan, küfürlü konuşan mutsuz bir kadın olarak. Saldırganlığıyla gizlediği mutsuzluğu yüzünün çizgilerinden okunacak. Hep dolma saran, çorapları bileklerine dek düşmüş bir kadın olarak mor bir resmin en tenha köşesine yerleştirmeyi düşünüyordu.
Nesle Teyze’yi bir gün avluda ölü buldular.
(Takılmış bir uçurtma gibiydi ölüsü. Bir resmi gizliyordu)
Faris, Akademi’nin ikinci sınıfındaydı daha. Ve o resmi henüz çizememişti. Sonra hiç çizemedi. İçinde bir yemin gibi yaşayan bu resim onun tek eseri oldu. Her gece yatağında, uyumadan önce fiyatını biraz daha artırdığı, artırdıkça değerine daha çok inandığı tek eseri. Sonra bir gün onun Louvre’da olduğuna inanmak istedi. İnandı.
Sandığı açtığı gün:
“Şimdi farkına vardığım aslında hep eski yalnızlıklarım,” dedi. O güne dek sandığın –o kapalı sandığın– yüzlerce resmini çizmişti. Sandığı açtığı gün ise o resimlerin hepsini yaktı. Hiçbiri olmamıştı.
“Eskiden de duvarlar, duvar gibiydi. Beni kuşatıyorlardı. Sonra ben onları öğrendim. Ellerim uzun uzun üzerlerinde gezindi. Bütün memleketim bir duvardı benim. Ben öğrendikçe onları, tanıdıkça duvar olmaktan çıktılar, benim olmaktan çıktılar. Şimdi gene duvar gibiler. Ama öğrenilmiş olarak.
Ve ben çok yoruldum.”
Akademi’ye başladığı ilk yıllarda zekâsı ve yeteneğiyle hemen herkesin dikkatini üzerinde toplayan bir çocuktu. Gösterişi seviyor, kendine inanıyordu. Ve buna herkesi inandırmak istiyordu. Bir gün önemli bir kişi olacağına, önemli işler yapacağına herkes yürekten inansın istiyordu. Bunun için de sürekli ortalıklardaydı. Sürekli insanlara bir şeyler anlatıyordu. Her yere girip çıkıyor, herkesle tanışıyor, her an herkese varlığını hatırlatıyordu. Bu, onun için bir varoluş sorunuydu sanki. Böylelikle yaşadığını, var olduğunu duyuyor gibiydi.
Deneyden korkmuyor Faris. Her şeyi alabildiğine özgürce deniyor. Renkleri çok iyi tanıyor. Onlarla arasında iyi kurulmuş bir dostluk var sanki. Bütün renkler kendilerini, onun paletine hiç çekinmeden teslim ediyorlar. Çirkin bir şey çizmekten, yanlış yapmaktan hiç korkmuyor. Birçok şeyi bir arada çiziyor. Onu bırakıp ötekine başlıyor. Durmadan, usanmadan, soluk bile almadan birçok şeyi art arda, art arda… Bir resim dâhisi olup olmadığını sınamak istiyor. Hatta usul usul edindiği politik bilincin de dürtüklemesiyle olsa gerek, resim sanatının kendiyle birlikte yaygınlaşacağına, popüler bir sanat olacağına inanmak istiyor. (Kendine değilse bile geleceğine tapınıyor) Bu yüzden de panik halinde. Sürekli bir geç kalmışlık duygusunu yaşıyor. Eğer sıradan bir ressam olacaksa, bir resim dâhisi denmeyecekse kendine, resmi derhal bırakmayı düşünüyor. Bir şeyin en iyisi olamadıktan sonra, bir hiç olmayı yeğliyor. En iyiler ve en kötüler var onun gözünde. Arada kalmış hiçbir şeye yaşama hakkı tanımıyor. Bu düşüncenin yaşamımızın öteki ayrıntılarına sinmiş faşizmini görüyor, algılıyor ama, sanata, kendi uğraşına sinmiş olanını görmüyordu. Göremiyordu; çünkü her körleşmenin bir kutsallık düşüncesiyle başladığını henüz anlamamıştı.
Sürekli koşuyor Faris. Hiçbir şeyin üzerinde derinlemesine düşünmeden koşuyor. Kendini bir yaban atına benzetiyor. Issız bir bozkırda sürekli koşan bir yaban atına.
En güzel bozkırı çiziyor. Kendi de bunun farkında. Ama korkuyor bundan. Bir bozkır ressamı olarak kalmaktan, imzasının hep güneş ve buğday rengiyle birlikte anılmasından ürküyor. Soyut resme merak salması o sıralara rastlar. Soyut resim, onun kaçışlarına akademik bir saygınlık ve kolay anlaşılır bir gerekçe sağlıyordu. Aynı anda her şeyi birden olmak isteyen bir yeteneğin zorunlu uğrak yerlerinden biriydi soyut resim.
