İnsanların kaderlerini belirlemekten sorumlu olan Kaderin bir insana âşık olunca hayatı altüst olur. Kısmetle arası bozulur, Tanrı tarafından ciddi biçimde uyarılır…
Sonunda hayatındaki iki önemli şeyden birini seçmek zorunda kalır: İşi mi, yoksa sevdiği kadın mı?
Kader Aşkı Tadınca sizi ilk kelimeden en sonuncusuna kadar mıhlayacak. New York Journal of Books
***
YAYINCININ NOTU
Bu metin kurgusaldır. İsimler, karakterler, yerler ve olaylar yazarın hayal ürünüdür veya kurgusal bir şekilde kullanılmıştır; yaşayan ve ölü gerçek kişilere, kurum ve kuruluşlara, olay ya da mahallere herhangi bir benzerlik tamamen rastlantısaldır.
Yayıncı bunlar üzerinde kontrol sahibi değildir ve yazarın, üçüncü kişiler ya da internet siteleri adına sorumluluğu yoktur.
***
Anneme ve babama…
Bana inandığınız için teşekkür ederim.
Teşekkürler
Aşağıda isimleri geçen insanlar o veya bu sebepten ötürü yoluma çıktılar. Onlara, o yolda kalmama yardımcı olmak adına yaptıkları her şey için minnettarım.
Yanımda olduğu için çok şanslı hissettiren temsilcim Michelle Brower; kapılarını açıp beni hayatına kabul eden Wendy Sherman; sorulan ve fikirleriyle metni kendi başıma hayal bile edemeyeceğim şekillerde geliştirmemi sağlayan editörüm Jessica Wade; bana inanan ve beni bu yolda destekleyen Kara Cesare; paha biçilmez katkı, destek, fikir ve yeteneklerini sunan Penguin ve NAL ekiplerindeki herkes; ilk taslakları okuyan, beğendiklerini ve üzerinde çalışılması gerekenleri söyleyen Cliff Brooks, lan Dudley, Heather Liston, Shannon Page, Lise Quintana, Amory Sharpe ve Keith White; Manhattan, çikolata ve ölümlü kadınlarla ilişkiler konusunda fikirlerini sunan Leslic Laurence; düzgün bir maaş bile vaat etmeyen tutkum için işletme fakültesini bıraktığımda dahi inananı eksik etmeyen ailem ve tüm kusurlarımı iyi bilen, onları bana göstermekten çekinmeyen dostlarım. Kim okluğunuzu biliyorsunuz.
***
Bölüm 1
Kural 1: Karışma.
Bu kadar da basit bir kural, gerçekten. Ama ben işte burada, New Jersey, Paramus ta bir alışveriş merkezinde oturmuş, öfkeden deliriyorum.
Sinirliyim.
Hüsrana uğradım.
İnsanların yüzde seksen üçü, rutinlere, yaşam tarzlarına ve bağımlılıklara takılıp kalan ya da yaşamlarını bir bağımlılıktan diğerine atlayarak geçiren, alışkanlıkları tahmin edilebilir yaratıklardır.
Benim yüzde seksen üçüm. Benim insanlarım. Beş buçuk milyar insan.
Alışveriş merkezi, insan doğasını aşikâr bir biçimde görebileceğiniz en iyi yerlerden biridir. Ya da en kötü ihtimalle, nasıl bakmak istediğinize göre değişir. Kadınlar, erkekler, gençler ve çocuklar; alışveriş yapar, yemek yer, dedikodu yapar, yaşamlarını boş kalorilerle doldururlar. En sevdiğim alışveriş merkezleri eski tarz olanlardır. Sri Lanka kadar büyük olmayanlar ve yine de Orange Julius, Panda Express ve Hot Dog on a Stick gibi yemek büfeleri olanlar.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, alışveriş merkezi sayısı lise sayısının iki katıdır. Artık alışveriş merkezleri, kültürel ibadet tapınakları olarak kilisenin yerini aldı. Vatandaşlarını, değerlerini finansal başarı ve materyal mülklerle ölçmeye teşvik eden bir toplumda, Amerikalılar gelirlerinin büyük bölümünü yüksek eğitime değil; ayakkabılara, saatlere ve mücevherlere harcarlar.
