Aradan geçen yılların hatrına mıdır bilinmez; tam da bitti derken, birbirinden kopmuş hayatların yollarını buluşturup bir araya getireni kimimize göre tesadüf, kimimize göre de kaderdir.
Rüya, Gülsüm, Canan, Nerime, Gamze, Gülten, Saltanat ve Seher…Yaşadıkları ile bibirine yabancı ama yaşananların bıraktığı izlere; acılara, hüzünlere, aşklara ve ayrılıklara tanıdık sekiz kadın…
Yıllar önce hayatları farklı yollara savrulmuş sekiz arkadaşın, yirmi beş yıl sonra bir gün tesadüfle bir araya gelmeleri üzerine; aradan geçen yılları hayatlarında neleri biriktirdiğini anlatmaları ve eski günleri yadetmeleri ile sonlanan eşsiz bir yaşam öyküsü…
Naşide Gökbudak’ın yalın anlatımı ve akıcı üslubuyla yazdığı “Kaç Yıl Geçti Aradan” adlı bu eseri bir solukta okuyacak ve duygu yüklü bir iklime sürükleneceksiniz..
***
İstanbul’un bu havası hiç mi hiç çekilmez. Yağsam mı, yağmasam mı diye devamlı tereddüt içinde olan bir gökyüzünün altında yaşamak, insanları genellikle menfi yönde etkiler. Yani insanları bedbin, neşesiz hatta karamsar yapar. Bu karanlık tablo bazen günlerce sürer. Eğer gerçekten canınızı sıkan bir şeyler de varsa, karanlık ve sıkıcı havanın etkisi ile daha da gergin, kötümser ve asık yüzlü bir insan olur çıkarsınız. Bu havalar insanların sadece iç dünyasını değil, yaşam koşullarını da çok olumsuz etkiler. Örneğin İstanbul’da, iki damla yağmur düştüğünde şehir içi yolculuk gerçek bir işkenceye dönüşür. Taksi bulmakta bile zorlanırsınız. Çok kere taksiler durakların önünden boş geçer, yolcu almazlar. Üstüne üstlük sıçrattıkları çamurlu su ile işine bir an evvel varmak için ellerini ovuşturarak otobüs ve dolmuş duraklarında beklemekten gerilmiş insanları iyice çileden çıkarırlar. Zaten yetersiz olan toplu taşıma araçları, birkaç damla yağmurun yere düşmesi ile çok daha yetersiz hale gelir. İşte sık sık yaşanan bu manzaralar, dünya milletlerinin gözünü üzerinden alamadığı güzel İstanbul’un öteki yüzlerinden sadece biridir. Öteki yüzlerin her durumda ve her konuda çarpıcı örnekleri vardır.
Kuzguncuk, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında çok şirin bir yerleşim yeridir. Bir bir yıkılmaya başlanan tarihi yalıları ve güzel köşklerinin yanında, hâlâ İstanbul’un kendine has mimarisini sergileyen nadir semtlerden biridir. Kuzguncuk’a girip de yosunla karışmış tarih kokusunu duymamak mümkün değildir.
Gülsüm, kocasının bir şekilde yakmayı veya yaktırmayı başardığı tarihi köşkün yerine yapılan modern ve lüks bir apartmanın üçüncü katında oturmaktadır. Apartman, tarih kokan bu semtin içinde oldukça garip ve yabancı dursa da, kullanımı ve çağdaş hayata uygunluğu açısından çok beğenilmektedir. İçinde yaşayanlar da bu açıdan mutludurlar.
Gülsüm geniş mutfağında acele ile ayıklayarak saplarını ve yapraklarını ayrı ayrı plastik kaplara koyduğu ıspanağı, yardımcısı Şengül’e uzattı.
“Şengül bak, bunları ayrı ayrı ve en az beş altı kere yıkayacaksın. İçinde kum kalmasın,”
“İyi de bunların ikisi de ıspanak. Niye ayırdınız?”
“Sapları olan kıymalı pişirilecek. Diğerini kavurup, yumurta kıracağız. Biliyorsun ağabeyim öylesini sever.”
Şengül musluğun önüne giderken içinden, Ağabeyine bu kadar düşkün bir kardeş görmedim. Ne kadar güzel diye düşünüyordu.
Gülsüm fırın üstü ocağın başına geçip, elindeki tencerenin içine bir baş soğanı acele ile doğramaya başladı. Elinin tersiyle yaşaran gözlerini sildi. Sonra birden daha yavaş ve daha dikkatli bir şekilde işini yapmaya koyuldu. Dudaklarının arasından fısıltı halinde “Ben bugün oyuna gitmeyeceğim ki. Neden acele ediyorum?” diye söylendi.
Yine de bütün işlerini, önüne geçemediği bir acele ile bitirmişti. Izgara köftesini bile hazırlamıştı. Ellerini yıkamak üzereyken telefon çaldı. Büyük bir telaş içinde telefona doğru koştu. Bu kendine bile itiraf etmeden beklediği bir telefon olabilirdi. Yüzü bir anda aydınlandı. Arayan Saltanat Hanım’dı.
“Alo Gülsüm, hazır mısın? Ben çıkmak üzereyim. Beni de alabilir misin diye soracaktım. Hava çok bozuk da.”
“Hayatım, seni almak bir şey değil ama biliyorsun, ben bir müddet oyuna gelmeyeceğim.
Geçen hafta Gülten’e çok kırıldım.”
