Kuş gibi kanadım olsaydı…“Kaçma hayalleri kurarken çektiğim acıları unutuyorum. Karar verdiğim günden beri ot yatağımda rüya içinde rüya görüyorum. Kaçma planımı sır saysam da rüyamda bir arkadaşa anlattım. Öyle korktum ki, ‘Eyvah, herkes öğrenip ustaya duyuracak kaçacağımı!’ diye bağırarak yataktan fırladım.”
İçindekiler
ÇİLELİ YILLAR
“Baban Gidecek, Bir Daha Dönmeyecek!”, 12
Tak Tak Kabacık…, 18
Ben Annenizsem O da Babanız…, 25
Tren Arkadaşlarımız, 31
BABA EVİ
Denizi de, Vapuru da İlk Görüyorum, 45
İşte Yeni Anneniz!, 47
Mum Almaya Bile Paramız Yok!, 50
Ben Dilenci Değilim, 53
Kış Boyunca Sokaklarda Yattık, 65
ÇIRAKLIK YILLARI
Her İşi Yaparım, Usta, 75
Kardeşimin Öyküsü, 78
Ustanın Dayakları İşkenceye Dönüşmüştü, 81
Kuş Gibi Kanadım Olsaydı, 89
VEDALAŞMALAR
Fesleğen Kokanda Gel!, 97
Abla, Kitap da Kiraya Veriyordu…, 102
Evlatlıkların Hep Boynu Bükük müdür?, 107
Çıraklık, Hizmetçilikten de Beterdi, 109
Yol Ver Dağlar, 113
Kulağına Adını Seslendim: Garip!, 118
Su Getir Bana, Su; İçim Yanıyor!, 123
Kaç, Oğul, Buralardan Kaç!, 127
Süzgün Yüzlü Bir Nevin!, 130
Sekiz’inde Bir Yaşlı, 133
Bisikleti Kuş Olup Uçuyordu Necati’nin, 137
SON GECE
Son Gece: Çalınan Taç’la, 145
Gün Işıdı Işıyacak, 148
Kanatlar verirdim çocuğa
ama uçmayı öğrenmeyi ona bırakırdım.
Gabriel García Márquez
Babam, Diyarbakır’da davavekilliği yapıyordu. Bir gün, kapıdan soluk soluğa girdi, “Yarın Sivas’a gidiyorum,” dedi. Kardeşimle, “Bizi de götür, bizi de götür!” diye babamın bacaklarına sarıldık. Yüzümüze bile bakmadı, itti ikimizi de. Annem, “Nereden çıktı Sivas’a gitmek?” diye soruyordu ki her zaman olduğu gibi, “Bir şey sorma da çantamı hazırla sen!” diye bağırarak onu susturdu.
Sözde, Sivas’a bir iş için gidecek, bir hafta sonra da dönecekti…
Bu gidişin bizi terk ediş olduğunu, aradan haftalar, aylar geçince anlayacaktık.
O sırada annem yirmi üç yaşındaydı. Kardeşim Cengiz dört yaşına bastı basacaktı. Ben ise bir ay sonra altı yaşımı dolduracaktım…
“Baban Gidecek, Bir Daha
Dönmeyecek!”
Bir faytona doluşup babamı uğurlamaya gittik. O günü unutmuyorum. Olanlar, bugünkü gibi gözümün önünde. Faytoncu atları hızlandırmak için durmadan kırbacını şaklatırken kafamın içinde sanki dev bir arı vızıldıyordu. Vızıltının arasında sürekli şu cümleyi duyuyordum:
“Baban gidecek, bir daha dönmeyecek!”
Fayton sur kapısından geçerken ses nerdeyse kulağımın zarını patlatacaktı. Tıkanırcasına ağlıyor, uzakta babamı götürecek trene bakıyordum. Lokomotifin bacasından püsküren duman, bulutlara karışıyordu. Duman dalgalanmalarını görünce öyle bir çığlık attım ki faytoncu yerinden fırladı. Tırnakları kaldırıma çarpan atların nalı parçalandı. Annem, “Sus!” diye etimi büktü ama susmadım. Gözlerini belertip beni korkutmaya kalkan faytoncuya da aldırmadım.
Sonunda istasyona vardık. Babam trene bindi. Kompartımanın penceresinden bize bakıyor, yüzünde o güne değin görmediğim gülücükler bir belirip bir kayboluyordu. Babam hiç öyle gülmezdi. Sıcaklığını yitirmiş kupkuru bir gülüş! Vagonun penceresinden bize bakan adam, babam değildi, trenin dumanına karışan bir hayaldi sanki. Tren çufff çufff diye hareket ederken ben de sesimi çufçuflara uydurarak, “Baban gidecek, bir daha dönmeyecek! Baban gidecek, bir daha dönmeyecek! Baban gidecek, bir daha dönmeyecek!” diyordum. Öyle oldu, babam gitti, bir daha dönmedi… O gün annem, babamın yüzünü son kez görüyordu. Babamın yüzü benim gözümde de hayal bile değil, duman karası bir buluttu… Diyarbakır’ın Arbedaş mahallesinde oturuyorduk. Ev sahibimizin çocuğu yoktu. Ben de kardeşim de o evde doğmuştuk. Onların çocukları gibiydik. Evin hanımı Atiye Abla yemeyip yediren, içmeyip içiren bir kadındı. Babam gittikten sonra bize aylarca onlar baktı. Hiçbir şeyimizi eksik etmiyorlardı. Atiye Abla’nın kocası Şah Mahmet’in, sokak satıcılarından bir şeyler alalım diye bize harçlık verdiği bile oluyordu. İçime doğan gerçekleşmişti. Ne denli yakın da davransalar el evinde ne kadar kalınır? Annem, elindeki parayla üç-beş ay direnebildi. Gücü tükenince evdeki eşyaları satışa çıkardı. Neyimiz vardı ki: Ortası açılmış bir halı, bir iki eski kilim, iki bakır sini, kapkacak; bir de annemin, kapağı her açılışında sabun kokan çeyiz sandığı… Evin neresinde olursam olayım, sandığın açıldığını kokudan anlar, annemin yanına koşardım. Sabunlara elma, armut, muz gibi meyve biçimleri, renkleri verilmişti. Bir gün, elma sanıp elimi uzattığımı gören annem uyarmıştı: “Onlar elma değil, sabun…” Annem, bir gün, sandığın içinde gözü gibi sakladığı eşyaları da satmak zorunda kaldı. Geride iyi cilalanmış bomboş bir sandık kaldı. Artık ne meyve biçimli sabunlar ne onların içimize dolan hoş kokuları… Satılanlardan gelen para ekmek peynir almaya bile yetmiyordu. O da bitince onun bunun eline bakmaktansa aç kalmayı yeğliyorduk. Ev sahibi kira almıyordu ama o duruma ne kadar dayanılabilirdi? Durumumuz her gün biraz daha kötüleşiyordu. Şen şakrak annemin sesi sönmüş, güleç yüzü gülmez olmuştu. Komşulara gidemiyor, köşelere çekilip bize belli etmeden ağlıyordu. Annemi ağlar görünce ben de ağlıyordum. Ne olup bittiğinin ayrımında olmayan kardeşim, “Ağlama, ağlama!” deyip küçük elleriyle annemin gözyaşlarını siliyordu. Sözde açlığımızı gizliyorduk. Gizlesek de ölgün bakışlarımız her şeyi anlatıyordu. Annem, evden çıkışımızda, “Biri bir şey verirse açgözlülük yapıp hemen kapmayın, karnımız tok deyin,” diyordu. Misafirliğe gittiğimizde bize kaş göz ediyor, sofraya oturmamızı önlüyordu. Bizse boynumuzu büküp susuyorduk. Aç çocuğun gözünün önüne yiyecekler dizilsin, ona elini uzatması yasaklansın… Bundan acı ne olabilir? Öbür kadınların çocukları yerken midemde atlar tepiniyordu. Hem açtık hem de tok görünmek zorundaydık… Kardeşim, annemin eteğine yapışıp mızırdanınca evin kadını elimize bir parça ekmek tutuşturup sokağa salıyordu. İki lokmada yutuverdiğim bir dilim ekmek bile beni cana getiriyordu. O anda ben de öbür çocuklar gibi açlığı unutuyor, onların arasında oyuna katılıyordum. Bahar aylarıydı. Doğa diriliyor, biz açlıktan kırılıyorduk. Artık sabrı tükenen annem, bir gün, büyük adammışız gibi bizi önüne aldı. “Çocuklar, buralarda rızkımız tükendi, Diyarbakır’dan göçüyoruz,” dedi. Hemen pılıyı pırtıyı toplamaya girişti. Olanlar satılmış, toplayacak bir şeyimiz kalmamıştı. Annem giysilerimizi, çulu çaputu denk yaptı. Her şeyimizi uyuz iki atın çektiği arabaya yükledik. Bu ani ayrılış, ev sahibimizi üzmüştü. Bizi kapının önünde uğurlayan Şah Mahmet, gözlerini bizden ayıramıyordu. Atiye Abla, yumruk kadar kalmış bedenini kapıya yaslamıştı. Gözyaşlarını ak örtüsünün ucuyla silerken babama beddualar yağdırıyordu:
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye-Roman-Masal
- Kitap AdıKaçış / Günışığına Yolculuk 1
- Sayfa Sayısı152
- YazarAdnan Binyazar
- ISBN9789750717758
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Çocuk / 2022