Elbette bu durum Hırs ve Kıskançlık’ı meşgul tutar ama benim var oluşumu yaşayan bir cehenneme dönüştürdüğü kesin.
Eskiden insanlar hâlâ avcı-toplayıcılık evresindeyken var oluş, hayatta kalmak; temel gıda, giyim ve barınak ihtiyaçlarını gidermek demekti. Dolayısıyla daha iyi bir yaşam standardı için pek çok seçenek vardı denemez. Yemekleri Martha Stewart hazırlamıyordu. Giysilerin üzerinde Calvin Klein logosu yoktu. Ve sığınma evlerine, Ralph Lauren perdeler ve onlarla uyumlu örtüler gerekmiyordu.
İnsanlarla ilgili gerçek şu ki, onlar ürünlere bağımlıdırlar.
Bağımlı tüketiciler. Zevk istismarcıları. Haz makineleri.
İhtiyaç duymaya, istemeye ve almaya programlanmışlar. MP3 oynatıcılar. Xbox’lar. PlayStation 3’ler.
Tivo. Üç boyutlu ses. Yüksek çözünürlüklü düz ekran televizyonlar. Binlerce kablolu kanal, filmler, müzik ve paralı televizyon yayını.
Arzularıyla dağılmış, ihtiyaç ve isteklerine boğulmuş insanlar asla onlara ayrılmış yollarımla, ideal geleceklerinde, onları fayda sağlayacak kaderlerinde kalamayacaklar.
Bu benim. Büyük harfle K. Küçük harflerle a-d-e-r.
Ben insanlarımı doğduklarında yollarından çıkartırım, suç işlemekten bir petrol şirketinin CEO’luğuna kadar değişen kaderlerinden uzaklaştırırım. Gerçi düşünürseniz, bu ikisi aynı şey. Ama bir insana tayin ettiğim kader ne kadar gelecek vaat ederse etsin -film stüdyosu yöneticisi, bir Amerikan futbolu takımında oyuncu, California valisi- çoğunluğu aynı şekilde geleceklerini berbat eder.
Başarısızlık, insanın doğasıdır. Kişinin potansiyeline tam anlamıyla ulaşamaması. En başından, söz konusu kader olunca pek fazla ihtişamlı yanılgı yoktur. Nobel Barış Ödülü almaz ya da bir Stephen King olmazsınız. Ve bir insanın geleceği zihinsel hastalık, uyuşturucu bağımlılığı ya da politik kariyer içerdiğinde zaten o kişiden hoş sürprizler beklemem. Ben bir kader tayin ettiğimde en iyisi budur. O kişiden bekleyeceğim en yüksek seviye. Ama bu, bir şeylerin ters gidemeyeceği anlamına gelmez.
Her insanın önceden belirlenmiş kaderinde, o insanın ona sunulan yolda kalıp kalmayacağını ya da o yolda nasıl ilerleyeceğini belirleyen önemli karar anları vardır. Yaşamlarını etkileyen tercihler.
Dürüstlükle.
Tutkuyla.
Hırsla.
İnsanlarımdan birinin yaptığı bu tercihlerin her biri, o kişinin geleceğinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirir. Kaderinin yeniden yazılmasını. Ve her tercihte, insanlarımın büyük çoğunluğunun yanlış kararlar alışını izlerim.
Foot Locker ve Aeropostale mağazaları arasında bir banka oturur, sosisli sandviçimi yiyip portakal suyumu yudumlarken hataya eğilimli insanlarımın çeşitliliğini ve onların kaçınılmaz başarısızlıklarını değerlendiririm.
Elinde cep telefonu ve bir elektronik mağazasının torbasıyla dolanan on dokuz yaşında bir çocuk var. Philadelphia’nın beyzbol takımı Philadelphia Phillies’in iç alan oyuncusu olarak başarılı bir kariyer yapabilirdi. Oysa otuz iki yaşına geldiğinde şişman, kel, işsiz ve günde üç kez Juggs dergisinin karşısında mastürbasyon yapan bir adam olacak.
Bebe mağazasının dışındaki alışveriş müptelalarına din propagandası yapan yirmi bir başındaki Asyalı Protestan, otuz yaşına geldiğinde hayallerinin erkeğiyle tanışacak ama kırk beş yaşında boşanacak ve oğlu yaşında bir adamla seks yapacak.
Dunkin Donuts’tan çikolatalı donut alan kısa saçlı ve melek yüzlü on bir yaşındaki çocuk mükemmel bir baba olma potansiyeline sahip ama yirmi dokuz yaşına geldiğinde beş yaşındaki kızını taciz etmeyi düşünecek.
Böyle zamanlarda ölüm ile daha iyi bir ilişkim olmasını istiyorum.
Elbette o, henüz on bir yaşındaki bir çocuk ama Ölüm’ün bana yardım etmesini sağlayabilseydim, en azından kızını ömür boyu sürecek bir travma ve terapi sürecinden kurtarabilirdim ama bu müdahale etmek olurdu ki bu imkânsız. Tabii kızının doğumunu önleyen kozmik oluşumları söylemiyorum bile. Kaldı ki Ölüm ile aramız iyi değil, o yüzden yapacak bir şey yok.
Onun yerine bankta oturmuş sosisli sandviçimi yiyor, geleceğin cinsi sapıklarının bitmek bilmeyen geçidini izliyorum.
Elbette her insanın bir tür cinsel takıntısı veya bozukluğu ya da ortaya çıkmayı bekleyen bir arzusu yok. Ama çoğu Amerikalının var. Bu büyük olasılıkla Amerika Birleşik Devletleri’nin seksi şeytan taştırması ve cinsel enerjiyi bastırmasıyla ilgili bir durum. Kişisel olarak ben Italyan ve Fransızları tercih ederim. Onlar için seks kültürlerinin bir parçası sadece.
Seksten söz etmişken…
Alışveriş merkezinin aşağısında, Macy’s ile aramda, T-Mobile büfesinin biraz ilerisinde, kızıl saçlı bir kuş tüyü bana doğru ilerliyor. Onun düşündüğüm kişi olmadığını umuyorum ama sonra kalabalık sihirli bir şekilde dağılıyor ve kızıl saçların altında, Kısmet’in kutsayan, güler yüzünü görüyorum.
Harika. Tam da neşelenmek için ihtiyacım olan şey. Benim olmadığım her şeyin ölümsüz kişileştirmesi. Örtbas ettiğim her şeyin. Benden sakınılan her şeyin.
Nefret.
Alınganlık.
Habis tümör.
“Sosisin nasıl?” diye soruyor Kısmet. Yanıma oturup sosisli sandviçimi süzüyor.
Kısmet’in özelliği, nefoman(Cinsel Açlık, Düşkünlük) olması.
Üzerinde kırmızı dar bir bluz, kırmızı deri bir mini etek, bir çift kırmızı çizme ve yüzünde daimi bir gülümseme var. Her zaman neşeli. Neden olmasın ki? Sonuçta bu dişi, sonsuzluğunu çocuk tacizcileriyle, kronik tüketicilerle ve kendini bir türlü toparlayamayan beş buçuk milyondan fazla insan ziyanıyla geçirmek zorunda değil.
Çoğu insanın düşündüğünün aksine, kader ve kısmet aynı şey değildir. Kısmeti bir insana zorla dayatamazsınız. Eğer bir insan, içinde bulunduğu koşullara mecbur bırakılmışsa, o onların kaderidir. Ve kaderin kaçınılmaz olanla, gerçekleşmesi kaygı verici bir şeyle hastalıklı bir ilişkisi vardır.
Kahpe kader.
Kadere boyun eğmek.
Ölümden de kötü bir kader.
Yani düşünsenize. Bir felaket ölçü biriminde bir adım öndeki ölümden ne kadar kötü olabilir?
öte yandan Kısmet, doğası gereği kehanetseldir ve avantajlı bir neticeyi simgeler, genel anlamda çok daha olumlu çağrışımları vardır.
Kısmeti döndü.
Kısmeti çok açık.
Bu onun kısmetiymiş.
“Sosisinin tadına bakabilir miyim?” diye soruyor Kısmet. Yüzünde öyle bir tutku ve güzellik var ki sosisli sandviçimin geri kalanını yüzüne yapıştırmak istiyorum.
Kader, bir insanın yaşamının gidişatını önceden belirler ve öngörür. Ama insanlarım hayatları boyunca geleceklerinde ters etkiler bırakabilecek kararlar alsalar bile önceden belirlenmiş kaderlerinde söz hakkında sahip değildirler. Benimle tercih hakkınız yoktur. Ben işbirliği yapmam.
Tek başınalığı düşünün.
Mastürbasyonu düşünün.
Henry David Thoreau’yu düşünün.
Ve ben yardım etmek, yön göstermek, öneride bulunmak ya da belirsiz bir ipucu vermek istesem bile yapamam. Şu büyük “özgür irade” manifestosu. İnsanların kendi tercihlerini yapmalarına ve neticelerle yaşamalarına izin vermek zorundasınız.
Benim insanlarımı, cezalarının şiddeti konusunda söz hakkı bulunmayan itaatsiz çocuklar gibi düşünün.
Ama söz konusu Kısmet olduğunda onun insanları, sürece dâhildir çünkü bir insanın kendi katılımı olmadan kısmet de olmaz. Onun insanları, farklı yaşam yolları seçerek kendi kısmetlerini belirler. Hâlâ hata yapmaları mümkündür ama burada belki üç yerine iki Oscar’dan söz ediyoruz. Ya da Nobel Barış Ödülü yerine bir Pulitzer’den.
Kısmet’in insanlarını, gitmek istedikleri üniversiteyi seçme şansına sahip başarılı öğrenciler olarak düşünün.
Daha en baştan iş tanımımdaki küçük yazıyı okumalıydım.
“Peki, ya kamışından emmeme izin verir misin?” diye soruyor Kısmet.
“Meşgulüm” diyorum. “Neden gidip Çalışkanlık veya Hayırseverlikle uğraşmıyorsun?”
“Ah, hadi ama Faaaabioo” diyor Kısmet. “Şurada eğleniyoruz işte.”
Kısmet ne zaman bana lakabımla seslense benimle dalga geçer gibi ilk heceyi uzatır.
Hepimizin takma isimleri olduğunu sanmayın. Kısmet kendi adını tercih eder, Ölüm ise Dennis ismini kullanır. Yedi Ölümcül Günah’ın büyük bölümü takma isim kullanır; çünkü aslında hiç kimse Öfke, Kıskançlık ya da Açgözlülük olarak anılmak istemez. Yedi Erdem in tamamı kendi öz isimlerini kullanıyor, itidal hariç. O kendine kısaca Tim denmesini istiyor.
“Eee, ne zaman döndün?” diye soruyor Kısmet. İşveli edasıyla saçlarıyla oynayıp iri yatak odası bakışlarıyla beni süzüyor. Şehvet kadar iddialı bir sürtük olmasa da onun da böyle anları “Bilmem” diyorum sosisli sandviçimi bitirip. Portakal suyumun pipetine asılıp son yudumları da çekiyorum. “Birkaç gün önce.”
Çoğumuz, yıl boyunca New York Cityde olmasak da burayı evimiz biliriz. Gezegende altı buçuk milyardan fazla insan olunca her zaman her yerde bulunmamız gerekiyor.
“Bizden kimse var mı?” diye soruyorum.
“Pişmanlık ve Umut” diyor, “ölümlülerden birkaçı daha tabii. Önyargının poker oyunu çevirmeye çalıştığını duydum ama şansı yaver gitmiyormuş.”
Önyargı’nın özelliği, Tourette sendromundan muzdarip olması.
Kısmet ve ben birkaç dakika sessizce bankta oturuyor, üç seksi alışveriş merkezi zombisinin, iPod ve tarçınlı tatlılardan başka şey düşünmeyen ilkel beyinleriyle önümüzden geçişlerini izliyoruz.
“Temassız sekse ne dersin?” diye soruyor Kısmet.
içimdeki nefret ve kıskançlık duygularını tetikliyor olabilir ama bu, kırmızı mini eteğini üzerinden çıkarışını izlemek istemediğim anlamına gelmez.
“Elbette” diyorum. “Senin evine mi, benimkine mi?”
Bölüm 2
Kısmet, üzerindeki parlak kırmızı pamuklu tangayla bacaklarını ayırırken ben beyaz şortumla bir demet mavi ortancanın yanında sırtüstü uzanıyorum. Bu anı daha etkili kılabilecek tek şey, Jimi Hendrix in The Star-Spangled Banner parçasını çalması olurdu.
Ölümsüzler arasındaki temassız seksin en iyi yanı, gün ışığında çatıdaki bahçenizde görünmez olabilmeniz ve kimsenin ne yaptığınızı görememesidir. Ve şu anda Kısmet bana bakıp dudaklarını yalarken kırmızı pamuklu tangası yana kayıyor.
Her ne kadar görünmez olduğumuzda biz birbirimizi görebilsek de insanlar biz kendi varlığımızı belli etmedikçe bizi göremezler. Ya da birimiz bir diğer ölümlüyle fiziksel temas kurmadığı sürece. Bu da her yüzyılda en fazla birkaç kez gerçekleşir ve her ne kadar İhtiyat birkaç kez arzularına yenilmiş olsa da bunların çoğunda genelde Şehvet ya da en azından diğer Ölümcül Günahlardan biri aktif olur.
Kural 5: İnsanların önünde asla cisimleşme.
En son iki ölümsüz birbiriyle 1918 yılında Chicago’da herkesin içinde cisimleşti. Öfke ve Kıskançlık, dünya finallerinde Red Sox Cubs’ı yendi diye bir bar kavgasına tutuştular. Kıskançlık, Cubs taraftarıdır; Öfke ise… Neyse, onun Kıskançlık’ın damarına basmayı iyi bildiğini söyleyelim, yeter.
Ben orada değildim ama belli ki büyük patırtı çıkmış. Kayıtlı tarih bu olaydan söz etmez ama bu on sekizinci yasa değişikliğine ve on dört yıllık men cezasına götüren son damlaydı.
Bizler kolaylaştırıcı olmalıyız, azmettirici değil. Insanların yaşamında önemli etkilerimiz olmamalı, sadece onların birtakım yollarında ve duygusal kavislerinde bize düşen rolü oynamalıyız. Arada bir içimizden biri, direkt veya dolaylı olarak işi berbat eder ve genelde korkunç neticeler ortaya çıkar. Bu yüzden güçlerimizden mahrum bırakılıyoruz. Çok utanç verici. Barış’a sorun.
Her zaman görünmez değiliz. Sadece görünmez olmayı seçtiğimizde. Ölümsüz olmanın güzel yanlarından biri bu. Bir de sağladığı diğer olanaklar.
Manhattan’ın doğu yakasında, yirmi katlı bir binanın en üst katında iki odalı bir evde yaşıyorum. Parke döşemeleri, East River’a bakan panoramik pencereleri, yirmi dört saat bekçisi, danışma servisi, spor salonu ve çatı katında bahçesi var.
Aslında dairenin aylık kirası 3,990 dolar ama ben bedava oturuyorum. Kader olmanın avantalarından biri. Tabii Kısmet’in SoHo’daki savaş öncesinden kalma, Hudson Nehri’ne bakan, ahşap zeminli, merkezi havalandırma sistemli, mermer banyolu üç yüz yetmiş metre kareden büyük çatı katı dairesiyle kıyaslandığında benimki küçük kalıyor. Kısmet bana dairenin aylık kirasını söylemiyor ama bir araştırma yaptım ve aylık 12,000 dolara kiralandığını öğrendim.
Sanırım şikâyet etmemeliyim. Dennis Manhattan’ın Aşağı Doğu Yakası’nda, girişin alt katında oturuyor. Parmaklıklı pencereleri, beton duvarları, dar bir sokak manzarası olan bir stüdyo daire. Ama zaten ölüm başka nerede yaşayabilir ki?
Kısmet üzerime çıkıyor; kızıl saçları bir topuzla toplanmış, kusursuz göğüsleri ve göğüs uçları dudaklarımdan belki birkaç santim uzakta. Kendimi kontrol etmem zor ama ondan öyle nefret ediyorum ki benden gelen herhangi bir tepki karşısında zevk duymasını istemiyorum.
Ayrıca bina sorumlusu bizimle birlikte çatı katında bahçeyi ve manzarayı muhtemel bir kiracıya gösteriyor. Onları göremiyorum ama açelya ve güllerin diğer tarafında çatı katında yaşamanın kurallarını tartıştıklarını duyabiliyorum. Şu anda o kurallara uymadığım açık.
Müdürün genizden gelen sesi yüksek çıkıyor. Yirmi yıl içinde evsiz kalacak, Central Parkta bir bankta burnunu karıştırıp insanlara sataşıyor olacak.
Kadının sesi sıcak ve tatlı, ıssız bir New Orleans gecesinde tenor bir saksafon gibi. Ama onu okuyamıyorum. Demek ki o Kısmet Yolu nda, insan ırkının çoğunluğundan çok daha önemli bir şeyler başarmak için doğmuş. Ama onu okuyamasam da beni cezbeden bir yanı var. Sesindeki bir şey beni ona çekiyor. Ne olduğunu anlayamadığım ama nedense dikkatimi dağıtan bir şey. Ve öyle dağılıyorum ki ruh hâlim bile yumuşuyor. Bu durum Kısmet’in dikkatinden kaçmıyor elbette.
Sadece bir dişinin üstesinden gelebileceği bir kıvraklık ve çeviklikle Kısmet’in tangası ve benim külotum ortancaların üzerine havalanıyor ve çıplak bedeni baş döndürücü bir edayla üzerime eğiliyor. Vücudunda tek bir kıl kökü yok.
Ağda yapıyor.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKader Aşkı Tadınca
- Sayfa Sayısı380
- YazarS. G. Browne
- ÇevirmenMerve Duygun
- ISBN9786053845294
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSonsuz Kitap / 2012-9
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Buruk Ayrılık ~ Osamu Dazai
Buruk Ayrılık
Osamu Dazai
Osamu Dazai’den kadim kültürlerin coğrafyasında mayalanan sancılı bir inşa ve aydınlanma dönemindeki toplumsal çalkantılara ve çileli halkların refah ve ilerleme arzusuyla gösterdiği özverilere dair...
- Anya’yı Beklerken ~ Michael Morpurgo
Anya’yı Beklerken
Michael Morpurgo
Savaş Atı kitabından tanıdığımız İngiliz yazar Michael Morpurgo’nun kaleminden, hümanist değerlerle yoğrulmuş destansı bir dayanışma öyküsü: Anya’yı Beklerken. On yaş ve üzeri her yaştan okurun yüreğini...
- Bir Süpermarketin Hikâyesi ~ Dimitris Sotakis
Bir Süpermarketin Hikâyesi
Dimitris Sotakis
“İnsanın alışveriş yaparken neye ihtiyacı var? Lunaparktaki bir çocuk gibidir o, evet budur! İyi tasarlanmış ürünler, güler yüzlü çalışanlar, görkemli bir gün sözü veren...