“Aman sen de! O densizin sözüne bakıp da tek zevkimiz olan oyundan vaz mı geçeceğiz? Hem sen olmazsan, ben o oyundan hiçbir şey anlamıyorum. Hadi, çabuk hazırlan! Bekliyorum. Haa, eğer mümkünse yanına biraz fazlaca mangır al. Ne olur ne olmaz.”
Gülsüm sanki kanatlanmıştı. Eh gitmesi için bir sebep çıkmıştı. Kaç yıllık arkadaşını mı kırsındı yani? Hızla yatak odasına girdi. Alelacele üzerine bir şeyler taktı. Sadece dudağını boyadı. Bu kadarı bile ne kadar güzel ve etkileyici bir kadın olduğunu göstermeye yetmişti. Dolgun dudakları, muntazam yüz hatları, omuzlarına dökülen simsiyah parlak saçları ve çok güzel bir vücudu vardı. Yatağın altında duran banknotları çantasına öylece attı. Mutfağa girdi. Yüzündeki ifade on dakika evveline göre daha mutlu ve daha rahattı.
“Şengül, ağabeyimin yumurtalarını fazla pişirme, öyle sevmez. Biraz da ev eriştesinden ısıtırsın. Kahvesini ve çayını yap. Naz gelince ikindi kahvaltısını yapsın! Saat altıda matematik hocası gelecek.”
Şengül, Gülsüm’ün nefes almasını bekliyordu. Hemen araya girdi.
“Siz bir yere gitmeyeceğinizi söylemiştiniz. Ani bir şey mi çıktı?”
Bu sorudan pek de hoşlanmayan Gülsüm, “Evet öyleydi ama kıramayacağım bir arkadaşım çok ısrar etti,” diyerek sağdaki koridora saptı. İlk kapıyı birkaç kere vurdu. İçeriden tok bir erkek sesi, “Girin!” dedi. Gülsüm ürkek, ürkek kapıyı açtı.
“Ben çıkıyorum. Yemeğini hazırladım. Başka bir isteğin var mı diye soracaktım.”
Kenan Bey Gülsüm’ün yüzüne bile bakmadan konuştu: “Yine mi oyun?”
Gülsüm kıpkırmızı olmuştu.
“Peki ne yapayım? Burada oturup kriz mi geçireyim. Hayatımız yeterince zor. Onu kolaylaştırmak için çabalıyorum.”
“Oyun oynayarak mı?”
“Bildiğim başka bir yol yok. Keşke bilebilseydim de, yapabilseydim.”
Hemen kapıya yöneldi. Bu konuşmayı daha fazla uzatmak istemiyor gibiydi.
“Hoşça kal! Seni üzmeyi hiç istemem, biliyorsun.”
“Tamam, bari erkence gel! Kocanın asık suratına, sana ters davranmasına dayanamıyorum.”
Gülsüm içinden “Zavallı kocam, keşke davransa. Kötü davransaydı belki kendimi biraz daha rahatlamış hissederdim,” diye geçirdi.
Asansör ile garaja kadar indi. Açık mavi Renault marka arabasını çalıştırdı. Hava oldukça soğuktu ama kaloriferi açmak yerine camı açıp, boğazın soğuk, yosun kokan havasını derin derin soludu. Bu sık sık başvurduğu bir yöntemdi. Oldukça da etkiliydi.
Saltanat Hanım’ın babadan kalma eski köşkünün önünde arabasını durdurmadan klaksona birkaç kere bastı. İçinden “Şimdi Saltanat Hanım rüküş ve itici hali ile çıkar; Babam Atina’dayken… Tahran’dayken’ diye başlar. Ne kadar görgüsüz ve kendini beğenmiş bir kadın. Acaba insanların görgülü olabilmesi için ne yapması gerekiyor? Düşünüyorum da, bu kadın bir hariciyeci kızı. Zamanına göre iyi bir tahsil görmüş. İyi bir hayatı olmuş. Neden daima övünmek, hem de geçmişi ile övünmek ihtiyacını duyuyor? Neden insanlara üstten bakmaya çalışıyor?” diye söyleniyordu. Biraz durdu. Sonra kendi sorularına kendisi cevap verdi: “Çünkü çok çirkin ve itici. Ayrıca hayatına artılar eklemeden, koca bir ömrü harcamış. Bunu kapatmaya çalışıyor olmalı.” Sonra saatine baktı. “Yine gecikti” diyecekken, Saltanat Hanım kapıda gözüktü. Gerçekten itici bir görünüşü vardı. Demode ve zevksiz bir giyim, kadından çok erkeğe benzeyen bir fizik, bütün bunların üstüne kibirli bir tavır… Başını göğe doğru o kadar kaldırmıştı ki, insan ona bakarken ‘düştü düşecek’ diye endişelenmekten kendini alamıyordu. Gülsüm tebessüm ederek, “İyi günler hayatım,” dedi.
“İyi günler şekerim. Seni yordum ama böyle zamanlarda İstanbul’un durumunu biliyorsun.”
“Bilmez olur muyum? Onu bildiğim için geldim. Yoksa kimse beni bugün oyuna götüremezdi. Sırf senin hatırın için.”
Saltanat Hanım içinden, “Hadi canım; gelmek için can atıyordun, beni de bahane ettin,” diye geçirdi. Ama büyük bir ciddiyetle, “Teşekkür ederim hayatım, biliyorum,” diye karşılık verdi.