Snop bir çevre vardı Akademi’de. Kimsenin anlamadığı resimler yapıyorlardı. Kumaş parçalarını, teneke levhaları uç uca ekliyor, anlaşılmaz düzenlemeler, biçimlemeler deniyorlardı. Bir yere açılmayan deneylerdi bunlar. (Gerçekten anlatacakları bir şeyleri var mıydı? En çok bunu düşünüyordu Faris…) Sonra kopkoyu bir yalnızlığın akademik gerekçeleriyle alkollü bulutlara dalıyorlardı, küçük meyhanelerde, balık lokantalarında. Kendilerine acıyorlar, bırakılmışlıklarından tat alıyorlar. Sahici bunalımlar mıydı bunlar? Sahiden yalnız mıydılar?
Soyut resimler deniyor o aralar… yaptıklarının iyi mi, kötü mü olduğunu kendi de bilmiyor. Ölçütleri yok çünkü. Her önüne gelene soruyor. (Duvarlara çarpıyordu) Herkesin tepkisini yokluyor. Beğenisine güvendiği birkaç arkadaşının öldürücü eleştirilerini göğüslemek zorunda kalıyor çoğu kez. (Her eleştiri anlayışı öldürücü darbeler taşıyordu artık. Her söz son darbe…) Başarısızdı, çizemiyordu; Bu kesindi. Çizdiklerinde çok açık etkiler görülüyor. Daha çok Klee’nin, Miro’nun kötü taklitleri gibi. Üstelik bu denli çağrışımı olan ressamlardan yola çıkıyor olması da, zekâsına yönelik kuşkular beslenmesine yol açıyor. Ya da bile bile yapıyor; bir çeşit özyıkım adına… Daha az tanınan, daha az bilinen ressamlara el atabilir örneğin, bunları seçebilir etki kaynağı olarak. Neden bu denli tanıdık, bildik ve de bu işin üstesinden üstün yapıtlarla gelmiş, bu türün en iyi örneklerini vermiş kişilerden yola çıkıyor? Kendini mi yıkıyor böylelikle? Bir özyıkım güdüsü mü bu? Sahiden bu mu? Dahası önü alınmaz bir büyüklük duygusundan mı kaynaklanıyor? yoksa yalnızca bir akıl yetmezliği mi söz konusu?
(Yapayalnızdı. Ayaspaşa’da bir çatı katında)
Yalnızlığını yeni resimler, yeni deneylerle dağıtmak istiyor. Her şeyin en iyisini yapacağına inanmış bir kez. Her şeyin en iyisini yapması gerekliliğine…
Bozkıra dönmeyecekti bir daha. Kızıltepe’nin yalazlanmış düzlüklerini unutacaktı. Bozkır ıssızlığı ürkütüyordu onu. Soyut resmin de en iyisinin kendi tarafından yapılabileceğini göstermek istiyor. Bozkır sessizliğinden, o ıssız topraklardan ancak böyle kurtulabilecek.
Daha olgunlaşmamış, işleklik kazanmamış yeteneğini böyle birbirinden farklı, birbirinden değişik alanlara bölmesi, dağıtması önünde tehlikeli bir tuzak yaratıyor. Hevesini parçalayıp duruyor, coşkusunu birbirinden değişik işlere akıtarak zayıflatıyor. Hiç yeri değilken tutup grafiğe merak salıyor, iki gün sonra kolaja başlıyor, daha sonra da… Her şeyi denemek, her yoldan geçmek, her pınardan su içmek, sonunda da engin gönüllü, işlek bilekli bir ressam olmak istiyor. Dağınıklığı kendine yöntem edinmiş. Yeteneği, hırsına yetecek mi? Yoksa yenilip bir bozkır çoğaltmacısı mı olacak sonunda?
Bir sanatçı için, en öldürücü benzerliğin sanatı ile hayatı arasındaki benzerlik olduğunu düşünüyor. Her ikisinin birden başarısız olması da en kötüsü.
En çok en kötüsünden korkuyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıKaf Dağının Önü
- Sayfa Sayısı293
- YazarMurathan Mungan
- ISBN9789753420662
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 1999
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dağların Adamı Barnabo ~ Dino Buzzati
Dağların Adamı Barnabo
Dino Buzzati
İnsanın yalnızlıkla imtihanı Gazeteci, ressam ve hepsinin ötesinde ünlü romancı Dino Buzzatinin ilk romanı Dağların Adamı Barnabo ilk kez Türkçede Yazar, sembollerle dolu gerçeküstü...
- Bir Deli Ağaç ~ Pınar Kür
Bir Deli Ağaç
Pınar Kür
Değerli roman ve öykü yazarımız Pınar Kür, öykülerini bir yapı ustasının dikkatiyle kuran yazarlarımızdan. Edebiyatın her şeyden önce bir yapı sorunu olduğunu bilen, dağınık...
- Lal Masalları ~ Murathan Mungan
Lal Masalları
Murathan Mungan
Anlatsam İnanmazlar oğul, masal derler; Masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş gibi, masala inanmayan gerçeğe inanır mı? İÇİNDEKİLER Âzer ile Yadigâr Muradhan...