Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kadın Budalası
Kadın Budalası

Kadın Budalası

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Kadın Budalası, Dostoyevski’nin dünya çapında etki yapmış kitaplarından biridir. Dünya edebiyatının öncü yazarlarından Dostoyevski kitaplarında insan ruhunun derinliklerini ve toplumsal yaşamın karmaşık doğasını konu…

Kadın Budalası, Dostoyevski’nin dünya çapında etki yapmış kitaplarından biridir. Dünya edebiyatının öncü yazarlarından Dostoyevski kitaplarında insan ruhunun derinliklerini ve toplumsal yaşamın karmaşık doğasını konu edinir. Toplum birey ilişkilerini psikolojik bir bakışla derinlemesine ele alan yazar unutulmaz eserler vermiştir. Felsefi örgüye sahip eserleri evrensel bir anlama sahiptir. Güncel yaşamın sorunları üzerine düşünürken bu evrensel eserlerden yararlanmak bir zorunluluktur.

Kadın Budalası: Erkeklerin trajedisi.

***

I

Üç temmuz. Hava ağır, sıcaklık boğucuydu. O gün Velçaninov’un çok işi vardı. Öğleden önceki bütün zamanını oraya buraya koşmakla geçirmişti; akşam da Devlet Şûrası üyelerinden nüfuz sahibi birini görmeye gidecekti. İşini halledecek olan bu adamı, şehir dışında, Çornaya Nehri kıyısındaki evinde hemen ziyaret etmesi gerekiyordu.

Akşamüstü saat altıda, Nevski Caddesi’nde, ‘Polis Köprüsü’ yakınındaki bir lokantaya girdi. Burası eski ve bakımsız bir yer olmakla beraber bir Fransız lokantasıydı. Her zamanki köşede, kendisine ayrılmış olan küçük masaya oturdu ve yemeğini söyledi. Her gün şarap parası hariç bir rublelik yemek yiyordu. İşleri iyi olmadığı için, ender olarak şarap içiyordu. Çoğu zaman nasıl bu kadar kötü yemekler yiyebildiğine şaşıyordu; bununla beraber her seferinde yemeğini son kırıntısına kadar silip süpürüyor ve sanki üç gündür açmış gibi büyük bir iştahla yiyordu. Kendisi de bunun farkına vardığı zaman: “Bu herhalde hastalıklı bir durum,” diyordu.

O akşam küçük sofraya kötü kuruntularla oturdu; şapkasını köşeye attı, dirseklerini masaya dayadı ve düşünceye daldı. Genellikle kibarlığını koruyan ve gerektiğinde sakin kalmasını bilen bir adam olduğu halde, o akşam yakınında oturan herhangi biri en küçük bir gürültü yapacak veya garson derdini anlayamayacak olsa, Velçaninov’un kavga edeceği, hatta bir rezalet çıkaracağı kesindi.

Çorbasını getirdikleri zaman kaşığı eline aldı; fakat sert bir hareketle masanın üstüne fırlattı ve iskemleden savrulur gibi oldu. Beklenmedik bir düşünce onu birdenbire sarsmıştı. Günlerdir hiç ara vermeden kendisini boğan, nasıl olduğunu kendisinin de bilmediği ve anlayamadığı endişenin neden ileri geldiğini bir anda çıkarmıştı.

Gökten vahiy inmiş gibi:

“Şapka!. Evet o kötü şapka, üzerine yas tülü sarılı olan o iğrenç şapka: İşte her şeyin nedeni!..”

Velçaninov düşünmeye başladı; fakat düşündükçe yüzü asılıyor ve bu olay ona oldukça garip görünüyordu. Durup durup: “Fakat… gerçekten bir olay var mı?” diye kendi kendine soruyordu. “Şimdi bunda olaya benzeyen ne var?”

Olay şöyle gelişmişti:

On beş gün kadar önce, Podyaçeskaya ve Maçşanskaya sokaklarının kesiştiği köşede, şapkasında yas tülü olan bir adama rastlamıştı. Bu olayın üstünden ne kadar zaman geçtiğini tam hatırlamıyordu. Bu adamın diğer insanlardan farklı bir özelliği yoktu; fakat hızla geçmiş ve Velçaninov’a son derece keskin bir bakış fırlatmıştı. Velçaninov bu yüzü bir yerden tanıdığını hemen hissetmişti. Galiba ona bir yerde rastlamıştı.