***
Seher Hanım’ın evi Üsküdar’da, Doğancılar’dan Salacak’a inerken dar bir sokağın içinde eski, sobalı bir evdi. Dışarıdan sekiz on basamakla çıkılıyordu. Küçük bir antreden sonra salonla oda arası genişçe bir yere geçiliyordu. Saltanat Hanım acele ile arabadan inip, hızla eve girdi. Gerçekten hava çok soğuktu. Gülsüm arabayı park etmek için bu dar sokaklarda kim bilir kaç tur atacaktı.
Uzunca bir masanın çevresinde yedi hanım oturuyordu. Saltanat Hanım’ı görünce hep bir ağızdan “Niye geciktin?” diyerek, adeta bağrıştılar.
“Hayatım, taksi durağında araba yokmuş. Epeyce bekledim. Sonra Gülsüm’e telefon ettim. Kızcağız gelmeyecekmiş ama sağ olsun beni kırmadı.”
“Hadi sen de; o gelmeden durur mu hiç?” dedi Canan.
Deniz araya girdi: “Sen arayınca bayılmıştır, gitmek için bahane buldum diye.”
Sonra biraz duraladı; o anda farkına varmış gibi, “Kızlar, ben de saçmaladım yani. Oyuna gelmek için hepimiz aynı şeyi yapmıyor muyuz? Kabul edelim artık. Bu masa, hayatımızın önceliklerinden biri haline geldi.”
Gamze, “Ben istersem ve gelmeyeceğim dersem gelmem,” diye karşı geldi Deniz’e.
“Uydurup durmayın! Bunu içimizde yapacak tek kişi vardır o da Nerime Hanım. Ölçüyü asla kaçırmayan ve bağımlı olmayan tek arkadaş bence o.”
Gülten’in bu sözüyle masadakilerin suratı asıldı. Nerime Hanım konuyu değiştirmek ihtiyacını duymuştu.
“Bakın masamızda yeni bir misafir var: Suna Hanım. Ben de biraz önce tanıştım.”
Suna kırk yaşlarında, güzel giyimli, alımlı bir hanımdı. Saltanat Hanım, “Memnun oldum. Hoş geldiniz,” dedi. Ama hemen yanındaki Rüya’ya döndü. Fısıltı halinde, “Ee, şimdi kaç kişi oynayacağız?” diye sordu.
“Gülsüm abla ‘ben kesinlikle gelmeyeceğim’ deyince, Seher Hanım haklı olarak çağırmış.”
Saltanat Hanım biraz sinirli, “Bu masadan kalkarken çok kere birileri ‘gelmeyeceğim’ der, ama gelir. Artık Seher Hanım oynamaya yeltenmesin.”
Tam o sırada Gülsüm içeriye girdi. Herkes bir ağızdan, ‘Onu gördüklerine ne kadar memnun olduğunu, onsuz masanın tadı olmadığını’ büyük bir ciddiyetle söyledi. Birkaç kişinin memnuniyetsizliğine rağmen dokuz kişi olarak masaya oturdular.
Oyunun ilk saatlerinde herkes kibardır. Hal hatır sorulur, espriler yapılır. Saat ilerledikçe ve kaybedenlerin kaybetme miktarı artınca, masadaki kârlılara karşı yavaş yavaş bir cephe oluşturulur. Her oyun bitirişlerinde, kaybeden hanımlar arasında manalı bakışmalar, imalı sözler artar. Oyuncuların birçoğu, her seferinde kaybettiklerinden bahsetmeye başlarlar. Masada “Ben şanssız bir oyuncu değilimdir” diyen asla çıkmaz. Herkes çok para kaybettiği yönünde konuşur; alanlar ya ilk defa alıyorlardır yahut da bir yılda ikinci veya üçüncü alışlarıdır. Sanki onuncu kişi masadaki kavları toplamaktadır.
“Benim bir telefon etmem gerek. Ameliyatta bir hastam vardı. Uyuttum çıktım. Durumunu öğrenmeliyim,” dedi Canan. Deniz, biraz da kaybetmenin gerginliği içinde, “Nasıl yani? Hastayı ameliyat masasında öylece bırakıp mı geldiniz?” diyerek sataştı Canan’a.
“Evet, sizin yaptığınız gibi. Sizin de bu saatte işinizde olmanız gerekmez mi?”
“Benim işimin hayati önemi yok.”
“Benim de orada asistanım var,” dedi Canan, meydan okurcasına. Deniz, konuyu uzatmak istemedi. Hatta öyle bir laf ettiğine bile pişman olmuştu. Zira Canan’ın yaptığı asla doğru değildi ama kendi yaptığının da dürüstçe ve haklı bir davranış olmadığının farkındaydı. Yine de yapıyordu. Oyun denince ne mantık ne de irade kalıyordu sanki. Her oyuncu gibi defalarca kendi kendine söz verdiği halde, yine kendini oyun masasında buluyordu.
Canan daha yüksek sesle tekrarladı, “Seher Hanım! Bir telefon edebilir miyim?”
Seher Hanım, elinde kirli bir el bezi ile ellerini kurulayarak mutfaktan çıktı.
“Buyur canım. Bir şey mi istedin?
“Bir telefon etmem gerek!”
“Ah hayatım, telefonum dünden beri arızalı. Arızayı aradım ama arıza da arızalıymış. Şimdi bir daha sorayım.”
Nerime gülerek, “Tam Aziz Nesin’lik bir durum. Arıza, arızalı.”
Saltanat Hanım ciddi bir ifade ile sordu: “Bari o beyi hemen çağırsak. Telefon bu, hepimize lazım olabilir.”
