Bulantı, Fransız yazar ve filozofu Jean Paul Sartre’ın en önemli yapıtıdır.
1938’de yayımlanan Bulantı ile Sartre, daha sonra temel ilkelerini açıklayacağı “Varoluşçuluk” felsefesinin ilk örneğini vermiş oldu.
Edebiyat yapıtlarıyla felsefi düşüncelerini yansıtan Sartre, “Varoluş’un öz’den önce geldiğini” savunan ilk örneğiyle “Varoluşçuluk” felsefesinin Fransa’daki ilk temsilcisi olmuştur.
TARİHSİZ YAPRAK
En iyisi olayları günü gününe yazmak. Onları daha belirgin kavrayabilmek için günlük tutmak. Pek önemsiz görünseler bile. en ince ayrıntıları, en küçük olayları bile allamamak, ve özellikle iyi bir sınıflandırma yapmak. Bu masayı, yolu. insanları, pipo tütününü nasıl gördüğümü yazmalıyım, çünkü onunla başladı değişiklik. Bu değişmenin alanını ve niteliğini kesinlikle belirtmeliyim.
Örneğin, içinde mürekkep şişesi olan şu mukavva kutuyu alalım ele. İyice belirtmeye çalışmalıyım, bu kutuyu önce nasıl görüyordum, şimdi nasıl Deneyelim! Dik açılı bir paralel yüz, açılıyor — saçma, bu konuda söylenecek hiçbir şey yok. İşte bundan kaçınmalı, hiçbir şey olmadığı halde ille bir şey bulup çıkarmaktan sakınmalıyız. Sanırım günlük tutarken en tehlikeli olan da bu: Her şey abartılıyor, kulak kirişte ve gerçekler durmadan zorlanıyor. Öte yandan şu da var: Özellikle bu mukavva kutu, ya da herhangi başka bir nesneyle ilgili, dün değil önceki gün duyduğum izlenimi yeniden duyabilirim şüphesiz. Her zaman hazırlamalıyım kendimi buna, yoksa yine kayabilir parmaklarımın arasından. Kaçınmalı^) ama, öte yandan, bütün olup bitenleri, en ince ayrıntılarına dek özene bezene not etmeliyim.
Elbette ki cumartesi günü ve dün değil önceki gün geçen olaylar hakkında belirgin hiç bir şey yazamam artık, çünkü hayli zaman geçti aradan, hayli uzaklaştım o olaylardan, yalnız şunu söyleyebilirim, her iki durumda da adına genellikle olay dediğimiz türden hiç bir şey geçmedi. Cumartesi günü. çocuklar denizde taş kaydırıyorlardı, ben de onlar gibi, bir çakıl taşı alıp kaydırmaya kalktım ve hemen İşte o anda durup, taşı elimden bırakmamla ordan uzaklaşmam bir oldu. Şaşkına dönmüş olmalıyım ki çocuklar ardımdan güldüler.
İşte dıştan görünen. İçimde olup bitenler, hiçbir belli iz bırakmadılar goride. Bir şey vardı, gördüğüm, tiksindiğim, ama denize mi bakıyordum: Çakıl lasına mı bakıyordum, şimdi bilemiyorum artık, Düz bir çakıl taşıydı bu. bir yüzü kupkuru, öleki yüzü ıslak ve çamurlu, elim kirlenmesin diye. parmaklarımı İyice ayırmış, taşı kıyılarından (utuyordum.
Dün değil önceki gün olan çok daha karmaşıktı. Bir yığın benzeşimler, rastlantılar ve yanılgılarla karşılaştım, anlam veremediğim şeylerle karşılaştım. Şimdi bulun bunları yazarak oyalanacak değilim, yalnız şu kadarını söyleyeyim ki korkmuştum, ya da korkuya benzer bir duyguya kapılmıştım. Neden korktuğumu ah bir bilebilsem, anlayabilseydim, bu konuda büyük bir ilerleme yapmış sayabilirdim kendimi.
İşin garibi, kendimi delirdi sanacak bir durumum da yok, hatla deli olmadığımı gün gibi görüyorum: Bütün bu değişiklikler nesnelerle ilgili. Hiç değil bundan emin olmak isterim.
SAAT ONBUÇUK(‘)
Belki de küçük bir delilik buhranıydı bu. İz bırakmadı. Geçen hattaki acayip duygularım bugün artık gülünç geliyor bana: Duymuyorum onları şimdi. Bu akşamki rahatım beyde yok. Burda, kuzey — doğuya bakan odamdayım. Altta Muliles sokağı ve yeni istasyonun şanliyesi var. Penceremden Victor Noir bulvarının köşesindeki, «Rendez Vous des cheminots’nun kırmızı beyaz ışıklarını görüyorum. Paris İreni geldi. Yolcular eski istasyondan çıkıp sokaklara dağılıyorlar. Adımlarını, seslerini duyuyorum. Bir yığın insan son tramvayı bekliyor. Mutlaka şu anda, tam penceremin altında, sokak lâmbasının yöresinde küçük bir topluluk meydana getirmişlerdir. Ne yapalım, daha bir kaç dakika beklemeleri gerekiyor: Saat on kırk beş’ten önce gelmez tramvay. İnşallah gezici tüccarlardan kimse yoktur bu akşam: O kadar uykum var ki, uyku gözümden akıyor. Bir gece, şöyle bir gececik uyuyabilsem bütün olanlardan eser kalmazdı.
Saat on bire çeyrek var: Korkacak hiçbir şey yok artık, gelseler gelirlerdi şimdiye dek. Yeter ki Rouen’li bayın günü olmasın. Her hafta gelir, birinci kattaki bideli, 2 numaralı oda ona ayrılmıştır. Her an düşebilir: Genellikle yalmadan önce. «Rendez Vous des Cheminots» da bir bardak bira içtiğinden biraz gecikir. Öyle gürültü patırtı yapan biri de değildir zaten. Hayli ufak tefek, temiz terendez bir adamdır. Bıyıklarını karaya boyar, takma saç kullanır. İşte geldi.
Merdivenlerden çıktığını duyunca heyecanlandım bayağı, içim rahatladı: böylesi düzenli bir dünyada tedirgin olacak, korkacak ne var ki? Sanırım iyileştim.
İşte 7 numaralı tramvay: Abattoirs Grands Bassins. Raylarını zangırdata zangırdata geliyor. Yolcusunu alıp kalktı. Şimdi, bavullar ve uyuyan çocuklarla yüklü, Grands Bassins, Fabrikalara, Doğu’ya, karanlığa doğru dalıyor. Sondan bir önceki tramvay bu, son tramvay bir saat sonra geçecek.
Yatacağım. İyileştim artık, izlenimlerimi küçük kızlar gibi günü gününe fiyakalı bir deftere yazmaktan vaz geçiyorum.
Günlük tutmak benim için, ancak şöyle bir durumda ilginç olabilirdi:
GÜNLÜK
29 Ocak 1932, pazartesi
Hiç kuşku yok, bir şeyler oldu bana. Ve olanlar, hani o alışılagelmiş kesinlikle, açıklıkla değil, hastalık biçiminde oldu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz saçma, biraz rahatsız bir insan gibi duymaya başladım kendimi, hepsi bu kadar işte. Bir kez gelip yerleşince de bir daha kımıldamadı, kalakaldı öylece, ve ben, hiç bir şeyim yok sandım, yanıldığımı sandım. Oysa şimdi, işte bak, varlığını duyurmaya başladı.
Tarihçinin görevi ruhsal çözümlemeler mi? Hiç sanmam. Bizim alışverişim iz Tutku, Çıkar gibi cins isimlerle, tüm duygularla. Ne var ki, kendimi birazcık tanısaydım şimdi işime yarardı.
örneğin ellerimde yeni bir şeyler var, pipomu, çatalımı tutuşumda bir başkalık var. Bilmem, belki de çatal arlık bir başka biçimde tutturuyor kendini. Az sonra odama girdiğimde ansızın duruverdim, soğuk bir nesnenin varlığını duymuştum elimde, bu soğuk nesne, bir kişiliği varmış gibi dikkatimi çekiyordu kendine. Elimi açıp baktım: Hiç, kapının zembereğini tutuyormuşum o kadar. Bu sabah, Kitaplık’a gittiğimde, Kitap Kurdu ) merhaba dediğinde onu ancak on saniye sonra tanıyabildim. Sanki tanımadığım, bilmediğim bir yüzle, halta belli belirsiz bir yüzle karşılaşmıştım. Ya eli, elimin İçindeki bir insan eli değil de kocaman bir solucandı. Hemen bırakıverdim elini, kolu gevşeyiverip düştü adamın.
Ve sokaklarda gürültüler vardı, anlam veremediğim, sağda solda sürüklenip duran gürültüler.
Kısacası bu son haftalarda değişen bir şeyler oldu. Ama neredeydi bu değişme? Temelsiz, soyul bir değişme. Acep ben miydim değişen? Ya ben değilsem? O zaman bu oda, bu kent, bu doğa değişti; arayıp bulmak gerek.
Sanırım değişen benim: Buna anlamak güç değil, hoş da değil elbette. Başka çıkar yolu yok, bu değişmelerin benden olduğunu kabul etmem gerekiyor. Bir şey daha var: Çok az düşünen bir adam oldum. Bir yığın küçük küçük değişmeler, ben farkına varmaksızın bende birikip toplanıyorlar, sonra günün birinde, gerçek bir ayaklanma biçiminde patlayıveriyorlar. Ve sonunda, karşıtlıklar, tutarsızlıklarla dolu bir görünüm veriyorlar yaşantıma. Örneğin yurt dışına çoğu kafama böyle estiği İçin yolculuğa çıktığımı söylediler. On yıl, surda burda dolaşıp bir gün ansızın döndüğümde yine aynı şeyi söyleyenler oldu, kafasına esti geldi dediler. Gözümün önüne geliverdi, şu an sanki yine Mercier’nin yazıhanesindeyim. Mercier, geçen yıl Petrou olayından sonra istifa eden bir memurdur. Bir arkeologlar topluluğuyla Bengale’e gidiyordu. Ben de her zaman, Bengale’e gitmek isterdim. Beni boyuna sen de bizimle gel diye sıkıştırıp duruyordu. Neden onlara katılmamı istemişti acaba? Belki de Portal’a güvenemiyordu, ona göz kulak olacak birini arıyor. Bu işte de bana bel bağlıyordu. Böyle bir Öneriyi geri çevirmem için hiç bir neden yoktu. Hattâ, Mercier’nin böyle bir Öneriyi Portal’a güvenemediği için yaptığını sezsem yolculuk için gerekçemi kolaylıkla bulmuş olur, öneriyi coşkuyla kabul ederdim. Şaşırıp kalmıştım, ne evet, ne hayır, tek söz çıkmıyordu ağzımdan. Telefonun yanındaki yeşil bir halı üstünde duran küçük bir khmere heykeline gözümü dikmiş. öyle duruyordum. Lenlayla. ya da ılık bir sütle dolmuştum sanki. Mercier meleksi bir sabırlık gösterisiyle biraz da bu konudaki terasını gizlemeye çalışıyor, bana:
— “Resmen atanmam gerek elbette, her şeyden önce. Öyle değil mi? Eninde sonunda sizin de bizimle gelmeyi kabul edeceğinizi biliyorum. İyisi şimdiden evet deyin de bu iş bilsin,» diyordu.
Kızıla çalan, kokulu, kara bir sakalı vardı Mercier nin. Başını her oynattığında burnuma sakalına sürdüğü koku vuruyordu. Altı yıl süren uykudan birden uyanıverdim. Heykel, sevimsiz, saçma geliyordu, ve alabildiğine canımın sıkıldığını anladım. Hindiçini’ye neden geldiğime bir türlü anlam veremiyordum. Ne işim vardı burda? Niçin konuşuyordum bu insanlarla? Bu saçma sapan kılığa neden girmiştim? Tutkum oluvermişti. Yıllar yılı beni oraya buraya sürükleyip duran, dalga dalga alıp götüren bu tutku değil miydi? Ve işle şimdi kendimi bomboş duyuyordum. Ama beter olan bu değildi. Önüme, bir tür gevşeklikle konmuş, kocaman, kocaman olduğu kadar da yavan bir düşünce vardı. Neydi, nenin nesiydi pek bilmiyorum, ama öylesine midemi bulandınyordu ki bakamıyordum bu koca ve yavan düşünceye. Tüm bu olup bitenler, Mercier’nin sakalından çıkan kokuyla karışıyordu bende:
Tepem atlı, öfkeyle silkinip, kuru bir sesle:
— Teşekkür ederim, sanırım yeler derecede dolaştım: Artık Fransa’ya dönmem gerekiyor,» dedim.
Bir gün sonra da bir gemiye atladığım gibi Marsilya’nın yolunu tuttum.
Eğer yanılmıyorsam ve bu işaretler yaşantımda yeni bir sarsıntının öncüleriyse o zaman yandık demektir. Öyle ahım şahım bir yaşantım olduğundan değil bu korkum. Öyle oturaklı, değerli bir ömür geçirdiğim yok. Doğacak olan, tüm benliğimi kuşatacak olan şeyden korkuyorum. Yine nerelere sürükleyecek bu sarsıntı beni? Tüm araştırmalarımı, kitaplarımı bırakıp, çekip gitmem mi gerekecek yeniden? Bir kaç ay sonra, bir kaç yıl sonra, yorgun, umutsuz, yeni yıkımlara mı uyanacağım? Bende olup bitenleri, henüz vakit varken, açıkça öğrenmek, bilmek isterim.
30 Ocak, Salı
Yeni bir şey yok.
Sabah dokuzdan bire kadar kütüphanede çalışiım. XII. bölümü, Rollebon’un Rusya’da kaldığı günlerden tutun da, I. Paul’ün ölümüne kadar olan dönemdeki her şeyi tamamladım. İşte çalışma bitli. Geride yazdıklarımı daha belirgin ve düzenli bir biçimde derleyip loparlamaklan başka bir şey kalmıyor.
Saat bir buçuk. Mably kahvesindeyim, sandöviç yiyorum. Aşağı yukarı her şey yolunda. Kahvelerde zaten her zaman her şey yolundadır. Hele de bu kahve; yüzünden hergelelik akan ama güvenilir Bay Fasquelle’in kahvesi, Mably kahvesi ise. Bu saat Bay Fasquelle’in öğlen uykusu saatidir. Gözleri kızarmaya başladı bile. Ama haline, tavrına bakacak olursan, canlı ve kararlı. Masalar arasında dolaşıyor, usul usul müşterilere yaklaşıyor:
— «Nasıl, rahat mısınız Bayım?»
Onu böylesine canlı gördüğüm için gülümsüyorum: Kahvesinin boşaldığı saatlerde kafası da boşalır. Saat ikiyle dört arasında kahvede pek müşteri olmaz. İşte bu saatlerde Bay Fasquelle aptal aptal sağa sola gider gelir, garsonlar ışıkları karartır, karatmaz da adam bilinçsizliğe akıverir: Bu adam yalnız kalınca mutlaka uyur.
Şu an yirmi kadar müşteri var içerde, bekârlar, küçük teknisyenler, İşçiler, Aşevi dedikleri aile pansiyonlarında çarçabuk yemeklerini yedikten sonra, biraz gösterişli bir yere gerek duyduklarından, hemen bu kahveye gelip kahve içer, kâğıt oynarlar; biraz da gürültü ederler hani, ne var ki…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBulantı
- Sayfa Sayısı239
- YazarJean Paul Sartre
- ISBN9789753850988
- Boyutlar, Kapak 13x19 cm, Karton Kapak
- YayıneviODA YAYINLARI / 1995
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kavuran Soğuk ~ Wolfgang Schorlau
Kavuran Soğuk
Wolfgang Schorlau
Afganistan’daki “terörle savaş”tan dönen bir Alman askeri, ağır travmalarıyla, tehlikeli işlere girmiş olabilir mi? Schorlau’dan yine cesur bir siyasî polisiye. Alman ordusunun Afganistan’daki “görevinden”...
- İsimsiz Kafe ~ Robert Seethaler
İsimsiz Kafe
Robert Seethaler
1966, Viyana. İkinci Dünya Savaşı’ndan yirmi yıl sonra şehir küllerinden doğarken sezonluk işçi Robert Simon da bu heyecana kapılır ve bir dükkân kiralayıp kendi...
- Krizalitler ~ John Wyndham
Krizalitler
John Wyndham
Bilimkurgunun altın çağından kült bir eser! “Bu, kimse için güzel ve rahat bir dünya değil, özellikle de farklı olanlar için.” 1950’lerin klasiklerinden sayılan John Wyndham’ın Krizalitler romanı,...