“Hayatımda bunun gibi binlerce yüzle karşılaşmadım mı? İnsan her gördüğü yüzü ayrı ayrı hatırlayabilir mi?”

Bu karşılaşmanın üzerindee bıraktığı etkiye rağmen yirmi adım ötede onu unutmuştu bile. Fakat gariptir ki bu etki nedensiz ve çok özel biçimde bir sinirlilik halinde bütün gün devam etti.

Şimdi, aradan on beş gün geçtikten sonra, bütün bunları net bir biçimde anımsıyordu. O günkü gerginliğinin nedenini bilemediğini, anlayamadığını hatırlıyordu; o sabahki karşılaşmayla öğleden sonraki gergin ruh hali arasında bir bağlantı olabileceği aklına bile gelmemişti. Fakat meçhul adam kendini unutturmamıştı; ertesi gün Nevski Bulvarı’nda Velçaninov’un karşısına yeniden çıktı ve ilkinde olduğu gibi garip bir bakışla gözlerini ona dikti. Velçaninov da nefretini göstermek için yere tükürdü. Fakat bu davranışına kendisi de hayret etti: “Öyle yüzler vardır ki her nedense insana müthiş bir iğrenme duygusu verirler, bunda ne var ki?”

Bu ikinci karşılaşmadan, yarım saat sonra, düşünceli bir tavırla, “Kuşkusuz, daha önce bir yerde ona rastladım,” diye mırıldandı.

Ve yine bütün akşam yüzü asıktı; gece rahat uyuyamadı ve yaslı adamı o akşam sık sık düşündüğü halde keyifsizliğinin sebebinin o olabileceğini aklına getirmedi. Hatta ‘böyle budalaca bir şeye’ hafızasında bu kadar yer verdiği için kendine kızıyordu. Bu adamı düşünmenin kendisine acı verdiğini anlayacak olsa, bundan dolayı kendi gözünde küçük düşecekti.

İki gün sonra, ona Neva Nehri kıyısında bir iskelede yeniden rastladı. Velçaninov, bu sefer, yas tülü taşıyan adamın kendisini tanıdığına, fakat kalabalıktan dolayı yanına gelemediğine yemin edebilirdi. Adam belki de Velçaninov’u adıyla çağırmıştı. Söylediklerini iyi duyamamıştı. Bununla beraber Smolni Manastırı’na gitmek üzere bir arabaya atlarken sinirlendi ve hiddetle: “Fakat bu alçak herif de kim?” diye söylendi, “Eğer beni gerçekten tanıyor ve konuşmak istiyorsa neden yanıma gelmiyor?”

Yarım saat sonra Velçaninov, avukatıyla şiddetli bir tartışmaya girdi. Fakat gece olunca, üzerine tekrar o boğucu sıkıntı hali çöktü.

Aynaya bakarak: “Acaba safra kesem iyi çalışmıyor mu?” diye düşündü.

Sonra, ‘hiç kimse’ye rastlamadan, ‘alçak’la karşılaşmadan beş gün geçti. Bununla beraber yaslı adamı unutmasına da olanak yoktu!

“Fakat neden onunla bu kadar ilgileniyorum?” diye düşünüyordu. “Herhalde onun da St. Petersburg’da çok işi var… Fakat kimin yasını tutuyor acaba? Kuşkusuz, beni görünce tanıdı… Ama ben onu tanıyamadım… Bu adamlar neden şapkalarına yas tülü sararlar bilmem… Hiçbirine de yakışmaz… Onu daha yakından görürsem belki tanırım…”

Anıları arasında bir şeyler kımıldanıyor gibiydi. Çok iyi bilinen ama sonra unutulan ve bulmaya gayret edilen bir sözcük gibi bir şey. O sözcüğü insan iyi bilir, bildiğini de bilir, çevresinde döner durur, fakat bir türlü yakalayamaz: “Çok eskiden… Çok eskiden… Bir yerde… hani orada… Of, bıktım, neredeyse nerede… O alçak herif için bu kadar uğraşmaya değer mi?” Çok sinirlenmişti.

