Reşad Ekrem’in dilinde tarih gerçek hayattan daha canlı, daha güzel, daha büyülü…
Osmanlı tarihi, son iki yüzyılında, ilerleme ve aydınlanma çabalarına karşı kurulu düzeni sürdürme yanlılarının önayak olduğu isyanların tarihidir. Lale Devri’nin aydınlığını 1730’da Patrona Halil İsyanı karartmıştı. Fransız Devrimi’nin yapıldığı 1789 yılında tahta oturan III. Selim’in yenileşme çabalarıyla ve “türlü iç ve dış gailelerle” geçen on sekiz yıllık dönemini de “Kabakçı Vakası” denilen kanlı bir ayaklanma kapadı (1807). Reşad Ekrem Koçu “Türkiye’de devlet gücüne indirilen en ağır darbelerden biri olan” bu isyanı ve başlıca aktörlerini tarihçi titizliği, romancı yaratıcılığıyla ele alıyor.
*
Tahtını örümcek ağları sarmış
bir genç hükümdar
Sultan I. Abdülhamid 7 Nisan 1789 gecesi sabaha karşı, bir devlet reisinin şanına layık şekilde öldü. Avusturya ve Rusya’yla harp içindeydik; Aşağı Tuna boyunca Özi Kalesi ve kasabası Rusların eline düşmüş ve orada cihan tarihinin en korkunç katliamlarından biri yapılmıştı. Serdar Koca Yusuf Paşa’nın bu kara haberi bildiren mektubunu okurken altmış beş yaşındaki hükümdar yüreği paralanırcasına bir “Ah!..” diye inlemiş ve şiddetli bir felç darbesiyle oturduğu sedirin üstüne yığılmıştı; sabaha karşı da öldü. Ona “şehit” unvanını vermekte tereddüt edilmez.
O salı sabahı Osmanlı tahtına oturan yeni Hükümdar Sultan III. Selim yirmi sekiz yaşında bir genç adamdı; Sultan III. Mustafa ile Mihrişah Kadın’ın oğluydu. Yüzünün güzel çizgilerini ve koyu kumral saçlarının rengini bir Gürcü dilberi olan anasından almıştı; vücut yapısı babasına benziyordu, belden yukarı olan kısmı altından uzundu; oturduğu zaman ve at üzerinde heybetli görünürdü, ayağa kalkınca o heybeti kaybolurdu.
Padişah babasından on üç yaşında yetim kalmıştı; babasından sonra tahta oturan amcası I. Abdülhamid’den şefkat ve muhabbet gördü; sarayda “şimşirlik” yahut “kafes” denilen şehzadeler mahpushanesine kapatılmadı. Harem-i Hümayun’da babasının zamanında kendisine tahsis edilmiş odada oturmuş, hizmetine bakanlardan gayri kimseyle temas etmemek şartıyla dilediği zaman miri bir yaliya, bahçeye, koruya gitmiş, huzur içinde okumuş, el yazısının güzel olması için yazı dersleri almış, mayası Âl-i Osman kanından, “İlhami” mahlasıyla (takma adı) şiirler yazmış ve bilhassa musikiyle meşgul olmuştu. Bir gün padişah olursa, babasının başlayıp da harp-ler dolayısıyla tahakkuk ettiremediği islahat işine bütün gücüyle el atmayı kafasına iyice yerleştirmişti.
Babası Sultan III. Mustafa 1757 ile 1773 arasında on altı yıl padişahlık yapmıştı. Çağdaşı Prusya Kralı II. Frederik’ten öğrendiği bir hikmet vardı: “Bir devlet, tarih bilgisi, hazine (para) ve sulh zamanında harbe hazırlanmış orduyla, bu üç şeyiyle ayakta dururdu.”
Sultan Mustafa tarih biliyordu, müsrif değildi, parası da vardi; orduyu sulh zamanında cenge hazırlamaya da çalışmıştı. Türkiye hizmetine girmiş Baron dö Tott’un himmetiyle topçulukta, istihkamcılıkta islahat yapılmış, Avrupa ordularındaki yeni topların benzerleri dökülmüş, “sürat topçuları” adıyla yeni bir sınıf asker yetiştirilmiş, deniz kuvvetlerinin önemine aşırı inanı olan padişahın bilhassa şahsi eseri olarak Kasımpaşa’da “Mühendishane-i Bahri-yi Hümayun” adı altında bir bahriye mektebi kurulmuştu. Yeniçerilerin tüfeklerine de süngü ilave edilmişti. Fakat yeniçerilere sulh zamanında askerlik talimleri yaptırılmasına cesaret edilememişti. Ehliyetsiz, liyakatsız, cahil, mağrur ve haris bir zümre, devlet müesseselerini keçeleşmiş örümcek ağları gibi sarmıştı. Kökten devrime gidilince bu korkunç zümrenin teşvikiyle Hacı Bektaş Ocağı’nın kara kazanları Et Meydanı’na çıkacaktı. Bazı işler yapmakla beraber III. Mustafa bedbin adamdı; memleketinin durumunu gayet samimi, son derecede açık ve acı bir dille şu dört misrada toplamıştı:
Yıkılupdur bu cihan, sanma ki bizde düzele Devleti çarh-1 deni verdi kamu mübtezele Şimdi ebvab-1 saadette gezen hep hezele İşimiz kaldı hemen merhamet-i Lemyezel’e!
Açık alınla, açık yürekle, açık hesapla devlet işlerine yeni bir düzen verecek olan hakiki devlet adamları, karşılarında hep bu müptezel hezele güruhunu, ayaktakımının omzunu, ensesini okşayan, pespayeleri besleyen, temiz din duygusunu hasis siyasi çıkarları yolunda istismar eden müthiş demagogları bulacaktı.
Şehzade Selim, denizde ve karada mağlubiyetlere cehlin ve geriliğin sebep olduğunu görerek bir an evvel işbaşına geçmek için çırpınıyordu. Amcası I. Abdülhamid’in, çok temiz duygularına rağmen aciz olduğunu biliyor ve ona acıyordu. Koca bir Türk ve İslam ülkesi olan Kırım’ın Rusya tarafindan ilhakina onunla beraber ağlamıştı; hem gözleriyle, hem de şair kalemiyle:
Yüz tuttum Cenab-1 Kibriya’ya Resulün zikrin aldım iptidaya Gidelim ceyş-i küffara gazaya Bizim bu memleket kalsın mı böyle?
Olaydım ölmeden bir gez seferber Hüda emriyle olursak muzaffer İnayet etmez mi Halik ruz-i mahşer Kalalım mı kılıç altında böyle?
Kılıç adâya elbet ki sezadir Bu dinin uğruna canım fedadır Bizim yardımcımız Bâri Hüda’dır Kalalım mı hicap altında böyle?
Hele Osmanlı’yı cenge salayım O kafir düşmana satır çalayım Varıp Moskof’tan öcüm alayım Gözüm açık benim kalsın mı böyle?
Bu şiiri yazdığı zaman, 1783’te, yirmi iki yaşındaydı. I. Abdülhamid’in sadrazamlarından Halil Hamid Paşa, III. Mustafa’nın başlayıp da yarım bıraktığı islahatı devam ettirmek istedi; sürat topçularını çoğalttı, yeni bir harbe karşı ordunun erzak ve cephane depolarını, ambarlarını doldurdu, bilhassa kötü durumunu yakından bildiği Maliye’yi eline aldı, geniş bir mali reform arasında hırsızlıklari, suiistimalleri önlemek istedi ve müptezel hezele güruhundan pek çok düşman kazandı. İşte o illet gibi insanların kötülüklerine müthiş bir misal; bunlardan biri suret-i haktan görünerek bir gün Hamid Paşa’ya:
“İstanbul sarayının masrafı ağır, padişahımız bir müddet Edirne’de yahut Bursa’da otursalar!” dedi; Paşa da boş bulundu:
“Münasip olur ama padişahımız ihtiyardır; hem yollarda hem de oralarda rahatsız olurlar…” cevabını verdi.
Bu söz 1. Abdülhamid’e, “Hep ihtiyarlığınızdan bahsediyor!… Paşa’nın niyeti sizi Edirne’ye yahut Bursa’ya gönderdikten sonra Sultan Selim’i tahta çıkarmaktır!” şeklinde aksettirildi. Halil Hamid Paşa azledildi ve sürgün edildiği Bozcaada’da idam olundu. I. Abdülhamid bu kan lekesini, bir vatanpervere yakışan ölümüyle unutturabilmiştir. Bu vaka Sultan Selim’e de hürriyetini kaybettirmişti. 1785’te kafese kapatıldı. Dört sene süren bu mahpusluk şehzadeye çok ağır geldi. Osmanlı tahtına otururken muhakkak ki çok kötü bir devirde çok ağır mesuliyetler yükleniyordu.
Yeni Nizam
Sultan III. Selim, Rusya ve Avusturya’yla yapılmakta olan harbin aleyhimize geliştiği sıralarda tahta oturmuştu. Padişahlığı on sekiz yıl kadar sürdü; devri türlü iç ve dış gailelerle geçti; öylesine ki kısaca nakli bile koca bir cilt doldurur ve bu devri “Kabakçı Vakası” denilen kanlı bir ihtilal kapadı. Türkiye’de devlet gücüne indirilen en ağır darbelerden biri olan ihtilale kadar bu devri, atlama taşlarına basarak aşmaya çalışalım.
20.000’den fazla şehit verilen Buza Bozgunu’ndan sonra Ruslar Bükreş’e, Avusturyalılar Belgrad’a girdiler. 30.000 şehitle de Tuna ağzında İsmail Kalesi düştü.
Sultan Selim’in tahta oturduğu yıl, 1789, Fransız Büyük İhtilali’nin başlangıcıdır. Fransız milleti kanını sel gibi akıtarak müstebit krallığı devirdi, cumhuriyeti ilan etti. Bütün Avrupa’ya hürriyet ve milliyet fikirleri yayılmaya başlayınca müstebit hükümdarlar tarafından idare edilen Avrupa devletleri Fransa’ya karşı birleşmeye mecbur oldular. Bu arada Rusya ve Avusturya da Türkiye’yle hemen sulh yapmaya mecbur kaldı. Avusturya’yla 1791 Ağustosunda Ziştovi Muahedesi imzalandı, Belgrad da dahil aldıkları yerleri geri verdiler. Rusya’yla da 1792 Ocak ayında Yaş Muahedesi imzalandı. Dinyester Nehri hudut kesildi, suyun berisindeki topraklar kurtarıldı.
Sulha kavuşan Sultan Selim hemen islahat işine başladı. Osmanli Devleti’nin ordusu, mali ve iktisadi bünyesi, adli ve idari müesseseleri, milletin fikri seviyesi, cemiyet hayatı “Müslüman Avrupalı” olarak yeniden tanzim edilecekti.
Hakiki yahut yalancı şöhret, evvela kendi sahasında salahiyet sahibi bilinenlerden birer islahat layihasi (raporu) istedi; bunları bizzat okudu, ayıkladı; ve işe ordudan başladı. Bir umur-i cihadiye nazırlığı kurdu; bu nazırlık “talimli asker” işiyle meşgul olacaktı.
Yeniçeriler talim kabul etmedikleri için bu ocağın artık kaldırılması lazımdı. Fakat ferman dinlemez yeniçeriler ancak silah kuvvetiyle dağıtılabilirdi; Sultan Selim onların mukadderatını, istikbalde yapacağı islahatın gelişmesine bıraktı. 1793’te padişahın ve sarayın ve İstanbul civarındaki miri kasır ve sarayların muhafızları olan Bostancı Ocağı’na bağlı bir bostancı tüfekçisi ocağı kurdu. Fransa’dan ve İsveç’ten muallim zabitler getirerek evvela 1.600 neferle işe başladı; bunlara “Nizam-1 Cedid askeri” denildi.
Bir sene sonra, 1794’te Nizam-1 Cedid askeri için biri Üsküdar’da, biri Levent’te iki büyük kışla yapıldı. Üsküdar Kışlası’na padişahın adına nispetle “Selimiye Kışlası” adı verildi ve Nizam-1 Cedid askerinin kadrosu 1.600 neferden 12.000 nefere çıkarıldı. Bu askere serpuş olarak bostancı külahı kabul edilmişti. Üniforma olarak da, zamanımızda köylülerimizin giydiği külot pantolonları andırır çuha çakşır, beli kemerli ceket giydirildi. Silah olarak da devrin en yeni süngülü tüfekleri verildi.
Yeniçerilerin biri Şehzadebaşı’nda “Eski Odalar”, diğeri Aksaray’da “Yeni Odalar” denilen kışlalarındaki hayat, başıboş bekâr uşaklarının han odası hayatından farksızdı. Nizam-1 Cedid kışlalarında sert asker disiplini kuruldu; hatta Avrupa ordularının örnek alabilecekleri kışlalar oldu.
Bu yeni askerlerin masraflarını karşılamak için de “İrad-1 Cedid” adıyla yeni vergiler konmuştu. Nizam-1 Cedid’in mali işleri de “İrad-1 Cedid Defterdarlığı” denilen müstakil bir nazırlığın (bakanlığın) eline verildi.
Yeniçeriler, Bostancı Ocağı’na bağlı Nizam-1 Cedid askerlerinin, kâfi derece çoğaldıktan sonra padişahın talimli muhafızları olmaktan çıkarak asıl orduyu teşkil edeceğini, kendi köhne, disiplinsiz ocaklarının da kaldırılacağını sezmişlerdi, fakat Nizam-1 Cedid’in ummadıkları süratle bir sene içinde 1.600 neferden 12.000 nefere yükselmesi karşısında ses çıkaramamışlardı. Yeni bir fitne çıkarmak için fırsat gözleyerek sindiler.
Bu arada padişah, ulemanın durumunu da ele aldı. Medreseler…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarih
- Kitap AdıKabakçı Mustafa
- Sayfa Sayısı160
- YazarReşad Ekrem Koçu
- ISBN9786050937213
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2016