Nerime çok şaşırmıştı; “Kimi?”
“Demin söylediğiniz beyi. İyi bir tamircidir herhalde.”
Nerime’nin şaşkınlığı iyice artmıştı. Saltanat Hanım’a dikkatlice baktı. Acaba espri mi yapıyordu? Ama yüzünde hiç de öyle bir ifade yoktu. Bu konumda bir kadının, neredeyse tüm dünyanın tanıdığı Aziz Nesin’i tanımaması mümkün olabilir miydi? Kültür neydi? Aslında bunu bilmek için kültürlü olmaya da gerek var mıydı?
Saltanat Hanım sorusunda bir tuhaflık olduğunu hissetmişti. Masada birkaç kişi güldüklerini göstermemek için başlarını başka tarafa çevirdiler.
“Ne var? Çok mu acayip bir şey söyledim?” diye öfkeyle çıkıştı Saltanat Hanım. Rüya atıldı: “Aziz Nesin ünlü, hem de çok ünlü, sayısız dillere çevrilmiş eserleri olan bir mizah yazarımızdır.”
Saltanat Hanım başını havaya dikti; “Ben uzun süre yurt dışında yaşadığım için, Türkiye’de olan veya yaşanan birçok şeyden haberdar olamadım. Hem iyi de, arızalı telefondan bahsedilirken niye o bey araya girdi ki? Bence kel alaka!”
Nerime hiç cevap vermedi. Yine Rüya atıldı: “Saltanat teyze! Nerime abla, “arızanın arızalı olması”, Aziz Nesin için iyi bir mizah konusu olabilir demek istedi.”
Saltanat Hanım hem bilgisizliğinin meydana çıkmasından, hem de Rüya’nın kendisine “teyze”, Nerime’ye ise “abla” demesine bozulmuştu. Üzerinde durmamaya karar verdi. Aslında en az on beş yıldır Türkiye’deydi. Aziz Nesin ise bu dönem hep gündemde olan bir yazardı.
Gülten sabırsız bir şekilde, “Hadi hanımlar, oyunda olun! Çok istiyorsanız bir sohbet günü yapalım! Oyun ciddiyet ister,” diyerek girdi araya.
Nerime içinden güldü. Doğru söze ne demeli? Memleketi kurtaracak bir iş üzerinde çalışıyoruz. Ciddi olmalıyız diye düşündü.
Hanımların oyun masasındayken kendilerini oldukça komik duruma düşürdükleri bir konu daha vardır. Herkes kilo almaktan şikâyetçidir. Herkes bir diğerine yeni yeni diyet reçeteleri tavsiye eder. Ama nedense bir öncekinden daha çok ikramda bulunmak için sofradaki yemek çeşidi hep artar. Sofraya oturunca bütün yakınmalar unutulur, çeşitli bahanelerle önlerine konan her şeyi yemek için bir sebep bulunur. Kimi sabah kahvaltısı etmemiştir, kiminin kocası o yemeği sevmediği için evde pişirmediğinden çok almıştır v.s
Sofradan kalkar kalkmaz da “Ayy çok yedik” yakınmaları başlar. Bazısı çok yedik cümlesini de asla kullanmamaya özen gösterir. Fazla geçmeden yine yemek ve pasta tarifleri sorulur ve kâğıt parçalarına kaydedilir.
Yine buna benzer bir öğlen yemeği yenmişti. Oyuncuların büyük bir kısmı mutfaktaki masada, masaya sığamayan Nerime ile Gülsüm ise oyun masasının bir kenarında yemek zorunda kalmışlardı.
Yemeklerini bitiren Suna ve Gülten odaya dönmüşlerdi. Suna, fırsat buldukça kendisinden bahsetmeyi ihmal etmiyordu. Muhtemelen Saltanat Hanım’ın bir benzeriydi. Ayrıldığı eşinin milletvekili olduğunu, barışmak istediğini ama kendisinin kabul etmediğini, bu masadaki oyunun ona çok küçük geldiğini, aslında kulüplerde oynadığını, önceden tanıştığı birkaç arkadaşını görmek için ve Seher Hanım’ı kıramadığı için geldiğini, oyun aralarına serpiştirerek anlatmıştı.
Oyuncular özellikle ilk tanışmalarında, devam ettikleri çeşitli kulüp isimlerini sayarak, yüksek oyunlardan bahsederek, birbirleri ile bir yarışa girerler. Bu onlar için bir övünme vesilesidir.
Yavaş yavaş herkes yerini almaya başlamıştı. Suna birden bire yüksek bir sesle, “Benim çanağımda on liralık kavım vardı. Gördünüz mü?” diye sordu.
Hep bir ağızdan vallahi billahi sözleri ile başlayan, ‘ben görmedim, ben almadım’ sesleri yükseldi. Gülsüm gayet ciddi bir şekilde Suna’ya döndü:
“Nerime Hanım ile ben hep oturduk. Hiç yerimizden kalkmadık,” dedi.
Sâkin ve saygılı olmakla tanınan Nerime, birdenbire sesini yükseltti. Bayağı sinirlenmişti. Yıllardır hiç kimse onu böyle görmemişti.
“Siz ne demek istiyorsunuz? Evet, yerimden kalkmadım ama kalkabilirdim. Senin kâsenin yanına da gidebilirdim. O zaman kavını ben mi almış olacaktım yani? İçimizde beş kuruşluk kava tenezzül edecek birileri mi var? Eğer varsa bunu bilmeliyiz. Sizin bu davranışınız çok çirkin bir hakarettir!”
Suna ne diyeceğini şaşırmıştı. Eski bir mebus hanımına şu ana kadar kimse böyle bir çıkış yapmamış olacak ki, çok afalladı.
“Ben öyle demek istemedim. Belki alıp cüzdanıma koymuşsunuzdur diye düşündüm.” Nerime daha da sinirlenmişti, “Bu biraz İncili Çavuş’un özrüne benzedi. Senin kavını alıp, senden habersiz cüzdanına koymak, almaktan çok daha mantıksız ve çirkin bir davranış olmaz mı?”
Gülten yine bağırdı, “Hanımlar oyunda olun! Vakit geçiyor. Burası oyun masası, bu gibi şeyler olur. Mesele çıkarmayın!”
Nerime, Gülten’e ters ters baktı. Bir şey söylemek istiyordu ama vazgeçti. Çünkü oyun masasında tartışmak, haklı da olsa ona ters geliyordu. Sık sık tekrar edilen bu cümlenin ifade ettiği şeyi ise çok aşağılayıcı buluyordu. “Oyunda böyle şeyler olabilir.” Yani biri size hakaret edecek, resmen hırsızlıkla suçlayacak, bunu normal bulacaksınız. Çünkü ortada dönen birkaç kuruş hanımların kontrolünü kaybetmesine sebep oluyor. Eğer paraları bu kadar kıymetli ise ki öyle görünüyor, neden oyun oynuyorlar? Şöyle bir masadakilere baktı. Hiç kimse eğleniyor gibi görünmüyordu. Birinin eli titriyor, biri sigara üstüne sigara yakıyor, Saltanat Hanım durmadan kavını sayıyor… Anlaşılan cüzdanındaki para zararını karşılayamayacak durumdaydı; birçok defa olduğu gibi… Nerime içinden, Anlamıyorum, eğer zevk alamıyorlarsa, bütçeleri müsait değilse neden illa da oynuyorlar? Birileri zorla mı getiriyordu bu koskoca, yaşlı başlı hanımları? diye geçirdi.
Nerime’nin atladığı bir konu vardı. Onları buraya zorla gönderen birileri değil, yaşamlarından eksik olmayan fırtınalardı. Sonra Rüya ile göz göze geldi. Rüya, dudakları arasındaki sigaradan derin bir nefes çekti. Dumanı tamamen içine hapsetti. Nerime’ye göz kırptı. Bu işaret “ne düşünüyorsun?” anlamındaydı galiba. Nerime hafiften gülümsedi. Sonra, “hiç” anlamında omuz silkti. “Kendime başka bir uğraş bulmalıyım. Burası benim yerim değil,” diye karar verdi Nerime. Bunun için geçerli bir sebebe ihtiyacı vardı. Her şeye rağmen, bu masadaki birkaç kişiye sevgi duyuyordu. Bir ikisiniyse gerçek bir dost gibi görmeye başlamıştı. Aslında hiçbirini kırmak istemezdi. O insanları seviyordu ve daima sevecek bir taraf bulabiliyordu. Oyundan ayrılmak için, alerjisi olduğunu, sigara dumanının sağlığını tehdit ettiğini öne sürebilirdi ki bu mazeretinde gerçeklik payı da vardı. O zaman hepsi bir ağızdan “Aaa kesinlikle olmaz! Biz başka yerde sigaramızı içeriz. Bak söz veriyoruz. Çok dikkat edeceğiz,” diyecek, bir oyun sonra eski hallerine döneceklerdi.
Her şeye rağmen, en çabuk zaman israfı oyun masasında olur. Yaşam süresini çabuk tüketmek isteyenler için gerçekten kesin bir yöntemdir. İşte yine saat yedi olmuş, hanımlar evlerini, kızgın yüzlü kocalarını ve çocuklarını hatırlamışlardı. Gerçi bu konularda haksızlık da etmemeli. Çoğu, yemeklerini hazırlamadan evinden çıkmıyordu. Oyuna gitmeleri başlarına kakılmasın diye akşam için bir eksik bırakmamaya özen gösterirlerdi. Evlerinin temiz olması, yemeklerinin hazır olması, çocuklarını eve alacak birilerinin bulunması yeterli miydi? Tabii ki haftanın dört beş gününü masada geçiren bir ev hanımı için asla! Saksıdaki çiçeğin bile yaşamak için ilgiye, sevgiye ihtiyacı varken, bir çocuğun sadece karnının doyması, sıcak bir evinin olması sağlıklı büyümesi için yeterli midir?
Masada kıran kırana hesap görülürken, evin kapısı kırılırcasına çalınmaya başladı. Seher Hanım hesap vermekle meşgul olduğu için, masanın en genci Rüya gidip kapı açtı.
Gelen, Seher Hanım’ın ipe sapa gelmez oğlu Fikret’ti. Annesinin, geçinmek için son çare olarak ‘evde oyun oynatma’ gibi, hiç de hoş olmayan bir yolla kazandığı birkaç kuruşu da, çeşitli sebepler yaratarak almaya gelmişti; her seferinde yaptığı gibi.
Seher Hanım, Fikret’i görünce suratı asıldı. Diğer hanımlar da aşağı yukarı aynı tepkiyi vermişlerdi.
“Odaya geç. Misafirlerimi göndereyim, geleceğim.”
“Olur anaların anası! Bir hatırını sorayım dedim.”
Müstehzi bir ifade ile, “Eminim öyledir,” diye cevap verdi Seher Hanım.
O arada Gülten ile Deniz, bu günün kârlısı Saltanat Hanım’ı çekiştiriyorlardı.
Saltanat Hanım durmadan kavını saymıştı ama sonunda kârlı kalkmıştı.
Nerime, “Arkadaşlar, hepinizi çok sevdiğimi, sizinle beraber olmak için oyuna geldiğimi biliyorsunuz. Ne yazık ki sağlığım çok bozuluyor. Alerjim arttı. Astıma doğru gidiyorum. Bir müddet oyun oynayamayacağım,” dedi. Tam da tahmin ettiği gibi hepsi bir ağızdan bağrıştılar; “Asla sensiz olmaz!” “Dikkat ederiz.” “Sigarayı artık masada içmeyiz.”
Nerime gülerek, “Sizi bu kadar tedirgin etmeye hakkım yok. Ne olur beni mazur görün,” dedi. Canan karşısındakine göz kırparak, “Bak, öbür hafta eşim yok. Size büyük bir ziyafet vermeyi düşünüyorum. Bizim yakınımıza meşhur Elazığlı çiğ köfteci Ali Usta restoran açtı. Ben de hamsili pilav ve daha birçok sürpriz yemek yapacağım. Biraz da geç dağılırız. Nerime’ciğim, senin için de veda partisi olur. Hem konuyu bir kere daha düşünür, tartışırız. Bakın hepinizi bekliyorum. Bir kere için, biraz geç gitmeyi ayarlayabilirsiniz zannederim?”
Nerime asla kocasından sonra eve gitmezdi. Bu da tuhaf bir kaide idi. Daha doğrusu oyuna gittiğinden dolayı kocasının icat ettiği huzursuz etme yöntemlerinden biriydi. Eşinin haftaya bir Çin seyahati olma ihtimali oldukça fazlaydı. Biraz durdu ve “Biliyorsunuz ben eve geç kalamam. Ama Melih’in Çin’e gitme ihtimali var. Çocukların yemeğini hazırlarım. Olmazsa Emine’ye biraz geç gitmesini rica ederim. Ama Melih’in seyahati ancak iki gün içinde belli olur. Gelebilirsem bu benim veda yemeğim olacak. Bunu böyle kabul ediyorum,” dedi.
Eski mebus hanımı hiçbir konuşmaya katılmıyordu. O olaydan sonra tek kelime etmeden oturmuştu. Büyük bir ihtimalle, bu masaya bir daha gelmemeyi kararlaştırmıştı. Zaten onu davet eden de olmamıştı. Diğerleri için de gelmemesinin bir mahsuru yoktu. Hepsi bir ağızdan “Aaa ne güzel olur,” diye bağrıştılar.
Oyun içinde de sonrasında da, kaybedenlerin arasında, kazananlara karşı gizli bir ittifak oluşurdu. Gülten acele ile, “İyi, ben de gelirim,” dedikten sonra, Saltanat Hanım’ı yermek için yeni şeyler aramaya yöneldi. Gerçi bunun için fazla arama yapmasına da gerek yoktu. Söylediği ve yaptığı üç hareketten biri övünme amaçlı olan bu hanım, yatı, Mercedes arabayı ve bir zamanlar babasının sahip olduğu yarış atını bir cümlede zikretmekte çok mahirdi.
Gülsüm, Saltanat Hanım’ı evinin önünde indirdikten sonra Kuzguncuk’a doğru yol alırken, yine ağabeyinin sitemi ile karşılaşıp karşılaşmayacağını düşünüyordu. Bu duruma çok üzülüyordu. Ama çaresizdi ve yapabileceği hiçbir şey yoktu.
***
Gülsüm anahtarı ile kapıyı açtı. Ayak sesleri duyulmasın diye sessizce yürümeye çalışıyordu. Naz, antrede göründü.
“Anne, bugün iki dersten 98 aldım!”
Gülsüm kızının boynuna sarıldı. “Çok güzel yavrum. Sen her açıdan mükemmel bir çocuksun. Allah’ın bana belki de tek lütfusun…”
Sermet oturma odasından çıkmış, ana kızı seyrediyordu. Dayanamadı: “Hanım be, ne yaparsam yapayım, ben seni mutlu edemiyorum. Neredeyse yollarına halı döşeyeceğim. Ama bir gün bana böyle laflar etmedin!”
Gülsüm gülmeye çalıştı. Şaka ile karışık, “Kocalara böyle laflar edilmez. Sonra şımarırlar,” dedi.
Bu arada üzerindeki mantoyu çıkarmış, yatak odasına girmişti. Acele ile günlük bir kıyafet geçirip, önce ağabeyinin odasına doğru yöneldi. Sonra birdenbire dönüp, geniş ve güzel mutfağına geçti. Şengül’ün hazırladığı sofraya bir göz atması gerekiyordu. Şengül iyi bir kadındı ama öğrenme kabiliyeti fazla yoktu. İki yıldır bu evde çalışıyordu, hâlâ evin düzenini tam olarak kavrayamamıştı. Sermet de arkasından mutfağa girmişti.
“Hayatım, Kenan’ın hep yalnız yemek yemesini bir türlü anlayamıyorum. Neden kendini odasına hapsediyor? Bir kusurumuz mu var?”
Gülsüm ne diyeceğini bilemiyordu. Başını kaldırmadan, “Biliyorsun hayatım, onun kendi ile sorunları var. Sen sakın üzerine alınma,” dedi.
Sermet güldü. “Yok canım, benim maksadım biraz neşelenmesi, yalnızlıktan kurtulması. Nasıl istiyorsa, öyle yapsın.”
***
Saltanat Hanım masadan kârlı kalkmanın verdiği mutlulukla şen şakrak evine girdiğinde, kocası çoktan çilingir sofrasını hazırlamış, pencerenin önüne küçük masasını çekmişti.
“Hadi Saltanat, kadehini ve tabağını al da gel!” diye seslendi.
“Dur Beyzadem, üstümü değiştireyim geliyorum.”
Eşine yalnızken bile “Beyzade” diye hitap ederdi. Çünkü bu hitap, sahip olduklarını zannettikleri asaleti pekiştiriyordu veya öyle olmasını istiyordu. Birkaç kadehten sonra, karı- koca kimseyi bulamadıkları için birbirlerine övünmeye başlayacaklardı. Ercüment Bey yazarlıktaki başarısından, Babıâli’deki hiç kimsenin, kendisi ile kıyaslanamayacağından bahsedecek; Saltanat Hanım da, babası ile dolaştığı Avrupa ülkelerini ve dedesinin zenginliğini anlatacaktı. Bu sohbet bazen ilerleyen saatlerde öyle bir hal alırdı ki, ikisi bir ağızdan konuşur, kimse kimseyi dinlemezdi. Bu oyun hemen hemen her akşam tekrarlanır, gözler kapanmış, dudaklar sarkmış bir vaziyete gelindikten sonra da yatılırdı. Sabah olunca da iki kadehten sonra söylenenler de, yapılanlar da hatırlanmazdı. Bu durum tipik içki masası sohbetlerinin kaçınılmaz gelişimi ve sonuydu.
***
Seher Hanım misafirlerini gönderdikten sonra, içeride bekleyen oğlunun yanına gitti. Bugün oyundan kalan paranın yarısından fazlasını koltuk minderlerinin birinin altına sokuşturmuştu. Ötekini de elbisesinin cebine koymuştu.
“Ee Fikret, ne var ne yok?”
“Bir şey yok anacığım. İşten erken çıktım. Henüz Semiha’da eve gelmemiştir diyerek sana uğradım.”
Seher Hanım imalı bir tarzda, “Sizin salı günleri işiniz az oluyor galiba?” dedi.
“Aa, bu gün salıydı değil mi?”
“Aman Fikret, dürüst ol! Bugünün salı olduğunu, bende oyun olduğunu biliyorsun.”
Fikret boynunu bükmüş, acındırma pozunu almıştı.
“Ne yapayım anacığım? Senden utanıyorum. Sen kraliçeler gibi yaşatılacak bir anasın. Ama gel gör ki, kaderin bana bir kini var. İşim hiç düzgün yürümüyor.”
“İş dediğin at yarışı, değil mi? At yarışı işi, hiç kimsede düzgün gitmemiştir. Bunu duymuşsundur herhalde?”
“Asla! Aylardır oynamıyorum. Sırma’nın mantosu yok. Bir de senet ödemem gerek.”
“Oğlum ben para basmıyorum! İşte hepsi bu. Benim de çok ihtiyacım var. (Eliyle altüst olmuş evi göstererek) Yoksa bu dert çekilir mi?”
Cebindeki parayı çıkararak oğluna uzattı.
“Al bunları. Öbür haftayı da bana bırak. Aa, haftaya zaten bende oyun yoktu.”
Fikret paraya şöyle bir göz attı. “Bu neye yeter anne? O kadınlar yiyorlar, içiyorlar, evi kirletiyorlar, bıraktıkları bu mu?”
“Daha iyi bir kâr yolu biliyorsan söyle de yapalım. Hatta sen yap da her hafta bu parayı alma!”
Fikret ayağa kalktı.
“Peki anacığım peki, kızma! Bir gün bunların hepsini ödeyeceğim.”
Seher Hanım elini havada döndürdü. “Sen bendekini bana bırak, yeter. Hadi güle güle,” diyerek mutfağa doğru yürüdü.
“Anne, Nihal’dan haber var mı?”
“Evet dün gece aradı. İyilermiş.”
“Nihal da çalışıyor artık, değil mi?”
“Evet.”
“Ee, sana yardım etse ya!”
Seher Hanım iyice sinirlenmişti. “ ‘Yani ‘bana yardım etse ya!’ demek istiyorsun ve hiç utanmıyorsun! Kız gurbet ellerde her şeye hasret çekerek, çocuklarının geleceği için çalışsın, sana at yarışı parası göndersin, öyle mi?”
“Anne ben, bana demedim ki!”
“Çek de git artık! Sinirlerimi iyice bozma! Daha sen ağzını açınca ben ne demek istediğini anlarım.”
***
Rüya arabasını park ettiği ara sokaktan getirdi. Kapının önünde bekleyen Gülten’i aldı. Altunizade’ye gideceklerdi.
“Bize gelsenize Rüya, humus yapmıştım. Bir de Arnavut ciğeri yapacağım. Birer kadeh içeriz.”
“Fatih bir iş için Suriye’de. Ben de çok yorgunum. Teşekkür ederim.”
Gülten, Altunizade’de, bahçeli güzel bir evin önünde indi.
Rüya henüz yirmi iki, yirmi üç yaşlarında oldukça güzel genç bir kadındı. Edebiyat Fakültesi’nin üçüncü sınıfındayken Fatih ile karşılaşmış, o günden sonra hayatı değişmişti. İki sokak ötedeki evine doğru giderken düşünüyordu. Bu Gülten Hanım ile asla görüşmek istemiyorum. Aslında bu camianın içinde olmak da istemiyorum. Keşke Fatih başka bir meslekte, başka insanlarla olsaydı. Ne yazık ki Ustura Ziya’nın adamlarındandı. Bazı pis işlere de bulaşmıştı.
Rüya’nın gözleri doldu. Kocasını seviyordu. İyi bir adamdı. Cömertti. Romantik tarafları vardı. Kendisini de çok seviyordu. Ama Rüya, kocasının yaptığı işlerin hiç de kanuni olduğunu zannetmiyordu. Geçmişi ve işi hakkında hemen hemen hiç konuşmazdı. Arabasını bahçedeki tek arabalık otoparka yerleştirdi. Kapıyı açıp, içeriye girerken Keşke Fatih haftaya kadar gelmese de ben de rahatça oyuna gidebilsem diye düşünüyordu. Salonda bir ışık vardı. Rüya birden ürperdi. Bir an geri dönüp, kaçmayı düşündü. Bacakları titremeye başlamıştı. Fatih’in düşmanlarından biri olabilirdi. Antrede öylece duruyordu. Elini kalbinin üzerine götürdü. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Ani bir hareketle geri dönüp evden uzaklaşmaya çalışıyordu ki, içeriden bir ses duydu: “Aşkım girsene! Ne yapıyorsun?”
Rüya birdenbire salona doğru koştu. Bu Fatih’in sesiydi. Kollarını Fatih’in boynuna doladı. Ağlıyordu. Vücudu titriyor, kalbi hızla çarpıyordu.
Fatih şaşırmıştı.
“Ne oldu? Ne var? Birisi bir şey mi yaptı?”
“Hayır hayır! Sadece korktum. Sen olmadığın günler hep bu korkuyu yaşıyorum. Ne olur başka bir iş bul! Su testisi su yolunda kırılır derler. Seni kaybetmek veya hiç suçum yokken, kötü bir şeyle karşılaşmak istemiyorum!”
Fatih, Rüya’nın kollarından sıyrılıp pencereye doğru yürüdü. Gözleri doluydu. Yüzündeki damarlar atıyordu. Yumruklarını sıktı.
“Sen benim bunları düşünmediğimi veya istemediğimi mi sanıyorsun? Özellikle seni tanıdıktan sonra! Ama bu camiadan kolay kurtulamazsın. Şu ana kadar yaptıklarım sırtımda kambur, bileklerimde de kelepçe olarak kalacak Rüya. Hayallerimin, rüyalarımın hiçbirine kavuşamayacağım. Rüya olarak elimde sadece seni tutabilirim. Hayatımın tek güzel tarafı sensin. Mucizeler bekliyorum ve mucizeler oluşması için dua ediyorum. Bazen seni, senin iyiliğin için bırakmak istiyorum. Ama o zaman yaşamanın ne anlamı kalacak? Ölürüm daha iyi!”
Rüya ağlıyordu. İçinden Keşke ben de senin için öyle diyebilsem. Bu kadar sevmeme rağmen… Bana korkulu ve bol paralı bir hayattan başka hiçbir şey veremiyorsun diye geçirdi. Birden hızla Fatih’in yanına yürüdü. Kolunu tutup, kendine doğru çevirdi.
“Bak! Seni seviyorum. Beni sevdiğine de inanıyorum. Ama genç bir kadının hayatını paylaştığı erkekten beklediği ilk şey, ona güven içinde bir hayat sunmasıdır. Ben korku içinde yaşıyorum. Bebek yapamıyorum. Hatta ‘evlen benimle!’ diyemiyorum. Bu teklifleri sen de yapsan kabul edemeyeceğim.”
Fatih’in sesi yükselmişti. “Ben de bu yüzden evlen benimle diyemiyorum ya!”
“Fatih, yurt dışına kaçsak!”
“Bu benim de aklıma sık sık geliyor. Bunun için bazı şartların oluşması gerek. Belki, kim bilir belki kader yüzümüze güler. Hadi giyin de seni güzel bir restorana götüreyim.”
“Hayır, ben seninle baş başa kalmak istiyorum,” diyerek Fatih’e iyice sokuldu Rüya. Yanından bir dakika bile ayrılmasını istemiyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKaç Yıl Geçti Aradan
- Sayfa Sayısı298
- YazarNaşide Gökbudak
- ISBN6055395247
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviNemesis Kitap / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zenci Musa ~ İsmail Bilgin
Zenci Musa
İsmail Bilgin
Osmanlı için yaşamış Sudanlı bir asker; Zenci Musa... Kuşçubaşı Eşref'in gözü kapalı güvendiği, çatışmaya girecekse sağında istediği bir delikanlı...
- Bitirgen ~ Figen Şakacı
Bitirgen
Figen Şakacı
Keşke kalksaymışım. O zaman babam çarşaftaki kanı görüp, “Batırmış yatağı, al şu kızı buradan,” diyemezdi. Donumdaki kana baka baka öyle ağladım ki, annem sabah...
- Yalnız Evler Soğuk Olur ~ Selim İleri
Yalnız Evler Soğuk Olur
Selim İleri
İçi boşalmış, bomboş deniz kabuklarından denizin sesi duyulur, sona sürükleyen amansız dalgaların sesi. Çok eski çağlardan çıkagelir. Uğultuyu bir an olsun dindiremezsiniz. Yazarlar ikide...