Fakat akşam, gündüzki ‘müthiş’ öfkesini anımsadığı zaman, suçüstü yakalanmış bir adam gibi şaşırdı. Hem endişelendi hem hayrete düştü: “Basit bir hatırlama yüzünden böyle birdenbire öfkelenmem için bir sebep olsa gerek…” Fakat düşüncesinin sonuna kadar gitmedi.

Ertesi gün daha şiddetli bir öfkeye tutuldu; ama bu sefer bir neden bulunduğundan ve sinirlenmekte haklı olduğundan kesinlikle emindi. “Bu derece küstahlık olur mu?” Yaslı adam yerin altından çıkmış gibi, yine, dördüncü defa karşısına dikilivermişti.

Olay şöyle gelişmişti:

Velçaninov, uzun zamandır peşinde koştuğu Devlet Şûrası üyesi olan o nüfuz sahibi adamla, tesadüfen sokakta karşılaşmıştı. Az tanıdığı ve işine faydası dokunabilecek olan bu yüksek memur, Velçaninov’la karşılaşmamak, ona yaklaşmamak için o ana kadar elinden geleni yapmıştı. Velçaninov nihayet amacına ulaşmanın mutluluğu içinde onun yanında yürüyor, göz ucuyla ona bakıyor ve kurnaz ihtiyarı konuşma ortamına çekmek için büyük çaba sarfediyordu. Fakat çok bilmiş adam dikkatli davranıyor, susuyor veya alaylı cevaplar veriyordu. Tam bu zor anda Velçaninov’un bakışları karşı kaldırımdaki yaslı adama takıldı. Meçhul adam olduğu yerde durmuş, gözlerini onlara dikmişti. Onları takip ettiğiaçıktı ve kuşkusuz onlarla alay ediyordu.

Bütün çabalarının boşa gitmesini bu ‘küstah adam’ın birdenbire görünmesine bağlayan Velçaninov, müthiş bir öfkeye kapılarak: “Lanet olsun! diye bağırdı ve Devlet Şûrası üyesine veda etti. “Lanet olsun!” Beni kolladığı, hareketlerimi gözlediği muhakkak! Buna şüphe yok! Bu iş için birinden para alıyor galiba, üstelik benimle alay da ediyor! Yapacağımı bilirim ben ona! Ah bir bastonum olsaydı!… Gidip bir baston alayım! Artık buna tahammül edemem! Bu adam kimdir Tanrı aşkına? Bunu öğrenmem gerekiyor!”

Dördüncü karşılaşmadan sonra üç gün geçmişti. Velçaninov, lokantadaki masasında kendinden geçmiş, adeta çökmüş vaziyette oturuyordu. Bütün gururuna rağmen bütün bunlara neden olanın ‘o’ olduğunu itiraf etmeliydi. Her şeyi enine boyuna düşündükten sonra, keyifsizliğinin ve on beş günden beri kendisini sıkan o garip endişe duygusunun nedeninin, yaslı adamdan başka bir şey olmadığını kabul ediyordu.

“Ben kuruntu sahibi bir adamım, bu doğru; her zaman pireyi deve yapmaya hazırım, bu da doğru; fakat bunu bilmek çektiğim acıyı hafifletmiyor ki! Böyle bir serseri benim gibi bir adamın tüm ruhsal yaşamını altüst edebildikten sonra… Dahası kalır mı?”

