Amerikan edebiyatının büyük ustalarından Jack London’ın unutulmaz romanı Vahşetin Çağrısı hemen hemen tüm dillere çevrilmiş, gerçek anlamda bir klasik niteliği kazanmıştır.
Dünya edebiyatında kendi kendini yetiştiren yazarların en yetkin örneklerinden biri olan Jack London, en güçlü ve etkileyici yapıtlarından biri sayılan Vahşetin Çağrısı’nda, kızağa koşulan bir kurt köpeğinin amansız yaşam savaşını anlatır.
Alaska’nın yabanıl ortamında yaşayan insanların acımasızlığından payına düşeni alan Buck, ayakta kalabilmek için inanılmaz bir savaş verecek, giderek yabanın çekiciliğine kapılarak özgür seçimini yapacaktır. Ne ki, Buck’ın bir köpek olduğunu bilmesek, onun başından geçenleri bir insanın zorluklarla dolu yaşamöyküsü olarak da okuyabiliriz. London, bir köpeğin öyküsünün ardında, insanlık durumunun ürkütücü bir panoramasını önümüze serer. Vahşetin Çağrısı’nı Seçkin Selvi’nin Türkçesiyle sunuyoruz. Türkiye’den 20 çağdaş fotoğrafçı Can Klasikleri’nin bu özel dizisi için 20 kitabın kapak fotoğrafını özgün yorumlarıyla hazırladı.
1
İlkele doğru
“Aşındırarak zincirini alışkanlığın,
Sıçrayıp gelir eski özlemler göçebe misali;
Uysallığın uzun uykusundan,
Yeniden uyandırır kanındaki vahşeti.”
Buck, başında dolanan beladan, hem yalnız kendinin değil, Puget Sound’dan San Diego’ya uzanan topraklar üstündeki güçlü kuvvetli, uzun, sıcak tüylü tüm kıyı köpeklerinin başında dolanan beladan habersizdi. Haber sizdi, çünkü Buck gazeteleri okumamıştı. Okumuş ol saydı, bütün gemi ve nakliyat şirketlerinin yeni bir buluşu dünyanın dört bir yanına avaz avaz duyurduklarını bilecekti. Kutup karanlığında başıboş dolaşan insanlar, sarı bir maden bulmuşlardı. Binlerce kişi bu sarı maden için Kuzey’e akın ediyordu. Bu insanların köpeklere gereksinimi vardı. Ağır, yorucu işlerin üstesinden gelebilecek, karakışa dayanabilecek, uzun tüylü, iri, güçlü köpek lere. Buck iriydi, Buck güçlüydü ve Buck’ın uzun tüyleri vardı.
Buck, güneşli Santa Clara Vadisi’ndeki büyük bir evde yaşıyordu.Yargıç Miller’ın yeri denirdi buraya:Yoldan içeride, ağaçların arasına gizlenmiş, sık dallar arasından ancak dört bir yanını dolanan geniş terasın yer yer göründüğü bir evdi bu. Geniş çimenlikler arasından ve uzun kavak ağaçlarının birbirine dolanmış dalları altından kıvrılarak uzanan, çakıllı araba yoluyla eve ulaşılırdı. Bu, önden büyük görünen evin arkasındaki her şey, önden göründüğünden de büyüktü. Bir düzine seyis ve uşağın çalıştığı büyük ahırlar; asmalarla sarmaş dolaş, dizi dizi hizmetkâr kulübeleri; göz alabildiğine uzanan düzgün sıralar boyunca küçük çiftlik binaları; uzun asma çardakları; yeşil çimenler; meyve ve çilek bahçeleri. Bütün bunlardan başka, artezyen kuyusunun pompa dairesi ve Yargıç Miller’ın oğullarının sabahları içine daldıkları ve sıcak ikindilere serinlik getiren kocaman çimento havuz vardı.
Ve bütün bu uçsuz bucaksız topraklara, bu sonsuz zenginliğe kayıtsız şartsız egemen olan tek varlık Buck’ tı. Burada doğmuştu, ömrünün dört yılını burada geçirmişti.Yargıç Miller’ın malikânesinde Buck’tan başka köpekler de vardı kuşkusuz; böylesine büyük, böylesine geniş bir yerde başka köpekler olmadan olmazdı. Ama onların hükmü yoktu. Gelip geçiciydi hepsi. Onlar kalabalık köpek kulübelerinde otururlar ya da Japon finosu Toots veya tüysüz Meksikalı Ysabel gibi, evin karanlık köşelerinde gözden uzak, hanım hanımcık yaşarlardı: Kırk yılda bir burunlarını dışarı uzatan, pek ender toprağa basan garip yaratıklardı bunlar.
Dışarıda ise, pencerelerden kendilerini kollayan, süpürgeler, sopalarla donanmış bir hizmetçi ordusu tarafından korunan Toots ve Ysabel’e ürkütücü havlamalarla gözdağı veren, en azından yirmi av köpeği vardı. Ama Buck, ne bu kalabalık kulübelerin ne de evin köpeğiydi. O bütün malikânenin sahibiydi.Yargıç’ın oğullarıyla beraber yüzme havuzuna dalar, ava çıkar; uzun akşam ve sabah gezilerinde Yargıç’ın kızları Mollie ve Alice’e eşlik eder; kış geceleri kitaplığın gürül gürül yanan şöminesi önünde malikâne sahibinin ayakları dibine uzanır, Yargıç’ın torunlarını sırtında taşır ya da onları çimenlerde yuvarlar, ahırların yanındaki çeşmeye kadar, hatta daha da ötelere, çayırlara ve çilek bahçelerine uzanan tehlikeli serüvenlerinde önlerine düşüp onlara koruyuculuk ederdi. Av köpeklerinin arasında, her şeye tepeden bakan bir edayla azametli azametli dolaşır; Toots ve Ysabel’e ise kafasını çevirip bakmazdı bile. Çünkü kraldı o.Yargıç Miller’ın malikânesindeki bütün yürüyen, sürünen ve uçan yaratıkların, insanlar da dahil her şeyin kralıydı o.
Babası Elmo, iri bir St. Bernard’dı. Yargıç’ın can yol daşıydı. Buck da babasının izinden gideceğe benziyordu. O kadar iri değildi, ancak yetmiş kilo geliyordu. Çünkü annesi Shep, bir İskoç çoban köpeğiydi. Ama yine de, yaşamının zenginliğinden ve çevresinde uyandırdığı saygıdan gelen bir gururla, bu yetmiş kilo, gerçek bir kral edasıyla salınmasına yetiyordu. Yavruluğundan bu yana geçen dört yıl boyunca, besili bir aristokrat hayatı yaşamıştı; kendine büyük güveni vardı, hatta çevreden kopuk yaşamalarından dolayı arada bir taşralı beylerde görüldüğü gibi biraz da kendini beğenmişti. Ama Buck kendini, sadece şımartılmış, el üstünde tutulan bir ev köpeği olmaktan kurtarmıştı. Av ve her türlü açık hava eğlencesi yağlanmasını önlemiş, kaslarını güçlendirmişti; suya olan sevgisi, tıpkı soğuk suyla yıkananlarda olduğu gibi, onun için ayrı bir güç ve sağlık kaynağı idi.
İşte 1897 sonbaharında, Klondike’ta bulunan zengin maden, insanları dünyanın dört bir yanından buzlarla kaplı Kuzey’e sürüklerken; Buck’ın, bu gururlu köpeğin içinde bulunduğu durum buydu. Ama Buck gazeteleri okumamıştı ve bahçıvan yamaklarından biri olan Manuel’in ne hinoğluhin ne fırsatçı bir adam olduğunu da bilmiyordu. Manuel’in bir türlü kurtulamadığı, boynuna asılı bir de günahı vardı üstelik. Çin lotaryası oynamaya bayılırdı. Yalnız oynasa ne ise… Bir de kumarda Nuh der peygamber demez, kendi bildiğinden şaşmaz bir inatçılığı vardı. Onu daha çok mahveden de bu inatçılığıydı. Çünkü böyle burnunun doğrusuna kumar oynamak için para, hem de çok para gerekliydi. Oysa bir bahçıvan yamağının ücreti, karısı ve sayısını kendisinin de bilmediği bebelerinin ihtiyaçlarını karşılamaya kıtı kıtına yetiyordu.
Manuel’in ihanetinin o unutulmaz gecesi, Yargıç, Üzüm Yetiştiricileri Birliği’nin toplantısındaydı; oğlanlar da bir spor kulübü kurmak için kendi aralarında toplanmışlardı. Buck’ın şöyle bir gezinti sandığı yürüyüşlerinde, meyve bahçesinden öteye giderlerken kimse Buck’la Manuel’i görmedi. Ve bir tek adamın dışında hiç kimse, College Park denilen ara istasyona gelişlerinin de farkına varmadı. Bu adam Manuel’le konuştu ve aralarında paralar şıngırdadı.Yabancı,“Teslim etmeden önce malı bağlasaydın keşke,” dedi ters ters. Manuel kalın bir ipi Buck’ın boynuna geçirdi, tasmanın altından iki kere doladı. Yabancı,“İpi bir büktün mü, hepten kesersin nefesini,” diye homurdanarak akıl verdi Manuel’e.
Buck, boynuna dolanan ipi sessiz bir gururla kabul etmişti. Alışık olmadığı bir davranıştı bu. Ama tanıdığı kişilere güvenmeyi ve kendisinden daha çok aklı erenlerin yaptıklarına ses çıkarmadan boyun eğmeyi öğrenmişti. Yalnız, ipin ucu yabancının eline geçince tehdit edici bir tonda hırladı. Hoşnutsuzluğunu belirtmişti sadece. Buck için düşüncesini belirtmek demek, emretmek demekti. Kendine olan güveni, bunun böyle olduğuna inandırmıştı onu. Ama Buck, hiç de beklemediği, alışmadığı bir davranışla karşılaştı. Yabancıya hırlar hırlamaz, boynuna dolanmış ip bir anda daraldı, nefes alamaz oldu. O öfkeyle adamın üstüne atladı, ama yabancı, onu daha havadayken boğazından sıkıca kavrayıp becerikli bir büküşle gerisin geriye, sırtüstü yere fırlattı. Dili ağzından sarkan Buck, nefes alabilmek için koca göğsünü bir körük gibi indirip kaldırmaya çalışıyordu, ama çabası boşunaydı. Öfkeyle boğuşurken, ip amansız bir şekilde sıkıldı. Ömründe hiçbir zaman böylesine kötü davranmamışlardı ona ve ömründe hiçbir zaman böylesine öfkelenmemişti. Ama ne yapsın ki gücü kesildi, gözleri cam gibi donuklaştı; önlerinde tren durup da iki kişi kendisini yük vagonuna fırlattıkları zaman, olanların farkına varamayacak kadar kendinden geçmişti.
Kendine geldiği zaman, dilinin acıdığını ve vagona benzer bir yerde sallana yıkıla yol aldığını fark eder gibi oldu. Lokomotifin bir geçidi belirleyen kısık ve acı düdüğü nerede olduğunu anlatmaya yetmişti ona. Buck daha önceleri, çok kere Yargıç’la birlikte yolculuk yapmıştı. Ama içinde bulunduğu şu yük vagonu, önceki rahat yolculuklardan hayli farklıydı. Kirpiklerini araladı ve gözleri tahtından uzaklaştırılmak istenen bir kralın kiniyle, amansız öfkesiyle doldu. Yanındaki adam, bu gözlerdeki korkunç anlamı kavramış gibi boğazına sarılmak için fırladı, ama Buck ondan çok daha çevikti. Bir anda çeneleri adamın elinin üzerinde kilitlendi ve yeniden kendinden geçirilinceye kadar da açılmadı. Adam parçalanmış elini saklayarak, boğuşmanın sesine koşup gelen tren memuruna, “Ya, arada bir nöbet geliyor da,” dedi.“Patronun isteği üzerine Frisco’ya götürüyorum. Oradaki bir deli doktoru, sözüm ona bunu iyileştirebileceğini sanıyormuş.” San Francisco rıhtımında bir meyhanenin arkasın daki küçük sundurmada, adam o geceki tren yolculuğundan epey yakındı meyhaneciye. “Elime geçen topu topu elli kâğıt,” diye homurdandı. “Trink peşin, bin papel verseler, böyle işe girmem bir daha.”
Eli kanlı bir mendille sarılıydı, pantolonunun sağ paçası da dizden bileğe kadar boydan boya yırtılmıştı. “Öteki enayi ne kadar aldı?” diye sordu meyhaneci. “Yüz kâğıt,” diye cevapladı. “İnan olsun, bir metelik eksiğine yanaşmadı.” “Böylece yüz elli ediyor,” diye hesapladı meyhaneci. “Değer de doğrusu, yoksa baştankara girmezdim bu işe.” Buck’ı kaçıran adam, kanlı sargıları çözüp yaralı eline baktı.“Kuduz olmazsam…” “O zaman, asılarak ölmek için doğdun demektir,” di ye güldü meyhaneci.“Hadi, voltanı almadan yardım ediver bana.” Olup bitenlerden şaşkına dönmüş, boğazında ve di linde dayanılmaz acılar duyan Buck, kendine bu davranışı layık görenlere karşı koymak için debeleniyordu.Ama her seferinde adamlar onu yere yıkıp soluğunu kesinceye dek sıkıyorlardı boynundaki ipi. Bu, ağır pirinç tasmanın boynundan çıkarılmasına kadar böyle sürüp gitti. Kendi tasmasından sonra, sıra ipin çıkarılmasına geldi ve neden sonra Buck, kafese benzer bir sandığın içine fırlatıldı. İşkenceyle geçen gecenin geri kalan bölümünde, öfkesini ve yaralanmış gururunu tazeleyerek yattı orada. Bütün bunlardan hiçbir şey anlayamıyordu. Bunlar, bu yabancı adamlar ne istiyorlardı ondan? Neden bu daracık kafeste kapalı tutuyorlardı kendisini? Nedenini bilmiyordu, ama yaklaşan tehlikenin belli belirsiz sezgisi canını sıkıyordu. Bütün gece kapının gıcırdayarak açıldığı her sefer, Yargıç’ı ya da hiç değilse çocukları görmek umuduyla ayağa fırladı.Ama her seferinde gördüğü, yağ kandilinin solgun ışığında uzanıp kendisine bakan meyhanecinin şiş suratıydı. Ve yine her seferinde, Buck’ın boğazında titreşen sevinç dolu havlama, vahşi bir hırlamaya dönüyordu. Ama meyhaneci dokunmuyordu ona. Sabahleyin
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıVahşetin Çağrısı
- Sayfa Sayısı120
- YazarJack London
- ISBN9789750738357
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Görünüşüme Aldanma Yanarsın ~ Ally Carter
Görünüşüme Aldanma Yanarsın
Ally Carter
Cammie Morgan, Boston’a arkadaşı Macey’i ziyarete gittiğinde yaz tatilinin ilginç bir şekilde sonlanacağını düşünmüştü. Cammie, Macey’in babasının ABD başkan yardımcılığına aday olmayı kabul edişini...
- Can ~ Andrey Platonov
Can
Andrey Platonov
Can. Bu, vaktizamanında zengin beyler tarafından onlara verilen ortak bir lakaptı, zira can ruh demektir; kırılan garibanların ise ruhlarından, yani hissetme ve acı çekme...
- Ya Hep Ya Hiç ~ Ernest Hemingway
Ya Hep Ya Hiç
Ernest Hemingway
Tarık Dursun K.’nın çevirisiyle… Ya Hep Ya Hiç, ailesini ekonomik olarak ayakta tutabilmek için Küba ve West Adası arasında kaçakçılık yapmak zorunda kalan dürüst...