Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Jar
Jar

Jar

Kemal Varol

Yaşlanmak ıslah etmemişti iki meçhul adamı. Arkanya’daki iki ayrı meyhanenin bahçesinde oturmuş nefret dolu bakışlarla birbirlerine bakıyorlardı günlerdir. Aralarına sımsıkı bir ip gerilmiş gibi…

Yaşlanmak ıslah etmemişti iki meçhul adamı. Arkanya’daki iki ayrı meyhanenin bahçesinde oturmuş nefret dolu bakışlarla birbirlerine bakıyorlardı günlerdir. Aralarına sımsıkı bir ip gerilmiş gibi ölüm kokan gözlerle zamanı kolluyorlardı. Upuzun bir caddenin ikiye böldüğü tozlu yoldan gelip geçen insanların bakışlarına aldırdıkları yoktu.

Masanın üzerine koydukları sabırsız ellerini habire tıkırdatıyor, ayakları bir anda ileriye atılmak için sandalyelerin altında aralıksız sallanıp duruyordu. Vakit yaklaşıyordu. Çok yakında, yüreklerindeki cerahati söküp atamamış iki yaşlı adam, ağır ağır yerlerinden doğrulup epeydir iki ayrı yakasında bekledikleri yolun tam ortasında buluşacak ve büyük ihtimalle biri ölecekti.

Birbirinden nefret eden iki yaşlı adamın etrafında dönen cayırtılı hikâyeler… Yatağını arayan, su gibi kıvrıla kıvrıla akan hayatlar… Kemal Varol’un neşeli gevezeleri, öfkelileri, biçareleri, mesel içinde mesel olan habaset teferruatları, figüranları, şehrin sineması… Taşranın dermansızlığı, taşranın keçi inadı… Harareti ve hengâmesi… Renkleri…

Jar, masalsı, büyülü ve yalın bir roman… Bir Arkanya romanı… Kemal Varol’un ilk romanı.

*

Bir hikâyenin kesin olarak başladığı an nasıl
saptanabilir? Her şey zaten daha önce başlamıştı.
Her romanın ilk sayfasının ilk satırı daha önceden
kitabın dışında zaten olmuş bir şeyden söz eder.
Calvino

İçindekiler
BİRİNCİ BÖLÜM
İYİ KÖTÜ DÖRT ADAM………………………………………………………………………………………11
İKİNCİ BÖLÜM
SENEİDEVRİYE……………………………………………………………………………………………………………29
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KARARSIZ BİR KÖPEĞİN HİKÂYESİ…………………………………………………….47
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
MÜESSESENİN İKRAMI……………………………………………………………………………………..63
BEŞİNCİ BÖLÜM
UPUZUN BİR SAÇIN KISA HİKÂYESİ………………………………………………….81
ALTINCI BÖLÜM
MAKAM DAĞI’NDA KISIK BİR LAMBA……………………………………………..99
YEDİNCİ BÖLÜM
BİR BABA İLE OĞULUN HİKÂYESİ……………………………………………………..121
SEKİZİNCİ BÖLÜM
TREN GARINDA ESKİ BİR SIKINTI…………………………………………………….137
DOKUZUNCU BÖLÜM
USTA İLE ÇIRAĞININ HİKÂYESİ………………………………………………………….173
ONUNCU BÖLÜM
KASABADA SABAHA KARŞI………………………………………………………………………..201
ON BİRİNCİ BÖLÜM
YARIM HİKÂYE…………………………………………………………………………………………………………211
ON İKİNCİ BÖLÜM
KIZGIN BİR SİLAH PATLADIĞI ZAMAN……………………………………….225
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÇOK ESKİ BİR KARDEŞLİK HİKÂYESİ…………………………………………….253
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KASABADA BİR BAYRAM GÜNÜ……………………………………………………………267

BİRİNCİ BÖLÜM
İYİ KÖTÜ DÖRT ADAM

O gözlerin önünden bir kere geçtim. Bir daha geçmem.
Her şeyi göze alıp karşısına çıkmaya kalkışmam.
Mesele sırf yaşlanmak değil. Keşke öyle olsa.

Cormac McCarthy

Yaşlanmak ıslah etmemişti iki meçhul adamı. Arkanya’daki iki ayrı meyhanenin bahçesinde oturmuş nefret dolu bakışlarla birbirlerine bakıyorlardı günlerdir. Aralarına sımsıkı bir ip gerilmiş gibi ölüm kokan gözlerle zamanı kolluyorlardı. Upuzun bir caddenin ikiye böldüğü tozlu yoldan gelip geçen insanların bakışlarına aldırdıkları yoktu. Masanın üzerine koydukları sabırsız ellerini habire tıkırdatıyor, ayakları bir anda ileriye atılmak için sandalyelerin altında aralıksız sallanıp duruyordu. Vakit yaklaşıyordu. Çok yakında, yüreklerindeki cerahati söküp atamamış iki yaşlı adam, ağır ağır yerlerinden doğrulup epeydir iki ayrı yakasında bekledikleri yolun tam ortasında buluşacak ve büyük bir ihtimalle biri ölecekti. Bir tek söz söylememişlerdi birbirlerine. Keçi inatlı iki yaşlı adamın yan yana geldikleri de görülmemişti. Sadece kindar gözlerle bakışıyorlardı gün boyu. Gözlerindeki damarlar kanla dolmuş, o damarların beslediği gözbebeklerinden alevler fışkırıyordu. Öylesine büyük bir kinle bakışıyorlardı ki, o bakışların tam ortasından geçenler ne olduğunu anlamak için yanlarına yörelerine bakıp yılların hesabıyla çökmüş, nefretten yüzleri kararmış, böyle böyle dert sahibi olmuş iki yaşlı adamın birbirlerinden ne istediklerini anlamaya çalışıyordu merakla. Sıkıyönetim vardı memlekette. Beş kişinin aynı ayak izini yürümesi dahi suç kabul ediliyordu. Adım başı sokakları arşınlayan, genellikle dörderli gruplar halinde ve birer metre arayla yürüyen, kollarında “görevli” yazan tam teçhizatlı askerlerin gözüne ilişmemek için kalplerindeki gümbürtüyü dindirmeye çalışıyordu insanlar. Ülkenin gördüğü son darbenin üzerinden geçen üç yılın ardından gevşeyen sıkıyönetimin korkusu biraz dağılsa da çekilen sıkıntılar yerli yerinde duruyordu. Şüphe çekmek en büyük korkusuydu herkesin. Fakat günlerdir ziyadesiyle dikkat çeken iki yaşlı adamın sıkıyönetimin yasaklarını bile umursadığı yoktu. Bir tevatür perdesinde dalgalanıyordu bakışları. Nefretlerinin ne kadarı yalan, ne kadarı gerçekti, kimse bilmiyordu. İki adam hakkında bilinmeyen başka şeyler de vardı. Gün boyu eski bir hesabı görmeyi bekleyen iki adamın nerede kaldıkları bilinmiyordu mesela. Sanki bir kitabın içinden fırlamış da bir an önce söze başlayan insanlar gibi aniden ortalık yerde bitiveriyorlardı. Her gün öğle namazından sonra kasabayı ikiye bölen İstasyon Caddesi’nin farklı yönlerinden geliyorlardı. Çok geçmeden de yolun iki tarafındaki salaş meyhanelerin bahçesindeki masalarına kuruluyorlardı. Biri kasabanın kuzeyinden, biri güneyinden geliyordu. İkisinden biri henüz meyhaneye ulaşmamışsa, diğeri katiyen sandalyeye kurulmuyor ve düşmanı gelene kadar meyhanenin önünde bir ileri bir geri gezinip duruyordu. Zaman sokağa fırlatılan plastik bir top gibi sağa sola çarpıp bir köşeye çekildiğinde, diğer yaşlı adam sokağın başından dönüp onu sabırsızlıkla bekleyen sandalyesine yöneliyordu. Nihayet, ikisi yolun farklı tarafında buluştuğunda meyhanelerin bahçesine geçip birbirlerini en iyi görebilecekleri yeri beğenme telaşına düşüyorlardı. Tütünler aynı anda sarılıyor, sigara kâğıtları aynı anda ıslatılıyor, çakmaklar aynı anda çakılıyor, savrulan dumanlar yolun ortasında birlik olup havaya nefret diye çok eski bir kelimeyi yazmaya çalışıyordu böyle zamanlarda. Arkanyalılar okumuş yazmış insanlardı. Birbirlerinin ocağını söndürmek için can atan, kana susayan, bedel talep eden iki yaşlı adamın havaya savurduğu bela kokan kelimeleri Arkanyalılar da okuyordu haliyle. Ama okuduklarını hazmetmek gibi bir yetenekten yoksundu kasabalı. Geriye günlerdir herkesin diline pelesenk olmuş kabir sualleri kalıyordu böylece: Gün kararıncaya kadar birbirini öldürmek için fırsat kollayan iki adam ne istiyordu birbirinden? Bir ayakları çukurda, gözleri toprakta olan yaşlı adamlar, hesap görmek için geç kalmamışlar mıydı? Neden bir an önce harekete geçmiyor da böyle uzun uzun bakışmayı tercih ediyorlardı? Aslına bakılırsa, geçen her saatle birlikte öfkeden deliye dönen, hop oturup hop kalkan, yüzleri gözleri iyice yamulan iki yaşlı adam ilk zamanlar kasabada dikkat çekmemişti. Birileri onları tanır gibi olduğunu söylediyse de verilen bilgilerin hiçbiri birbirini tutmamıştı. Kim oldukları, nereden gelip nereye gittikleri bilinmediği için, önceleri sıradan iki yabancı olarak görüldüler. Küçük ve bakımsız bir tren istasyonu bulunduğu için kasabaya gelen giden fazlaydı. Fakat bu meraklı yabancılar kasabaya şöyle bir bakındıktan sonra çekip giderdi. Zaten doğrusunu söylemek gerekirse, bir yabancının Arkanya’da çok uzun bir süre kalmasını gerektirecek herhangi bir neden de yoktu. Karşısındaki upuzun ovaya değil de üçgen şeklindeki Makam Dağı’nın eteğine kurulmuştu Arkanya. Kara kuru evler, bu evlerden sokaklara yayılan pis sular, başıboş hayvanların bıraktığı gübreler; kasabanın epey uzağında kurulan bir fabrika, eski bir otel, üç beş dayanıksız ağaçla pencere pencere gökyüzüne bakıyordu kasaba. Kenarlarında patlamış kamyon lastikleri ile köpek leşlerinin serildiği upuzun bir yol kasabayı boydan boya bölüyor, sonra da ovadaki tren istasyonuna uzanıyordu. Yabancılar yıkık dökük istasyonda inip etraflarına şöyle bir bakınır, sonra da bir çırpıda geri dönerdi. Fakat, iki yaşlı adam için aynı şey geçerli değildi. Bir gün gelip kasabadaki iki meyhanenin bahçesine oturdular ve bir daha kalkmadılar yerlerinden. İki meyhanenin ahalisi, birkaç kere onlarla konuşmaya çalıştı ama ağızlarını bıçak açmayan yaşlı adamlar hiçbir soruya cevap vermedikleri gibi, gözlerini düşmanlarından bir an olsun ayırmadılar. Allah’ın onca kelimesi gökyüzünde salınıp dururken onlar yuttukları harfleri nefret kokan bir nefese döktüler. Havaya yayılan belanın kokusunu ilk Kazablanka Meyhanesi’nin sahibi Hayri Abi’nin güneşte kızarmış burnu aldı. Her gün öğleye doğru meyhaneye gelir gelmez Azrail’e bir can borcu kalmış iki düşmandan birini işyerinin etrafında gördü. Kendi meyhanesinde oturan yaşlı adam, selam alıp vermediği gibi, gözünü bir an olsun yolun diğer tarafındaki meyhaneden ayırmıyordu. O zaman bu işte ziyadesiyle bir gariplik olduğunu sezen Hayri Abi, kendi meyhanesinde oturan daha yaşlı adamın baktığı yöne baktığında tam karşısında mevzilenmiş bir çift alev gözle karşılaştı. Yolun tam karşısında Hayri Abi’nin kardeşine ait bir meyhane vardı. Yıllardır konuşmadığı kardeşinin işlettiği Duble Meyhanesi’nin bahçesinde oturan başka bir adam, gözünü bu yanda oturan ihtiyara dikmiş, gözleri yuvalarından fırlayacak halde uzun uzun kendi meyhanesine bakıyordu. Hayri Abi, merakını yenemediği için kireçle sıvanmış bahçe duvarının önünde bir iki gezindikten sonra yaşlı adamın masasına yanaşmıştı sonraları. Yaşlı adama bir isteği olup olmadığını sormuştu. Cevap alamamıştı. Bir masanın gıcırtısı bölmüştü aradaki sessizliği. Konuşmanın boşunalığı, gündelik bir isteğe cevap vermenin saçmalığı, zamanın iki kişi arasına serdiği sessizliğin ağırlığı çökmüştü üzerine belki de. Uzun çenesini bir şey söyleyecekmiş gibi sağa sola oynatmış ama sonra vazgeçmişti. Kendisine bir soru sorulduğundan bile habersizdi belki de. Hayri Abi, işi gereği sorduğu soruya cevap alamayınca ahşap sandalyesini kaptığı gibi yaşlı adamın yanına kuruluvermişti. Nereden gelip nereye gittiğini, kimlerden olduğunu, ne iş yaptığını, günlerdir Arkanya’da ne aradığını sormuş ama yanıt alamamıştı. Yaşlı adam, onu başından savmak ister gibi, kısık gözlerini tam karşısında oturan düşmanından ayırmadan, “Bana bir tek rakı,” demişti sadece. Hayri Abi, ortalığı süpüren komilere seslenip bir tek rakı istemiş, sonra da yaşlı adama dönüp adını sormuştu. Bunun üzerine günlerdir öfkeden kudurup duran yaşlı adam, Hayri Abi’ye dönüp adını bağışlamıştı: “Rahatsız Kâmil.” Bu iki yaşlı adamdan birinin adı Rahatsız Kâmil’di. Kasabalının Hayri Abi’nin pek açılmayan sıkı fıkı ağzından öğrenebildiği tek bilgi buydu. Her cümlenin yeni bir soruya açıldığını bilen yaşlı adam, peşinden gelen kelimelere kulak tıkadı ve Arkanya Rakı Fabrikası’nın bacalarından havaya yayılan anason kokusundan derin bir nefes alarak gözlerini yeniden karşıdaki meyhanede oturan düşmanının üzerine dikti. Birkaç gün önce aldığı dayanıksız cevaptan güç alan Hayri Abi, cebinden bir Meltem çıkarıp adama uzattı. Paketin içinden fırlayan sigara bir an durup iki adama baktı heyecanla. Yaşlı adam elinde ağır ağır yanan sigarayı gösterdi Hayri Abi’ye. Karşıdaki rakibi sanki bir dalgınlıktan yararlanacakmış da kaçıverecekmiş ya da bir anda silahını belinden çektiği gibi ona kurşun saydıracakmış gibi tedirgin, bir an olsun bakışlarını düşmanının üzerinden ayırmıyordu. Hal böyle olunca, bir daha konuşmadı öfkeli adam. İnsanın her yeri sapır sapır yaşlanırken bir tek dili dinç kalırdı. Ama dökülmüş dişlerini yoklayıp duran yaşlı adamın dili o günden sonra bir cümleden bile istifade etmedi. Sanki bütün gövdesiyle birlikte dili de pörsümüştü adamın. Kendi meyhanesinde oturan adamın adını öğrendiği için rahatlayan Hayri Abi adap nedir iyi bilen biri olduğu için Rahatsız Kâmil’in üzerine çok varmadı ilk tanıştıkları gün. Bugüne bugün insan sarrafıydı. Er geç konuşacaktı yaşlı adam. Günler geçti ama iki adamın öfkesi geçmedi. İki ulu heykel gibi masalarına kurulup birbirlerini süzmeye devam ettiler. Rahatsız Kâmil dışarıda oturmuş, sabırsızlıkla yolun karşısındaki meyhanede oturan düşmanına bakıyordu hâlâ. Gerçi bir parça kamburlaşmıştı ama iri cüssesiyle masanın tamamını kaplıyordu yaşlı adam. Üzerinde eskimiş, yünden bir çizgili takım elbise vardı. Düzgünce bağlanmış mor bir boyunbağı, takım elbisenin kenarlarından görünen ve mevsime uymayan incecik bir atkı, mazisi şatafatla geçmiş bir adamın varlığını işaret ediyordu. Fazla kilolu sayılmazdı Rahatsız Kâmil. Sanki bir zamanlar çok ağır işlerde çalışmış da yiyip içtiği her şey bünyesinde daha fazla kuvvete dönüşmüştü. Zamanla o kuvvetli kasları taşıyamaz hale geldiği için kalın boynu iyice bükülmüştü. Çok fazla yaşlandığı için aşağıya inen boynunu zorlukla yukarı kaldırmaya çalışarak hemen ilerisinde oturan düşmanına bakıyordu. Üzerindeki kahverengi çizgili takım elbise eski olmasına eskiydi fakat kirli denemezdi. Ceketin içine kırmızı bir gömlek giymişti yaşlı adam. Ayaklarında topuğu aşınmış sivri burun bir ayakkabı vardı.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Haw ~ Kemal VarolHaw

    Haw

    Kemal Varol

    “Belaydık. Bitirimdik. Tuttuğumuzu koparırdık. Bazen ödlek kedilerin peşine düşerdik. Nefes nefese kaçacak bir delik ararlardı. Bazen de sokak sokak gezer, “Ne geçiyon la burdan,”...

  2. Âşıklar Bayramı ~ Kemal VarolÂşıklar Bayramı

    Âşıklar Bayramı

    Kemal Varol

    “Babam, tamı tamamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması, diğer elinde ahşap bavulu, kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden...

  3. Ucunda Ölüm Var ~ Kemal VarolUcunda Ölüm Var

    Ucunda Ölüm Var

    Kemal Varol

    Ölüyorum. Bu kez sahiden ölüyorum. Gelecek misin yasıma? Boz Atlı Hızır gibi son nefesime yetişecek misin? Ucunda ölüm var Heves Ali’m, ucunda elbette ölüm...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. İntihar Etüdleri Dairesi ~ Süleyman A. Örnekİntihar Etüdleri Dairesi

    İntihar Etüdleri Dairesi

    Süleyman A. Örnek

    Düşününce aslında dişe dokunur bir nedenim yok ölmek için. Yaşamak için de öyle… Hangi kafa karıştırıcı düşünür demişti o lafı; “Yaşama sebebi aynı zamanda...

  2. Sevgili Abdülhamid Han ~ Şebnem PişkinSevgili Abdülhamid Han

    Sevgili Abdülhamid Han

    Şebnem Pişkin

    Bir sultan şehri olan İstanbul 1878 yılının başlarında Osmanlı’nın içine düşmekte olduğu felakete hüzünlü bir çehreyle sessizce tanıklık etmekteydi. Osmanlı devleti 93 Harbini ordunun donatım ve teknik yetersizlikleri sebebiyle kaybetmiş, dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit Han Ruslara barış teklif etmek zorunda kalmıştı.

  3. Aşk O Kadar Aşk ~ Selda TerekAşk O Kadar Aşk

    Aşk O Kadar Aşk

    Selda Terek

    Her şey böyleyken, hâlâ aramızda sevgi varken bitirmeliydik. Belki o zaman taze ve yıpranmamış olarak; sandık içlerinde, kitap aralarında saklayabilirdik aşkı… Zaten hep iki...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur