“Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir.”
İnsan umutla, sabırla, aşkla, iyimserlikle geleceğini tasarlar. Kimi zaman basit bir tatil planıdır bu, kimi zaman ise huzurlu bir emeklilik hayali veya tüm ülkenin kaderini değiştirebilecek yeni bir teknolojinin geliştirilmesi… İnsan kendine mutlu bir gelecek inşa etmek için elinden geleni yapar ama kaderin de insanlar için planları vardır. Ve kader tatil yapmaz.
O. Ertuğrul Önen, engin hayat tecrübesinden damıtarak yazdığı hikâyelerde her gün karşımıza çıkabilecek farklı ve bir o kadar da tanıdık çehreleri resmederken kaderin herkesin hayatında nasıl bir rol oynayabileceğini de incelikle gösteriyor.
İlmik ilmik örülmüştür yaşam
Yolu bellidir şaşmaz
Nerede ne zaman bilemezsin
Kader tatil yapmaz
İçindekiler
Emekli Memduh Huzuru Buldu……………………………………….11
Kasabanın Delisi……………………………………………………………….29
Talih Kuşu ………………………………………………………………………..40
Kim Şeytan Kim Melek……………………………………………………..53
Kader Tatil Yapmaz ………………………………………………………….69
Kabadayı…………………………………………………………………………..83
Başkasına Kuyu Kazan, Kendi Düşer İçine ……………………….91
Deniz Yağmura Kavuştu………………………………………………… 106
Baba, Oğul, Torun ………………………………………………………….. 119
İntikam Soğuk Yenen Bir Yemektir………………………………… 136
Kime Niyet Kime Kısmet ……………………………………………….. 147
O, Borcunu Ödedi ………………………………………………………….. 164
Emekli Memduh Huzuru Buldu
Askerlik hizmetini tamamlayıp devlet memuru olarak çalışmaya başladığında henüz gençliğinin baharındaydı. Nasıl geçmişti bu bir ömür kadar uzun yıllar? Dile kolay tam kırk yıl dirsek çürüttükten sonra artık emekli olmasına sayılı günler kalmıştı. Bir mühendis olarak adım attığı bu bakanlıkta en alttan başlayıp hiçbir kademeyi atlamadan, haksızlıkla kimsenin önüne geçmeden, bürokrasinin en üst kademelerine gelip uzun yıllar ağır sorumluluklar alarak devletine ve milletine hizmet etmişti.
Bunların hepsi öyle kolay, bir eli yağda, bir eli balda geçen mutlu, sorunsuz yıllar değildi. Doğal olarak hizmetlerinin bir sonuca ulaşmasıyla yaşanan mutluluklar, başarılarının milletin takdirini görmesiyle duyulan gurur anları da eksik değildi bu hizmet yıllarında. Ancak ülkesi Büyük Atatürk’ten sonra ne siyasi ne ekonomik ne de sosyal sorunlarını çözebilmiş, dengelerini yerli yerine oturtabilmiş bir ülke değildi. Milletçe çok hareketin, güçlü değişimlerin yaşandığı çalkantılı bir hayatın içinde debelenip durmuşlardı. İhtilaller, muhtıralar, ömrü ancak haftalarla ölçülen hükümet dönemleri yaşamışlardı. Siyasi partilerin birbirlerini rakip değil düşman gibi gördükleri, koalisyon ortaklarının birbirlerini ortak değil hasım yerine koydukları, iktidardaki siyasi parti temsilcilerinin görevi devralacak bakanlarla birlikte bakanlıklara adeta kaleyi teslim almaya gelen fatih edasıyla silahlı külahlı adamlarla baskın yapar gibi geldiklerine tanık olmuşlardı.
Bakanların içinde devlet adamı kimliğiyle öne çıkanı o kadar azdı ki çoğunluğu liderin lütfu ile bu payeye ulaşmış bir emir kulu, bir parti militanı edasıyla devlet yönetmeye çalışan tiplerdi. Dolayısıyla bu tür bakanların yanlarına doldurdukları adamlar da liyakatten çok sadakat ilkesine göre seçilen, siyasetin ayaktakımıydılar. O günleri hatırladıkça şimdi bile yüreğinin sıkıştığını hissediyordu. Yılları, bu adamlara hükümet ile devletin farkını anlatmakla, devletin ancak ehil kadrolarla başarıya ulaşılabileceğine ikna ederek iş bilir, dürüst kamu görevlilerini siyasetin kıyımından korumak için mücadele etmekle geçmişti.
Uzun hizmet yılları boyunca, bu türden siyasetçilerin ve bunların İstanbul’da yuvalanmış işbirlikçilerinin, kendini topluma işinsanı diye pazarlayan fırsatçıların sürekli devleti tırtıklamalarına, “Suyun başına oturan testisini doldurur” lafına deyişine uygun tutumlarına engel olmaya, yetimin hakkını yedirmemeye, devletin kuruşunu sakınmaya, sonuçta her şeyi yasaların öngördüğü şekilde sonuçlandırmaya çabalayıp durmuştu. Onun ve onun gibi davranan devlet görevlilerinin bu duruşları takdir göreceğine bu tür davranışlar, bu ittifak ve onların doğal destekçileri bir kısım medya tarafından kırtasiyecilik, bürokrasi, işi yokuşa sürme olarak yaftalanıp aslanların önüne atılmak istenmişti. Devletin işleyişini sağlayan, bir yerde devlet demek olan bürokrat onlar için işe yaramaz bir kırtasiyeciden öte bir şey değildi.
Oysa yüzyıla yaklaşan cumhuriyetimizin yaşamında kazanılan eserlerin, kaydedilen ekonomik gelişmelerin, ülkenin varlığının, dirliğinin korunmasında bürokrat diye hor görülen bu üst düzey devlet memurlarının fikri ve emeği vardı. Türk sanayisinin temelini oluşturan Etibankları, Sümerbankları kuran da kazma kürek ana yurdu demir ağlarla ören de onların fikirleri, azim ve kararlılıklarıydı. Fiziken ve ruhen yıpranmıştı. “Devlete hizmet cezasız kalmaz” deyişindeki gibi ceza almamıştı belki. Ne var ki kimsenin onun hizmetlerini yücelttiği, onurlandırdığı da yoktu. Artık zamanı gelmişti, o da kendinden öncekiler gibi bu dünyadan bir Memduh geçti diye devlet hayatına sessiz sedasız veda edecekti.
Planlarını yapmıştı. Daha yaşanacak kaç yılı var bilmiyordu ama ne kadarsa onu kendi dilediği gibi yaşayacaktı. Doğanın kucağında, huzur içinde geçireceği günleri düşündükçe içi içine sığmıyor, o günleri iple çekiyordu. Emekliliğinde aradığı en önemli şey huzurdu. Büyük kentin gürültüsünden, kirli havasından uzak, yeşillikler içinde sakin bir yaşamdı düşlediği. Görev seyahatlerinin birinde Karadeniz’in güzel doğasının tüm özelliklerini taşıyan şirin bir köyün yakınındaki bir tepenin üzerinde yer alan araziye görür görmez adeta âşık olmuştu. O günün koşullarında bedeli fazla bir şey değildi. Sorup soruşturup bu araziyi satın almış ve sonra o araziye bölgenin mimarisine uygun mütevazı bir ev yaptırmıştı.
Karısının haberi yoktu, ona sürpriz yapacaktı. Böylece yeni bir hayat için hazırlıklarını tamamlamıştı. En üst düzeylerde yıllarca hizmet verdiği bakanlığı emekliye ayrılırken ona bir töreni bile çok görmüştü. Kapıdan üzgün, kırgın çıktı. Yıllardır ilk kez makam aracı yerine kendi arabasının direksiyonuna geçerek ömrünün önemli bir bölümünü geçirdiği bakanlığı geride bıraktı. Onu sekreteri ile şoförü el sallayarak uğurlamıştı. Yüreğine tarif edemediği bir ağırlık çökmüştü.
Kolay değil kırk yıl her sabah evden çıkıp gittiği bir işi varken, artık gidecek bir işi de yeri de yoktu. Yıllarca özenle seçip yüzlerce kravat biriktirmişti. Bundan böyle onları takmasına da gerek kalmayacaktı. Kırk yılın alışkanlıklarını geride bırakıp yeni bir yaşam biçimine geçmekte acaba ne kadar başarılı olacaktı. Karışık duygular içerisindeydi. Bir yandan bu yaşamdan bir an önce özlediği yaşama geçmek için sabırsızlanırken, diğer taraftan yılların alışkanlıklarından, ilişkilerinden kopmanın hüznünü yaşaması garip geliyordu ona. Köşeyi döndü. Dikiz aynasından acı tatlı neredeyse bir ömür geçirdiği bakanlığın görüntüsü kaybolmuştu. Kim bilir bir daha girmek kısmet olur muydu o binaya?
Artık her sabah takım elbise giyip, kravat takıp, tıraş olup gittiği bir işi yoktu. Günlerce tıraşsız dolaştığı oluyordu. Kravatları bir gardırop süsü gibi boynu bükük kalmışlardı. Her gün aralıksız 10-12 saat çalışan bir insanın birden boşluğa düşmesi demek böyle oluyormuş diye düşünüyordu. Alışkanlık olsa gerek, sabahları erken uyanmaya devam ediyordu. O koca gün bir türlü geçmek bilmiyordu. Zaman zaman da vaktin çabuk geçmesini istediği için kendi kendine kızıyordu “Ellerinle ömrünü kısaltmak mı istiyorsun?” diye. Önünde bir hedefi olmasa kendini boşlukta hissedecekti. Karadeniz’deki evin su, elektrik bağlanması gibi eksikliklerini gidermeye çalışıyordu. Köyün muhtarıyla vaktiyle tanışmıştı.
Ondan rica etmişti yardımcı olmasını. Muhtar her şeyin hallolduğunu bildirdiğinde dünyalar onun olmuştu. Nihayet bu büyük kentin patırtısından, gürültüsünden, kirli havasından kurtulup eşi Semiha’yla yeni bir hayata başlangıç yapabileceklerdi. O akşam sofrayı elleriyle balkona kurup karısının pişirdiği İzmir köftenin yanına şöyle sızma yağın en alasıyla güzel bir salata yapmayı da ihmal etmedi. Hazırladığı sürprizi açıklamanın zamanı gelmişti. Eşiyle paylaşacağı bu güzel haber nedeniyle bir kadeh içmek şart olmuştu. Bu düşünceyle sofraya birkaç dilim beyaz peynir ile kavunu da ekledi. Tam her şeyi hazırlamıştı ki zil çaldı. Komşuda misafirlikte olan Semiha’ydı gelen. Sofranın hazır olduğunu görünce Memduh’a teşekkür etti.
Sofradaki kavun ve beyaz peynir dikkatini çekmişti. “Hayrola Memduh bir şey mi kutluyoruz?” “Ne bileyim güzel bir yaz akşamı, uzun zamandır şöyle karşılıklı birer kadeh içmedik. Sana sürpriz yapayım dedim.” “İyi düşünmüşsün Memduhcuğum. Teşekkür ederim.” Birer kadeh diye başlamışlardı ama ikinci kadehi de yarılamışlardı. Gelecekten çok, her yaşını başını alan kişiler gibi geçmişi, yaşadıkları acı, tatlı anıları yad ederek sohbet ederken Memduh birden cebinden çıkardığı bir fotoğrafı Semiha’ya uzatarak, “Şu resme bak ve ne düşünüyorsan söyle” diye araya girdi. Semiha resmi dikkatlice inceledikten sonra Memduh’un sorusunu, “Çok güzel bir yer, deniz var, her yer yeşillikler içinde.
Bizim oralara benziyor” diye cevapladı. Semiha Hanım Karadenizliydi ve memleketini de çok severdi. “Semiha böyle bir yerde yaşamak ister misin?” “Tabii isterim.” “O zaman hazırlan bu hafta yola çıkıyoruz.” “Nasıl anlamadım.” Memduh o resimdeki arazinin ve içindeki evin hikâyesini en ince ayrıntısına kadar anlatıp bitirdiğinde Semiha şaşkındı. Kocası o kadar işinin arasında tüm bunlara nasıl fırsat bulmuştu? Gerçi onun sürprizi seven yapısını biliyordu. Heyecanlı bir ses tonuyla, “Memduh çok teşekkür ederim. Beni nasıl mutlu ettiğini anlatamam. Şimdiden sabırsızlanmaya başladım. Ne olur bir an önce gidelim” diye adeta haykırdı. O sırada önlerindeki caddenin yoğun trafiğinde önce bir gürültü koptu. Sonrasında bağırışlar yükseldi. Bir kaza olmuş, trafik durmuş, kazanın tarafları birbirine girmişti. Biriken trafiğin yarattığı yoğun egzoz dumanı kokusu onlara kadar ulaşmıştı. Semiha, “İmkân olsa da bu akşam hareket etsek” diye söylendi.
Ev bir tepenin üzerinde yer alan üç dönümlük bir bahçenin içindeydi. Arka tarafı ormanla sınır sayılabilirdi. Ön taraftan yeşilliklerin arasından deniz görünüyordu. Evlerinin yer aldığı tepenin eteklerinde onlara uzak sayılmayacak mesafede bir köy vardı. Ayrıca civardaki küçük tepecikler üzerinde de kendilerininki gibi evler yer alıyordu. En yakın ev bile birkaç yüz metre uzaklıktaydı. Yeşil ile mavinin kucaklaştığı sessiz sakin, sessizliğin kuş sesleri ve aşağıdan akan derenin çağıltısıyla renklendiği tam bir huzur ortamı. Evi kısa zamanda dayayıp döşeyip sıcak bir yuva haline getirdiler. Bahçeye bir kamelya ile bir otantik fırın yaptırmayı da ihmal etmemişlerdi. Güzel havalarda eve hiç girmiyorlardı.
Köylülerden destek alarak bahçede ihtiyaçları olan sebze ve yeşillikleri yetiştirmeye başlamış ve zamanla da bu işin ustası olmuşlardı. Artık sebzeyi, salata malzemesini bahçeden taze taze topluyorlardı. Bir kümes yaparak içini doldurdular. Horozlarının tavuklarının her birinin adı vardı. Tam bir kabadayı edasıyla dolaşan kümesin hâkimi horozun adı ise Efe’ydi. Takımı oradan edindikleri bir kırma olan köpekleri Garip’le, evi farelere karşı korumakla görevli kedileri Cano tamamlıyordu. Ormanın yamacına birkaç kovan koyarak doğal bal elde etmeye de başlamışlardı. Burada insanlar nasıl yaşıyorsa onlar da öyle yaşamayı hedeflemişlerdi. Bütün günleri uzun süre bahçede çalışarak geçiyordu. Akşamüzerleri uzun yürüyüşlere çıkıyorlardı. Köye uğrayıp süt, tereyağı alıyor. Kahvede köylülerle çay içip hoş sohbetlere dalıyorlardı. Yaz aylarında haftada hiç değilse birkaç kez emektar arabalarıyla sahile inip denize girmeyi de ihmal etmiyorlardı.
Bir gün Memduh kasabadan bir olta takımıyla döndü. Aşağılarındaki buz gibi suyu olan derede balık avlayacaktı. Dediğini de yaptı, ilk gittiğinde beş tane benekli alabalıkla döndü. Tereyağında kızarttıkları alabalıklarla kendilerine güzel bir ziyafet çekmişlerdi. Memduh’un da Semiha’nın da yüzlerine bir canlılık gelmiş, adeta gençleşmişlerdi. Ankara’da her sabah yorgun uyanırken, burada sabah erkenden yataktan zıpkın gibi kalkıyorlardı. Bütün gün bedenen çalışıp enerji harcamalarına rağmen yorgunluk duymuyorlar, yatınca da deliksiz uyuyorlardı.
Memduh zaman zaman “İşte mutluluğun resmi bu Semihacığım” diye karısına takılıyordu. Geleli beş yılı geride bırakmışlardı. Köylü onları, onlar köylüleri tanıyıp sevmiş, kaynaşmışlardı. Yerde bir metre kar olduğu günlerde bile onları yalnız, çaresiz bırakmamışlardı. Gördükleri ilgi ve yakınlık buraya uyum sağlamalarını kolaylaştırmıştı. Kışları da ayrı güzeldi. Gerçi kar yolları kapadığında biraz tecrit oluyor, sorun yaşıyorlardı ama o doyumsuz kış manzarasına değerdi. Çatırtılarla yanan kuzinede kestane, patates pişiriyorlar. Bir şekilde kışı da zevkli hale getiriyorlardı. Memduh uzun kış gecelerini anılarını kaleme alarak değerlendirmeye başladı. Kırk yıllık mesleki yaşanmışlıklarını, keşkelerini gelecek kuşaklara rehber olması açısından kâğıda döküyordu. Bunu bir görev gibi görüyordu.
Çok geç saatlerde yatağına giderken kurt ulumaları ona eşlik ediyordu. Onların sesini duyunca kendini çocuk sayılabilecek yaşlarda okuyup etkilendiği Jack London’ın Vahşetin Çağrısı isimli romanının sihirli dünyasının içinde hissediyordu. Sabahları kalktığında evlerinin gediklisi tilkiyi her zamanki yerinden evi gözlerken görüyordu. Ne hikmetse Garip de Uysal adını taktıkları bu güzel hayvana ses çıkarmıyor, o da onlar gibi izlemekle yetiniyordu. Uysal’a da kışın o zor koşullarında ormanın kenarına yiyecek bir şeyler bırakarak destek olmaya çalışıyorlardı. Kendilerini doğayla uyumlu, onun bir parçası haline getirmiş bir düzende yaşamları akıp gidiyordu.
Verdikleri karardan, bu kararın sonucunda yaşadıkları hayattan çok mutluydular. Bahar gelmiş ve dere karların erimesiyle yeniden bol suya kavuşmanın sevinciyle coşkulu bir şarkı söyleyerek gürül gürül akıyordu. Semiha’nın istediği tereyağı ve peyniri almak için asırlık taş köprüyü geçerek köye gitmişti. Bu fırsatı değerlendirerek bir çay içimi oturmak üzere köy kahvesine uğradığında köylüleri çok tedirgin gördü. Ortalıkta elinde bir takım garip aletlerle tanımadıkları kimselerin dolaştığını, bu kişilerin kendilerine yöneltilen sorulara cevap vermekten kaçındıklarını, bunun üzerine muhtarın meselenin aslını öğrenmek üzere ilçede kaymakamlığa gittiğini söylüyorlardı. Gözleri yolda, merakla muhtarı ve getireceği haberi bekliyorlardı. Memduh gitmek üzere tam ayağa kalkmıştı ki önce bir motor sesi duyuldu, ardından uzaktan muhtarın arabası göründü. Muhtar mutsuz bir yüz ifadesi ile arabasından inerek kahvenin önüne geldi. Bir müddet söze nereden başlayacağını düşünüp durduktan sonra konuştu: “Arkadaşlar, haberler maalesef iyi değil vadinin üst kısmında bizim Durusu’nun üzerine bir hidroelektrik santrali kurulacakmış.
Bu adamlar da araziyle ilgili tespitler yapmak üzere buraya gelmişler. Yani anlayacağınız deremizi bizden çalmaya karar vermişler. Sanki biz asırlardır burada değilmişiz gibi bize ne soran var ne haber veren. Bu devlet bizim de devletimiz değil mi? Biz de bu devlete vergi vermiyor, askerlik hizmeti yapmıyor muyuz? Geçen yıl köyümüzden Durmuş Ali’nin oğlu İlyasımız bu devlet için şehit düşmedi mi? Bu devlet bir gün benim sevgili Durusulu köylü vatandaşlarım bir derdiniz mi var, haliniz vaktiniz yerinde mi? Benden bir şey istiyor musunuz diye sormuş mu? Şimdi geliyor, hiç sormadan, fikrimizi almadan yöremize hayat veren deremize el koyuyorlar. Bu durumda biz de hakkımızı sonuna kadar savunacağız, başka bir seçeneğimiz yok arkadaşlar.” Kalabalık muhtarın anlattıkları karşısında şoka girmişti. Bir yandan da bir öfke dalgası hepsine egemen olmuştu. Muhtar sözlerini bitirince hep bir ağızdan “And olsun vermeyiz deremizi, sonuna kadar savaşacağız” diye haykırdılar.
Gözlerine hüzünle öfke karışımı bir ifade yerleşmişti. Nasıl öfkelenmesinler ki? Bu dere onların yaşamının çok önemli bir parçasıydı. Yüzmeyi bu derede öğrenmişlerdi. Dere köyün tek su kaynağıydı. Bahçelerini derenin suyuyla suluyorlardı. Hayvanları bu dereden su içiyordu. Hayatları derenin çevresinde geçiyordu. Bahar aylarında coşarak biraz hırçınlaşsa da Durusu onların dostuydu. İsmini bu dereden alan köyü deresiz düşünmek mümkün değildi. Memduh da beyninden vurulmuşa dönmüştü. “Bu nasıl bir kader? Şehrin gürültüsünden, patırtısından kaçtım, şimdi şu karşıma çıkan belaya bak” diye düşünüyordu.
Kendini düşüncelerinden soyutlayarak söze girdi. “Muhtar kardeşim, değerli arkadaşlar, bu mücadelenizde ben ve Semiha sonuna kadar yanınızdayız. Bizi kendinizden sayıp Durusulu kabul ettiniz. Biz de bir Durusulu olarak üzerimize düşeni yapacağız. Bana sorarsanız, hiç vakit geçirmeden idare mahkemesinde dava açmalıyız ve bu adamları çevreye bir zarar vermeden durdurmak için de yürütmenin durdurulması talebinde bulunmalıyız.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKader Tatil Yapmaz
- Sayfa Sayısı200
- YazarO. Ertuğrul Önen
- ISBN9786258474459
- Boyutlar, Kapak13.7 X21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Solibri / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şehzade ~ Hülya Baygın
Şehzade
Hülya Baygın
Kız yeşil kaftanı ve zümrüt gözleriyle karşısına dikildiğinde savaş meydanlarında ateşten ve kandan bunalmış savaşçıların huzur bulacağı serin ormanlara benziyordu. Herkesin bunaldığında kaçıp saklanmak,...
- Hükümdar ~ Mustafa Çevik
Hükümdar
Mustafa Çevik
Türklerin lirik ve destansı kuruluş öyküsü… “Ona koşayım dedim, adımım buna karşı koydu. Neden sen bana gelmezsin ey hükümdar! Suların gelmezse, bana mı iyidir,...
- Az ~ Hakan Günday
Az
Hakan Günday
Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az…...