Doğrusu o gün meydana gelen ve Velçaninov’u çileden çıkaran beşinci karşılaşmada, deve artık pireden başka bir şey değildi. Yaslı adam Velçaninov’un yanından geçmiş, fakat onu süzmemiş, onu tanır gibi davranmamıştı. Başı önüne eğik olarak yürüyüp geçmiş ve dikkati çekmemeye özen göstermişti. Velçaninov ona doğru ilerlemiş ve yüzüne bağırmıştı: “Hey! Yaslı adam! Şimdi de sen kaçıyorsun! Dur! Kimsin sen!” Bu seslenişin ve sorunun hiçbir anlamı yoktu. Kendisine seslenilen adam geriye dönmüş, biraz duraklamış, tereddüt eder gibi olmuş, bir şey söylemek veya yapmak ister gibi görünmüş, son derece kararsız kalmış, gülümsemiş, sonra arkasına bakmadan hızla uzaklaşmıştı. Velçaninov, şaşkın bir halde, onu gözleriyle takip etmiş, “Yoksa o benim peşimden gelmiyor da ben mi onu takip ediyorum?” diye düşünmüştü.

Yemeğini bitirdikten sonra Devlet Şûrası üyesinin şehir dışındaki evine gitti. Adam evde yoktu. Sabahtan bu yana eve gelmediğini, şehirdeki yeğeninde olduğunu, gece saat üçten veya dörtten önce de dönmeyeceğini söylediler. Velçaninov bunu bir hakaret olarak kabul etti ve şehirdeki yeğenin evine doğru yola koyuldu. Fakat yolda, işinin tamamen bozulacağını hesap ederek bu düşüncesinden vazgeçti, yarı yolda arabasından indi ve yürüyerek Büyük Tiyatro yakınındaki evinin yolunu tuttu. Yürümek ihtiyacında olduğunu hissediyordu. Sinirlerinin sarsıntısını yatıştırmak için rahat uyuması, uyumak için de yorulması gerekiyordu. Yol uzun olduğu için ancak saat on buçukta ve bitkin bir halde evine döndü.

Velçaninov’un uzun araştırmalardan sonra mart ayında kiralayabildiği ev, kendisinin her zaman söylediği kadar rahatsız ve kötü değildi. Binanın girişinin biraz loş hatta pisti, fakat ikinci katta bulunan dairenin yarı karanlık bir holle birbirinden ayrılan, çok aydınlık ve oldukça yüksek tavanlı iki odası vardı. Bu odalardan biri avluya, öteki sokağa bakıyordu. Birinci odanın bitişiğinde yatak odası olarak kullanılmaya elverişli küçük bir oda vardı. Fakat Velçaninov oraya kâğıtlarını ve kitaplarını koymuştu. İkinci odayı kendine ayırmıştı. Buradaki divanı, yatak olarak kullanıyordu. Her iki odanın eşyaları eskimiş olmakla beraber göze rahat görünüyorlardı. Sağda solda, daha iyi günlerin izlerini taşıyan birkaç kıymetli eşya, tunç veya porselen biblolar, iyi cins kadife kumaşlar, usta ellerden çıkmış tablolar vardı. Bütün bunlar, Palageya’nın ailesinin yanına dönmesinden sonra, biriken toz altında karmakarışık görünüyordu. Palageya, Velçaninov’un hizmetçisiydi. Günün birinde, Novgorod’daki ailesinin yanına dönmek üzere aniden gitmişti.

Bir dünya güzeliyle yalnız kalmış olsa bile şerefine söz getirecek bir davranışta bulunacak bir adam olmayan Velçaninov, genç kızın böyle garip bir biçimde evden ayrılışını düşündükçe kulaklarına kadar kızarıyordu. Palageya’nın hizmetinden çok memnun kalmıştı. Onu ilkbahara doğru, yani evini yeni tuttuğu sıralarda yanına almıştı. Palageya çok çalışkan bir kızdı. Kendisine gösterilen işleri kısa sürede yoluna koymuştu. Velçaninov bu kızdan sonra başka hizmetçi tutmak istemedi. “Bu kadar kısa bir süre için kimseye gerek yok,” diyordu. Aslında hizmetçilerden nefret ederdi. Bu nedenle sabahları odaların, kapıcının kız kardeşi Mavra tarafından temizlenmesi kararlaştırıldı. Her sabah evden çıkarken Velçaninov, bahçeye bakan odanın anahtarını ona bırakıyordu. Gerçekte Mavra iş yapmıyor, sadece parasını alıyor ve belki de çalıyordu. Velçaninov bütün bunlara aldırış etmiyor, hatta evin boş kalmasına memnun bile oluyordu.

Fakat bazı günler, canı sıkkın eve döndüğünde bu ‘pislik’ karşısında isyan ediyor ve odasına iğrenerek giriyordu.

O akşam, Velçaninov eve gelir gelmez soyundu ve kendini yatağa attı. Hiçbir şey düşünmemeye, ne olursa olsun hemen uyumaya karar vermişti. Başını yastığa koyar koymaz uykuya daldı. Bir aydır bunu ilk defa yapabiliyordu.

Velçaninov üç saat uyudu… Hummalı gecelerin kâbuslarıyla dolu üç saatlik bir uyku… Rüyasında, cezalandırılması gereken bir suç işlediğini görmüştü; o bu suçu reddediyor, fakat her taraftan birçok insan çıkıyor ve onu suçluyordu. Büyük bir kalabalık toplanmıştı ve ardına kadar açık kapıdan içeriye durmadan insan giriyordu. Sonra, bütün dikkati, iyi tanıdığı, fakat şu anda hayatta olmayan ve şimdi birdenbire karşısına çıkan garip biri üzerinde toplandı. En kötüsü bu adamın kim olduğunu hatırlayamaması, adını unutmasıydı; bütün bildiği şey, bu adamı önceleri çok sevmiş olmasıydı. Orada toplanan kalabalık son sözü bu adamdan bekliyordu. Bu söz, onu ya suçlu durumuna getirecek ya da kurtaracaktı. Fakat adam masanın yanında oturuyor ve inatla susuyordu. Gürültü eksilmiyor, insanların hiddeti artıyordu. Velçaninov, adamın bu susuşu yüzünden birden çileden çıkarak onu tokatladı sonra sakinleşti… Biraz önce dehşet ve üzüntüyle sıkışan kalbi rahat rahat atmaya başladı. Fakat yine çılgınca bir öfkeye tutuldu, adama bir daha, bir daha vurdu ve sonra öfke ve korkuyla, kendinden geçmeye kadar varan bir tür sersemlik içinde vurdu, vurdukça rahatladı, saymadan vurdu, durmadan vurdu. Her şeyi, ‘bütün bunları’ yok etmek istiyordu.

Sonra insanlar bir korku çığlığı atarak kapıya doğru ilerlediler ve yine o anda kapının çıngırağı, koparılmak isteniyormuş gibi çekilerek üç kere çalındı.

Velçaninov uyandı, gözlerini açtı, yatağından aşağıya indi, kapıya koştu. Çıngırak sesinin gerçek olduğundan, rüya görmediğinden ve kapıda içeri girmek isteyen bir adamın beklediğinden şüphesi yoktu. “Bu kadar açık, bu kadar gerçek bir çıngırak sesinin rüya olması garip olur!” diye düşünmüştü.

Fakat, çıngırak sesi rüyadan başka bir şey değildi. Velçaninov kapıyı açtı, hole çıktı, merdivene bir göz attı: Kimse yok! Çıngırak hareketsiz duruyordu. Velçaninov şaşkındı, fakat isteğinin yerine geldiğini görüp, hoşnut olarak içeri girdi. Bir mum yaktı ve kapının sadece itilmiş olduğunu, ne anahtarla, ne de sürgüyle kilitli olmadığını hatırladı. Bu dalgınlığı sürekli yapıyordu ve bunu önemsemiyordu. Palageya bunu kendisine birkaç defa söylemişti. Velçaninov hole döndü, kapıyı bir kere daha açtı, dışarıya göz attı, sonra kapıyı kapadı ve anahtarı çevirmeden yalnız sürgüyü çekti. Bu sırada saat iki buçuğu çaldı: Üç saat uyumuştu.

Rüya sinirlerini bozmuştu, tekrar yatağa girmek istemedi. Bir sigara yakarak, yarım saat kadar odanın içinde dolaşmayı tercih etti. Hafifçe giyindi, pencereye yaklaştı, ağır ipek perdeyi, sonra beyaz storu kaldırdı. Şafak sökmüş, sokağı aydınlatmaya başlamıştı. St. Petersburg’un aydınlık yaz geceleri onun sinirlerini daima bozmuştu. Son günlerde, bu nedenle uykusuzlukları o kadar sıklaşmıştı ki, iki hafta önce pencerelere ağır ipek perdeler asmak zorunda kalmıştı. Bu perdeler onu gün ışığından iyice koruyordu. Perdeyi açık bıraktı, masanın üstünde yanan mumu unuttu, pek kederli duygular içinde odada dolaşmaya başladı. Rüyanın bıraktığı etki devam ediyordu. O adama elini kaldırabilmiş ve onu dövebilmiş olmak düşüncesiyle yüreği burkuluyordu.

“Fakat bu adam yok ve hiçbir zaman da olmayacak. Bana acı veren bütün bu masal bir rüyadan ibaret!”

Sanki bütün endişeleri bu nokta üzerinde toplanıyormuş gibi, kendisinin hasta olduğunu, ‘hasta bir adam’ olduğunu düşünmeye başladı…

İhtiyarlığını ve sağlığının bozuk olduğunu kabul etmek ona daima güç gelirdi ve kara düşüncelere saplandığı saatlerde, kendisiyle alay etmek istercesine, bu hastalıklardan herhangi birini bile bile abartırdı.

Bir taraftan odanın içinde dolaşıyor, bir taraftan da:

“İhtiyarlık!” diye mırıldanıyordu. “Dayanılmaz bir biçimde ihtiyarlıyorum, hafızamı kaybediyorum, hayaletler, rüyalar görüyorum, çıngırak sesleri duyuyorum… Lanet olsun! Bu gibi kâbusların ben de hum

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKadın Budalası
  • Sayfa Sayısı192
  • YazarFyodor Mihayloviç Dostoyevski
  • ÇevirmenOsman Çakmakçı
  • ISBN9789758688081
  • Boyutlar, Kapak11x21, Karton Kapak
  • YayıneviBORDO SİYAH / 2010

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Budala ~ Fyodor Mihayloviç DostoyevskiBudala

    Budala

    Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

    Dostoyevski bu eserinde, sara hastası Prens Mişkin´i merkezine yerleştirdiği bir dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarına değinmekte ve toplumun ne kadar...

  2. Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ~ Fyodor Mihayloviç DostoyevskiEzilmiş ve Aşağılanmışlar

    Ezilmiş ve Aşağılanmışlar

    Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

    Dostoyevski’nin duygusal bir melodram ile kendi kişisel hikâyesini birleştirdiği ilk büyük romanı.Ezilmiş ve Aşağılanmışlar`ı diğer melodramatik-duygusal-tefrika romanlardan bambaşka bir yere yerleştiren şey, anlatıcı kahramanı...

  3. Ezilenler ~ Fyodor Mihayloviç DostoyevskiEzilenler

    Ezilenler

    Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

    Geçen yıl, Mart ayının 22. gününün akşamında çok garip bur olay yaşadım. Oturduğum ev rutubetli olduğu için öksürük krizim tutmuş ve o gün, akşama...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Gösteri Peygamberi ~ Chuck PalahniukGösteri Peygamberi

    Gösteri Peygamberi

    Chuck Palahniuk

    Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı… Televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk… Gösteri Peygamberi, yeni bir...

  2. Titan’ın Sirenleri ~ Kurt VonnegutTitan’ın Sirenleri

    Titan’ın Sirenleri

    Kurt Vonnegut

    UZAYDA VEZAMANDA CURCUNALIBİR YOLCULUK.Kesinkes bildiğim ilk şey şu: Eğer sorular mantıksızsa, cevaplar da mantıksız olacaktır. Milyoner kâşif Winston Niles Rumfoord uzaygemisiyle bir kronosinklastik infundibulumun...

  3. Semerkant ~ Amin MaaloufSemerkant

    Semerkant

    Amin Maalouf

    Amin Maalouf, Doğu´ya, İran´a bakıyor. Ömer Hayyam´ın Rubaiyat´ının çevresinde donen ıçiçe iki öykü 1072 yalında, Hayyam ın Semerkant´ında. başlayan ve 1912´de Atlantikte bitmeyen:bir serüven…...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur