Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Vahşetin Çağrısı
Vahşetin Çağrısı

Vahşetin Çağrısı

Jack London

Amerikan edebiyatının büyük ustalarından Jack London’ın unutulmaz romanı Vahşetin Çağrısı hemen hemen tüm dillere çevrilmiş, gerçek anlamda bir klasik niteliği kazanmıştır. Dünya edebiyatında kendi…

Amerikan edebiyatının büyük ustalarından Jack London’ın unutulmaz romanı Vahşetin Çağrısı hemen hemen tüm dillere çevrilmiş, gerçek anlamda bir klasik niteliği kazanmıştır.

Dünya edebiyatında kendi kendini yetiştiren yazarların en yetkin örneklerinden biri olan Jack London, en güçlü ve etkileyici yapıtlarından biri sayılan Vahşetin Çağrısı’nda, kızağa koşulan bir kurt köpeğinin amansız yaşam savaşını anlatır.

Alaska’nın yabanıl ortamında yaşayan insanların acımasızlığından payına düşeni alan Buck, ayakta kalabilmek için inanılmaz bir savaş verecek, giderek yabanın çekiciliğine kapılarak özgür seçimini yapacaktır. Ne ki, Buck’ın bir köpek olduğunu bilmesek, onun başından geçenleri bir insanın zorluklarla dolu yaşamöyküsü olarak da okuyabiliriz. London, bir köpeğin öyküsünün ardında, insanlık durumunun ürkütücü bir panoramasını önümüze serer. Vahşetin Çağrısı’nı Seçkin Selvi’nin Türkçesiyle sunuyoruz. Türkiye’den 20 çağdaş fotoğrafçı Can Klasikleri’nin bu özel dizisi için 20 kitabın kapak fotoğrafını özgün yorumlarıyla hazırladı.

1
İlkele doğru

“A­şın­dı­ra­rak zin­ci­ri­ni alış­kan­lı­ğın,
Sıç­ra­yıp ge­lir es­ki öz­lem­ler gö­çe­be mi­sa­li;
Uy­sal­lı­ğın uzun uy­ku­sun­dan,
Ye­ni­den uyan­dı­rır ka­nın­da­ki vahşeti.”

Buck, ba­şın­da do­la­nan beladan, hem yal­nız ken­dinin de­ğil, Pu­get Sound’­dan San Diego’­ya uza­nan top­raklar üs­tün­de­ki güç­lü kuv­vet­li, uzun, sı­cak tüy­lü tüm kı­yı kö­pek­le­ri­nin ba­şın­da do­la­nan be­ladan ha­ber­siz­di. Ha­ber­ ­siz­di, çün­kü Buck ga­ze­te­le­ri oku­ma­mış­tı. Oku­muş ol­­ say­dı, bü­tün ge­mi ve nak­li­yat şir­ket­le­ri­nin ye­ni bir bu­luşu dün­ya­nın dört bir ya­nı­na avaz avaz du­yur­duk­la­rı­nı bi­le­cek­ti. Ku­tup ka­ran­lı­ğın­da ba­şıboş do­la­şan in­san­lar, sa­rı bir ma­den bul­muş­lar­dı. Bin­ler­ce ki­şi bu sa­rı ma­den için Ku­ze­y’e akın edi­yor­du. Bu in­san­la­rın kö­pek­le­re gerek­si­ni­mi var­dı.  Ağır, yo­ru­cu iş­le­rin üs­te­sin­den ge­le­bi­lecek, ka­rakı­şa da­ya­na­bi­le­cek, uzun tüy­lü, iri, güç­lü kö­pek­ ­le­re. Buck iriy­di, Buck güç­lüy­dü ve Buck’­ın uzun tüy­le­ri var­dı.

Buck, gü­neş­li San­ta Cla­ra Va­di­si’n­de­ki bü­yük bir evde ya­şı­yor­du.Yar­gıç Miller’­ın ye­ri de­nir­di bu­ra­ya:Yol­dan içeri­de, ağaç­la­rın ara­sı­na giz­len­miş, sık dal­lar ara­sın­dan an­cak dört bir ya­nı­nı do­la­nan ge­niş te­ra­sın yer yer gö­ründü­ğü bir ev­di bu. Ge­niş çi­men­lik­ler ara­sın­dan ve uzun ka­vak ağaç­la­rı­nın bir­bi­ri­ne do­lan­mış dal­la­rı al­tın­dan kıvrı­la­rak uza­nan, ça­kıl­lı ara­ba yo­luy­la eve ula­şı­lır­dı. Bu, önden bü­yük gö­rü­nen evin ar­ka­sın­da­ki her şey, ön­den görün­dü­ğün­den de bü­yük­tü. Bir dü­zi­ne se­yis ve uşa­ğın çalış­tı­ğı bü­yük ahır­lar; as­ma­lar­la sar­maş do­laş, di­zi di­zi hizmetkâr ku­lü­be­le­ri; göz ala­bil­di­ği­ne uza­nan düz­gün sı­ra­lar bo­yun­ca kü­çük çift­lik bi­na­la­rı; uzun as­ma çar­dak­la­rı; ye­şil çi­men­ler; mey­ve ve çi­lek bah­çe­le­ri. Bü­tün bun­lardan baş­ka, ar­tez­yen ku­yu­su­nun pom­pa dai­re­si ve Yar­gıç Mil­ler’­ın oğul­la­rı­nın sa­bah­ları içi­ne dal­dık­la­rı ve sı­cak ikin­di­le­re se­rin­lik ge­ti­ren ko­ca­man çi­men­to ha­vuz var­dı.

Ve bü­tün bu uç­suz bu­cak­sız top­rak­la­ra, bu son­suz zen­gin­li­ğe ka­yıt­sız şart­sız ege­men olan tek var­lık Buck’ ­tı. Bu­ra­da doğ­muş­tu, öm­rü­nün dört yı­lı­nı bu­ra­da ge­çirmiş­ti.Yar­gıç Miller’ın ma­likâne­sin­de Buck’­tan baş­ka köpek­ler de var­dı kuş­ku­suz; böy­le­si­ne bü­yük, böy­le­si­ne ge­niş bir yer­de baş­ka kö­pek­ler ol­ma­dan ol­maz­dı. Ama on­la­rın hük­mü yok­tu. Ge­lip ge­çi­ciy­di hep­si. On­lar ka­laba­lık kö­pek ku­lü­be­le­rin­de otu­rur­lar ya da Ja­pon fi­no­su Toots ve­ya tüy­süz Mek­si­ka­lı Ysa­bel gi­bi, evin ka­ran­lık kö­şe­le­rin­de göz­den uzak, ha­nım ha­nım­cık ya­şar­lar­dı: Kırk yıl­da bir bu­run­la­rı­nı dı­şa­rı uza­tan, pek en­der top­rağa ba­san ga­rip ya­ra­tık­lar­dı bun­lar.

Dı­şarı­da ise, pen­ce­re­ler­den ken­di­le­ri­ni kol­la­yan, süpür­ge­ler, so­pa­lar­la do­nan­mış bir hiz­met­çi or­du­su ta­rafın­dan ko­ru­nan Toots ve Ysabel’­e ür­kü­tü­cü hav­la­ma­lar­la gözda­ğı ve­ren, en azın­dan yir­mi av kö­pe­ği var­dı. Ama Buck, ne bu ka­la­ba­lık ku­lü­be­le­rin ne de evin kö­pe­ğiy­di. O bü­tün ma­likâne­nin sa­hi­biy­di.Yar­gı­ç’ın oğulla­rıy­la be­ra­ber yüz­me ha­vu­zu­na da­lar, ava çı­kar; uzun ak­şam ve sa­bah ge­zi­le­rin­de Yar­gı­ç’ın kız­la­rı Mol­lie ve Alice’­e eş­lik eder; kış ge­ce­le­ri ki­tap­lı­ğın gü­rül gü­rül yanan şö­mi­ne­si önün­de ma­likâne sa­hi­bi­nin ayak­ları di­bi­ne uza­nır, Yar­gı­ç’ın to­run­la­rı­nı sır­tın­da ta­şır ya da on­la­rı çimen­ler­de yu­var­lar, ahır­la­rın ya­nın­da­ki çeş­me­ye ka­dar, hat­ta da­ha da öte­le­re, ça­yır­la­ra ve çi­lek bah­çe­le­ri­ne uzanan teh­li­ke­li se­rü­ven­le­rin­de ön­le­ri­ne dü­şüp on­la­ra ko­ruyu­cu­luk eder­di. Av kö­pek­le­ri­nin ara­sın­da, her şe­ye te­peden ba­kan bir eday­la aza­met­li aza­met­li do­la­şır; Toots ve Ysabel’­e ise ka­fa­sı­nı çe­vi­rip bak­maz­dı bi­le. Çün­kü kral­dı o.Yar­gıç Miller’­ın ma­li­kâ­ne­sin­de­ki bü­tün yü­rü­yen, sü­rünen ve uçan ya­ra­tık­la­rın, in­san­lar da da­hil her şe­yin kralıy­dı o.

Ba­ba­sı El­mo, iri bir St. Bernard’­dı. Yar­gı­ç’ın can yol­­ da­şıy­dı. Buck da ba­ba­sı­nın izin­den gi­de­ce­ğe ben­zi­yor­du. O ka­dar iri de­ğil­di, an­cak yet­miş ki­lo ge­li­yor­du. Çün­kü an­ne­si Shep, bir İs­koç ço­ban kö­pe­ğiy­di. Ama yi­ne de, yaşa­mı­nın zen­gin­li­ğin­den ve çev­re­sin­de uyan­dır­dı­ğı say­gıdan ge­len bir gu­rur­la, bu yet­miş ki­lo, ger­çek bir kral edasıy­la sa­lın­ma­sı­na ye­ti­yor­du. Yav­ru­lu­ğun­dan bu ya­na geçen dört yıl bo­yun­ca, be­si­li bir aris­tok­rat ha­ya­tı ya­şa­mış­tı; ken­di­ne bü­yük gü­ve­ni var­dı, hat­ta çev­re­den ko­puk ya­şama­la­rın­dan do­la­yı ara­da bir taş­ra­lı bey­ler­de gö­rül­dü­ğü gi­bi bi­raz da ken­di­ni be­ğen­miş­ti. Ama Buck ken­di­ni, sade­ce şı­mar­tıl­mış, el üs­tün­de tu­tu­lan bir ev kö­pe­ği ol­maktan kur­tar­mış­tı. Av ve her tür­lü açık ha­va eğ­len­ce­si yağlan­ma­sı­nı ön­le­miş, kas­la­rı­nı güç­len­dir­miş­ti; su­ya olan sev­gi­si, tıp­kı so­ğuk suy­la yı­ka­nan­lar­da ol­du­ğu gi­bi, onun için ay­rı bir güç ve sağ­lık kay­na­ğı idi.

İş­te 1897 son­ba­ha­rın­da, Klondike’­ta bu­lu­nan zengin ma­den, in­san­la­rı dün­ya­nın dört bir ya­nın­dan buz­larla kap­lı Ku­ze­y’e sü­rük­ler­ken; Buck’­ın, bu gu­rur­lu kö­peğin için­de bu­lun­du­ğu du­rum buy­du. Ama Buck ga­ze­tele­ri oku­ma­mış­tı ve bah­çı­van ya­mak­la­rın­dan bi­ri olan Ma­nuel’­in ne hi­noğ­luhin ne fır­sat­çı bir adam ol­du­ğu­nu da bil­mi­yor­du. Manuel’­in bir tür­lü kur­tu­la­ma­dı­ğı, boynu­na ası­lı bir de gü­na­hı var­dı üs­te­lik. Çin lo­tar­ya­sı oy­na­ma­ya ba­yı­lır­dı. Yal­nız oy­na­sa ne ise… Bir de ku­mar­da Nuh der pey­gam­ber de­mez, ken­di bil­di­ğin­den şaş­maz bir inat­çı­lı­ğı var­dı. Onu da­ha çok mah­ve­den de bu inatçı­lı­ğıy­dı. Çün­kü böy­le bur­nu­nun doğ­ru­su­na ku­mar oyna­mak için pa­ra, hem de çok pa­ra ge­rek­liy­di. Oy­sa bir bah­çı­van ya­ma­ğı­nın üc­re­ti, ka­rı­sı ve sa­yı­sı­nı ken­di­si­nin de bil­me­di­ği be­be­le­ri­nin ih­ti­yaç­la­rı­nı kar­şı­la­ma­ya kı­tı kı­tı­na ye­ti­yor­du.

Manuel’­in iha­ne­ti­nin o unu­tul­maz ge­ce­si, Yar­gıç, Üzüm Ye­tiş­ti­ri­ci­le­ri Bir­li­ği’­nin top­lan­tı­sın­day­dı; oğ­lan­lar da bir spor ku­lü­bü kur­mak için ken­di ara­la­rın­da top­lanmış­lar­dı. Buck’­ın şöy­le bir ge­zin­ti san­dı­ğı yü­rü­yüş­le­rinde, mey­ve bah­çe­sin­den öte­ye gi­der­ler­ken kim­se Buck’­la Manuel’­i gör­me­di. Ve bir tek ada­mın dı­şın­da hiç kim­se, Col­le­ge Park de­ni­len ara is­tas­yo­na ge­liş­le­ri­nin de far­kı­na var­ma­dı. Bu adam Manuel’­le ko­nuş­tu ve ara­la­rın­da pa­ralar şın­gır­da­dı.Ya­ban­cı,“Tes­lim et­me­den ön­ce ma­lı bağ­lasay­dın keşke,” de­di ters ters. Ma­nuel ka­lın bir ipi Buck’­ın boy­nu­na ge­çir­di, tas­ma­nın al­tın­dan iki ke­re do­la­dı. Yaban­cı,“İ­pi bir bük­tün mü, hep­ten ke­ser­sin nefesini,” di­ye ho­mur­da­na­rak akıl ver­di Manuel’­e.

Buck, boy­nu­na do­la­nan ipi ses­siz bir gu­rur­la ka­bul et­miş­ti. Alı­şık ol­ma­dı­ğı bir dav­ra­nış­tı bu. Ama ta­nı­dı­ğı ki­şi­le­re gü­ven­me­yi ve ken­di­sin­den da­ha çok ak­lı eren­lerin yap­tık­la­rı­na ses çı­kar­ma­dan bo­yun eğ­me­yi öğ­ren­mişti. Yal­nız, ipin ucu ya­ban­cı­nın eli­ne ge­çin­ce teh­dit edi­ci bir ton­da hır­la­dı. Hoş­nut­suz­lu­ğu­nu be­lirt­miş­ti sa­de­ce. Buck için dü­şün­ce­si­ni be­lirt­mek de­mek, em­ret­mek demek­ti. Ken­di­ne olan gü­ve­ni, bu­nun böy­le ol­du­ğu­na inandır­mış­tı onu. Ama Buck, hiç de bek­le­me­di­ği, alış­ma­dı­ğı bir dav­ra­nış­la kar­şı­laş­tı. Ya­ban­cı­ya hır­lar hır­la­maz, boynu­na do­lan­mış ip bir an­da da­ral­dı, ne­fes ala­maz ol­du. O öf­key­le ada­mın üs­tü­ne at­la­dı, ama ya­ban­cı, onu da­ha hava­day­ken bo­ğa­zın­dan sı­kı­ca kav­ra­yıp be­ce­rik­li bir bü­küş­le ge­ri­sin ge­ri­ye, sırtüs­tü ye­re fır­lat­tı. Di­li ağ­zın­dan sarkan Buck, ne­fes ala­bil­mek için ko­ca göğ­sü­nü bir kö­rük gi­bi in­di­rip kal­dır­ma­ya ça­lı­şı­yor­du, ama ça­ba­sı bo­şu­naydı. Öf­key­le bo­ğu­şur­ken, ip aman­sız bir şe­kil­de sı­kıl­dı. Öm­rün­de hiç­bir za­man böy­le­si­ne kö­tü dav­ran­ma­mış­lardı ona ve öm­rün­de hiç­bir za­man böy­le­si­ne öf­ke­len­memiş­ti. Ama ne yap­sın ki gü­cü ke­sil­di, göz­le­ri cam gi­bi do­nuk­laş­tı; ön­le­rin­de tren du­rup da iki ki­şi ken­di­si­ni yük va­go­nu­na fır­lat­tık­la­rı za­man, olan­la­rın far­kı­na va­ra­ma­yacak ka­dar ken­din­den geç­miş­ti.

Ken­di­ne gel­di­ği za­man, di­li­nin acıdığını ve va­go­na ben­zer bir yer­de sal­la­na yıkıla yol aldığını fark eder gi­bi ol­du. Lo­ko­mo­ti­fin bir ge­çi­di be­lir­le­yen kı­sık ve acı düdüğü ne­re­de ol­du­ğu­nu an­lat­ma­ya yet­miş­ti ona. Buck daha önce­le­ri, çok ke­re Yargıç’la bir­lik­te yol­cu­luk yapmıştı. Ama için­de bu­lun­du­ğu şu yük va­go­nu, önce­ki ra­hat yolcu­luk­lar­dan hay­li farklıydı. Kir­pik­le­ri­ni ara­ladı ve gözleri tahtından uzak­laştırılmak is­te­nen bir kralın ki­niy­le, amansız öfke­siy­le dol­du. Yanında­ki adam, bu gözler­de­ki kor­kunç an­lamı kav­ramış gi­bi bo­ğazına sarılmak için fırladı, ama Buck on­dan çok da­ha çe­vik­ti. Bir an­da çe­ne­leri adamın eli­nin üze­rin­de ki­lit­len­di ve ye­ni­den ken­dinden ge­çi­ri­lin­ce­ye ka­dar da açılmadı. Adam par­ça­lan­mış eli­ni sak­la­ya­rak, bo­ğuş­ma­nın sesi­ne ko­şup ge­len tren me­mu­ru­na, “Ya, ara­da bir nö­bet ge­li­yor da,” de­di.“Pat­ro­nun is­te­ği üze­ri­ne Fris­co’­ya gö­türü­yo­rum. Ora­da­ki bir de­li dok­to­ru, sö­züm ona bu­nu iyileş­ti­re­bi­le­ce­ği­ni sanıyormuş.”­ San Fran­cis­co rıh­tı­mın­da bir mey­ha­ne­nin ar­ka­sın­­ da­ki kü­çük sun­dur­ma­da, adam o ge­ce­ki tren yol­cu­luğun­dan epey ya­kın­dı mey­ha­ne­ci­ye. “E­li­me ge­çen to­pu to­pu el­li kâğıt,” di­ye ho­mur­dandı. “T­rink pe­şin, bin pa­pel ver­se­ler, böy­le işe gir­mem bir daha.”­

Eli kan­lı bir men­dil­le sa­rı­lıy­dı, pan­to­lo­nu­nun sağ pa­ça­sı da diz­den bi­le­ğe ka­dar boy­dan bo­ya yır­tıl­mış­tı. “Ö­te­ki ena­yi ne ka­dar aldı?” di­ye sor­du mey­ha­ne­ci. “Yüz kâğıt,” di­ye ce­vap­la­dı. “İ­nan ol­sun, bir me­te­lik ek­si­ği­ne yanaşmadı.”­ “Böy­le­ce yüz el­li ediyor,” di­ye he­sap­la­dı mey­ha­ne­ci. “De­ğer de doğ­ru­su, yok­sa baş­tanka­ra gir­mez­dim bu işe.”­ Buck’­ı ka­çı­ran adam, kan­lı sar­gı­la­rı çö­züp ya­ra­lı eline bak­tı.“Ku­duz olmazsam…”­ “O za­man, ası­la­rak öl­mek için doğ­dun demektir,” di­ ­ye gül­dü mey­ha­ne­ci.“Ha­di, vol­ta­nı al­ma­dan yar­dım ediver bana.”­ Olup bi­ten­ler­den şaş­kı­na dön­müş, bo­ğa­zın­da ve di­­ lin­de da­ya­nıl­maz acı­lar du­yan Buck, ken­di­ne bu dav­ra­nı­şı layık gö­ren­le­re kar­şı koy­mak için de­be­le­ni­yor­du.Ama her se­fe­rin­de adam­lar onu ye­re yı­kıp so­lu­ğu­nu ke­sin­ce­ye dek sı­kı­yor­lar­dı boy­nun­da­ki ipi. Bu, ağır pi­rinç tas­ma­nın boynun­dan çı­ka­rıl­ma­sı­na ka­dar böy­le sü­rüp git­ti. Ken­di tasma­sın­dan son­ra, sı­ra ipin çı­ka­rıl­ma­sı­na gel­di ve ne­den son­ra Buck, ka­fe­se ben­zer bir san­dı­ğın içi­ne fır­la­tıl­dı. İş­ken­cey­le ge­çen ge­ce­nin ge­ri ka­lan bö­lü­mün­de, öfke­si­ni ve ya­ra­lan­mış gu­ru­ru­nu ta­ze­le­ye­rek yat­tı ora­da. Bü­tün bun­lar­dan hiç­bir şey an­la­ya­mı­yor­du. Bun­lar, bu ya­ban­cı adam­lar ne is­ti­yor­lar­dı on­dan? Ne­den bu da­ra­cık ka­fes­te ka­pa­lı tu­tu­yor­lar­dı ken­di­si­ni? Ne­de­ni­ni bil­mi­yor­du, ama yak­la­şan teh­li­ke­nin bel­li belir­siz sez­gi­si ca­nı­nı sı­kı­yor­du. Bü­tün ge­ce ka­pı­nın gı­cırda­ya­rak açıl­dı­ğı her se­fer, Yar­gı­ç’ı ya da hiç de­ğil­se çocuk­la­rı gör­mek umu­duy­la aya­ğa fır­la­dı.Ama her se­fe­rinde gör­dü­ğü, yağ kan­di­li­nin sol­gun ışı­ğın­da uza­nıp ken­disi­ne ba­kan mey­ha­ne­ci­nin şiş su­ra­tıy­dı. Ve yi­ne her se­ferin­de, Buck’­ın bo­ğa­zın­da tit­re­şen se­vinç do­lu hav­la­ma, vah­şi bir hır­la­ma­ya dö­nü­yor­du. Ama mey­ha­ne­ci do­kun­mu­yor­du ona. Sa­bah­le­yin

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıVahşetin Çağrısı
  • Sayfa Sayısı120
  • YazarJack London
  • ISBN9789750738357
  • Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Meksikalı ~ Jack LondonMeksikalı

    Meksikalı

    Jack London

    Jack London her ne kadar daha çok romanlarıyla tanınsa da onun asıl ustalığını sergilediği edebî tür öyküdür. Yaşamı boyunca iki yüze yakın öykü kaleme...

  2. Demir Ökçe ~ Jack LondonDemir Ökçe

    Demir Ökçe

    Jack London

    Demir Ökçe, yazıldığı tarihten bu yana tüm dünyada muhalif sol hareketlerin başucu kitabı olan sıradışı bir anlatı. ABD ve dünyada sosyalist hareketin yükseldiği bir...

  3. Uçurum İnsanları ~ Jack LondonUçurum İnsanları

    Uçurum İnsanları

    Jack London

    Jack London, bu kitabı geçen yüzyılın hemen başında, üzerinde güneşin batmadığı Büyük Britanya İmparatorluğunun ihtişam ve gücünün doruğunda olduğu bir dönemde (1902) kaleme almıştır....

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Görünüşüme Aldanma Yanarsın ~ Ally CarterGörünüşüme Aldanma Yanarsın

    Görünüşüme Aldanma Yanarsın

    Ally Carter

    Cammie Morgan, Boston’a arkadaşı Macey’i ziyarete gittiğinde yaz tatilinin ilginç bir şekilde sonlanacağını düşünmüştü. Cammie, Macey’in babasının ABD başkan yardımcılığına aday olmayı kabul edişini...

  2. Can ~ Andrey PlatonovCan

    Can

    Andrey Platonov

    Can. Bu, vaktizamanında zengin beyler tarafından onlara verilen ortak bir lakaptı, zira can ruh demektir; kırılan garibanların ise ruhlarından, yani hissetme ve acı çekme...

  3. Ya Hep Ya Hiç ~ Ernest HemingwayYa Hep Ya Hiç

    Ya Hep Ya Hiç

    Ernest Hemingway

    Tarık Dursun K.’nın çevirisiyle… Ya Hep Ya Hiç, ailesini ekonomik olarak ayakta tutabilmek için Küba ve West Adası arasında kaçakçılık yapmak zorunda kalan dürüst...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur