Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Demir Ökçe
Demir Ökçe

Demir Ökçe

Jack London

Demir Ökçe, yazıldığı tarihten bu yana tüm dünyada muhalif sol hareketlerin başucu kitabı olan sıradışı bir anlatı. ABD ve dünyada sosyalist hareketin yükseldiği bir…

Demir Ökçe, yazıldığı tarihten bu yana tüm dünyada muhalif sol hareketlerin başucu kitabı olan sıradışı bir anlatı.

ABD ve dünyada sosyalist hareketin yükseldiği bir dönemde yazılan Demir Ökçe’de Jack London, emek hareketinin
kapitalizm karşısında önce başarılar elde ettiği, ardından büyük bir yıkımın gerçekleştiği karanlık bir geleceğin öyküsünü anlatır. Sosyalizmin yükselişinden endişelenip aralarında ittifak yapan muhafazakâr ve statükocu düzen güçlerinin kurduğu baskı rejiminde eşitlik, özgürlük ve kardeşlik idealleri “demir ökçeler” altında bir bir ezilir. Yazıldıktan kısa süre sonra sosyalizmin geleceğine dair öngörülerinin doğruluğuyla eleştirmenleri ve okurları şaşırtan Demir Ökçe, politik edebiyatın şaheserlerinden biri.

“Jack London, 1907’de proleter devrimin yenilgisinin kaçınılmaz sonucu olarak faşizmin geleceğini tahmin etmişve onu tasvir etmiştir.”
Lev Troçki

“Bir seyyah, bir çiftlik sahibi, bir sosyalist politikacı, daimi bir maceraperest ve devamlı bir yazar olarak Jack London’ın sınırsız bir enerjisi vardır.”
Harold Bloom

*

“Gam ve kasvet dolu bu Dünya tiyatrosunda
Sahnelerin peşi sıra değişmesinden miden bulanır ilkin.
Ama sabırlı ol. Oyun yazarı bu Vahşi Drama’nın ne anlama geldiğini
belki de beşinci perdede sana gösterir.”

I
Benim Kartalım

Kızılçamlar hafif yaz rüzgârıyla salınıyor, Wild Water Irmağı yosunlu taşlar üzerinden hafifçe dalgalanarak tatlı bir ahenkle akıyor. Kelebekler güneş ışınlarının altında kanat çırpıyor ve etrafımdan arıların uyuşuk vızıltıları yükseliyor. Böylesi dingin bir ortamda oturmuş düşünüyorum. Huzursuzum… Huzursuzluğumun nedeni tam da bu sükûnet. Tüm dünya sessizliğe gömülmüş sanki, inanası gelmiyor insanın. Bunun fırtına öncesinin sessizliği olduğunun farkındayım ve bu yüzden yaklaşan fırtınanın emarelerini yakalamak için dikkat kesiliyorum. Umarım erken doğum yapmaz, vakitsiz kopmaz bu fırtına!

Tedirginliğim şaşırtmasın kimseyi. Düşünüyor, düşünüyor, yine düşünüyorum. Her ânım düşünmekle geçiyor. Hayatı uzun süre öyle yoğun yaşadım ki bu dinginlik ve sessizlik bunaltıyor beni. Çok yakında belirecek olan ölüm ve yıkım girdabını söküp atamıyorum kafamdan. Kulaklarım acı çeken insanların feryatlarıyla dolu. Geçmişte tanık olduğum2 o güzel insanların parçalanmış bedenleri ve bu onurlu bedenlerden vahşice çekilip koparılan ruhlarının Tanrı’nın önüne fırlatılışı geliyor gözümün önüne. İşte biz biçare insanlar ancak bu katliam ve yıkım sarmalında mücadele ederek amacımıza ulaşabiliyor, huzur ve mutluluğu dünyaya egemen kılabiliyoruz.

Burada bir başımayım. Yaklaşmakta olanı düşünmediğim zamanlarda geçmişte yanı başımda olup da yitirdiğimi; bitmek bilmez enerjisiyle güneşine, insan özgürlüğünün nihai amacına kanat çırpan Kartal’ımı düşünüyorum. Burada olup beni göremese de onun tasarımı olan bu büyük olayın gerçekleşmesini boş boş oturarak bekleyemem. Çünkü o bütün yetişkinlik dönemini bu ideale adadı ve bu uğurda canını verdi. Her şeyi kendi elleriyle hazırladı. Onun sayesinde kopacak bu fırtına!

Bu yüzden bu endişeli bekleyişim boyunca kocamla ilgili anılarımı yazacağım. Hayatta olan insanlar arasında sadece benim anlatabileceğim pek çok özelliği vardı. Öyle bir insandı ki kelimelerimin yetersiz kalmasından, onu yeterince anlatamamaktan korkuyorum. Kocaman bir yüreği vardı. Aşkımı geri plana itebildiğim anlardaki en büyük üzüntüm kocamın o büyük güne tanıklık edemeyecek olmasıdır. Mutlaka başaracağız! Çünkü Ernest büyük gayret göstererek her şeyi en ince ayrıntısına kadar planladı. Kahrolsun Demir Ökçe! Yakında üzerinde tepindiği insanlığın sırtından sökülüp atılacak. İşaretimizle dünyadaki tüm ezilenler ayaklanacak. Dünya tarihinde böylesi görülmedi. Enternasyonal dayanışma sağlandı, ilk kez dünya ölçeğinde uluslar ötesi bir devrim yaşanacak.

Sabırsızlandığımı görüyorsunuz. Uzun zamandır gece gündüz bununla yaşıyor, bir an olsun aklımdan çıkarmıyorum. Kocamı düşündüğümde yine o büyük gün geliyor aklıma. Çünkü kocam onun ruhu, ayrı düşünülemeyecek bir parçasıydı.

Daha önce belirttiğim gibi kocamın sadece benim ışık tutabileceğim pek çok özelliği vardı. Onun özgürlük uğruna nasıl çabaladığını, ne büyük acılara katlandığını birçok insan biliyor. Bunları, o zorlu yirmi yıl boyunca hep yanı başında olan ben de gayet iyi biliyorum. Zira sabrına, gayretine ve daha iki ay önce uğruna canını verdiği İdeal’e bağlılığına bizzat tanıklık ettim.

Şimdi kısaca Ernest Everhard’ın hayatıma nasıl dahil olduğunu, nasıl tanıştığımızı, hayatlarımızı birleştirinceye kadar gösterdiği gelişimi ve benim hayatıma getirdiği büyük değişimi sade bir dille anlatmaya çalışacağım, elbette anlatamayacağım kadar gizli ve özel olanları atlayarak. Böylelikle siz de ona benim gözlerimden bakabilecek ve onu benim tanıdığım gibi tanıyabileceksiniz.

Onu ilk kez 1912 Şubat’ında Berkeley’deki evimizde gördüm.5 Babamın davetlisi olarak akşam yemeğine katılmıştı. İlk izlenimimin olumlu olduğunu söyleyemem. Salonda oturmuş henüz gelmeyen konuklarımızı beklerken bu ortama ait olmadığı çok belli oluyordu. Babamın tabiriyle bu bir “Vaizler Gecesi” idi ve Ernest bu din adamlarının arasına yakışmıyordu.

Her şeyden önce kıyafetleri üzerine oturmamıştı, satın aldığı koyu takım üzerinde eğreti duruyordu. Gerçi onun vücuduna göre takım elbise bulmak da mümkün değildi. Her zaman olduğu gibi o gece de ceketinin kumaşı geniş omuzları arasında pot yapmış, labirenti andırır kıvrımlar oluşturmuştu. Boynu sokak dövüşçülerininki gibi kalın ve güçlüydü.6 Demek ki babamın keşfettiği toplum felsefecisi, eski nalbant bu, diye geçirdim aklımdan. Kaslı yapısı ve kalın ensesinin nalbantlık geçmişine işaret ettiğine kuşku yoktu. Bir tür dâhi olmalı diye düşünerek hemen yaftaladım onu; işte işçi sınıfının Kör Tom’u.

Sonra tokalaşma faslı! Elimi güçlü bir şekilde sıktı, kara gözlerini cüretkârca dikti gözlerime. Çok küstahça davrandığını düşünmüştüm. Görüyorsunuz, o zamanlar ben de yaşadığım çevredeki insanlar gibiydim ve güçlü bir sınıfsal aidiyetim vardı. Kendi sınıfımdan adamların böyle küstahça davranması affedilir şey değildi. Gözlerimi indirmek zorunda kalacağımın farkındaydım. Bu yüzden onu geçip Piskopos Morehouse’a döndüğümde rahatladım; görüntüsü ve erdemleriyle bana İsa’yı anımsatan Piskopos orta yaşlı, ciddi, sevimli ve dinî konularda bilgili olan, sevdiğim bir insandı. Küstahlık olarak adlandırdığım bu cüretkârlığı Ernest Everhard’ın önemli özelliklerinden biriydi. O, şekilci tavırlarla vakit kaybetmeyi reddeden, düz ve hiçbir şeyden korkmayan biriydi. Yıllar sonra bu davranışını “Hoşuma gitmiştin, neden bakmayacaktım ki?” diye açıklamıştı. Hiçbir şeyden korkmadığını söylemiştim. Aristokratlara düşman olmasına rağmen doğal bir asilzadeydi. Nietzsche’nin tarifiyle insanüstü sarışın bir devdi8 ve ek olarak demokrasi aşkıyla yanıyordu.

Diğer konukları karşılayıp onlarla ilgilenirken iyi bir izlenim edinmediğim bu işçi sınıfı filozofu tamamıyla aklımdan çıkmıştı. Fakat masada otururken birkaç kez gözüme ilişmiş, özellikle de rahiplerin konuşmasını dinlerken gözlerinden yayılan ışıltı dikkatimi çekmişti. Mizahtan anlıyor bu adam, diye düşünmüştüm. Giyim tarzı gözüme batmaz olmuştu artık. Zaman geçiyordu ve yemek neredeyse sona ermek üzereydi. Din adamları durmaksızın işçi sınıfından ve işçilerin kiliseyle ilişkilerinden bahsediyor, kilisenin onlar için geçmişte ve bugünlerde yaptıklarını anlatıyordu fakat Ernest söze girmeye niyetlenmiyordu bile. Bu durumun babamın canını sıktığını fark ettim. Babam bir ara oluşan sessizlikten faydalanarak Ernest’ten sohbete katılmasını istedi fakat Ernest umursamazca omuz silkerek “Söyleyecek sözüm yok,” dedi ve tuzlu badem atıştırmaya devam etti.

Babam istediğini alana kadar durmazdı. Biraz bekledikten sonra “Aramızda işçi sınıfının bir temsilcisi var, Bay Everhard’dan bahsediyorum. Eminim ki konuya farklı açılardan yaklaşıp tartışmaya yeni bir heyecan katacaktır,” dedi.

Din adamları kibarca bir ilgi göstererek konuya nasıl baktığını açıklaması için Ernest’i teşvik ettiler. Bu abartılı hoşgörü ve kibar tavırları onu hor gördüklerine işaretti. Ernest bu himayeci tavrı fark etmiş ama içten içe eğlenerek umur samamıştı. Cevap vermek için başını çevirdiğinde gözlerinde yaşadığı eğlencenin izleri duruyordu.

“Dinî konuları tartışırken nezaket gösterme konusunda becerikli değilimdir,” dedi, sonrasında tevazu ve kararsızlıkla bekledi.

“Lütfen devam ediniz,” diye ısrar ettiler ve Dr. Hammerfield “Düşüncelerinde samimi olduktan sonra kimsenin doğruları bizi gücendirmez,” diye ekledi.

“Öyleyse,” dedi Ernest gülerek. “Siz doğruluk ve samimiyeti birbirinden ayırıyorsunuz.”

Dr. Hammerfield cevap vermeden önce derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. “En iyilerimiz bile yanılabilir delikanlı, en iyilerimiz bile.”

Tavırları değişti ve o anda bambaşka bir adama dönüştü Ernest.

“O halde hepinizin yanıldığını söylemek istiyorum,” diye girdi konuya; “İşçi sınıfı hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz, hatta daha vahim durumdasınız. Sosyolojik değerlendirmeleriniz de düşünce sisteminiz kadar değersiz, hatta kötü niyetlidir.”

Söyleyiş biçimi sözlerinden çok daha ağırdı. Kelimeler ağzından dökülmeye başlar başlamaz irkilmiştim. Üslubu da gözleri kadar cüretkârdı, içimi ürperten bir ses tonu vardı. Masadakiler uyuşukluğunu atmış, silkinerek kendilerine gelmişlerdi.

“Söylesene delikanlı, düşünce sistemimizi bu kadar değersiz ve kötü niyetli kılan nedir?” diye sordu Dr. Hammerfield, hoşnutsuzluğu sesi ve üslubuna yansımıştı.

“Siz metafizikçisiniz,” diye başladı Ernest. “Yönteminizle her şeyi kanıtlayabilirsiniz. Bu yolla her metafizikçi keyfine göre bir diğerinin yanıldığını ispat edebilir. Siz düşünce dünyasının anarşistlerisiniz. Her biriniz çılgınca evrenler
yaratıyor, fantezi ve özlemleriniz doğrultusunda bu evrenlerde yaşıyorsunuz. Yaşadığınız gerçek dünyadan bihabersiniz. Düşüncelerinizin akıl sağlığınızın yerinde olmadığını gösteren birer emare olması dışında bu gerçek dünyada hiçbir karşılığı yoktur.

Masada otururken konuşmalarınızı dinledim. Aklıma ne geldi biliyor musunuz? Konuşmalarınız bana âlimane bir tutum içinde bir iğnenin ucunda kaç meleğin dans edebileceğini ciddiyetle tartışan Ortaçağ skolastiklerini hatırlattı. Çünkü sayın baylar siz, 20. yüzyılın düşünsel hayatına, bundan on bin yıl önce, vahşi ormanda hastalarını büyü yoluyla iyileştirmeye çalışan Kızılderili şifacılar kadar uzaksınız.”

Ernest coşkuyla anlatıyordu. Konuşurken yüzü ışıldıyor, gözleri ateş saçıyor ve hırsla açılıp kapanan çenesi tutkusunu yansıtıyordu. Tarzı buydu; insanları bir şekilde silkeler, kendine getirirdi, ezici darbelerini andıran hamleleri karşısındakinin dengesini altüst ederdi. Şimdi yaşananlar da farklı değildi. Piskopos Morehouse kafasını uzatmış merakla dinliyordu. Dr. Hammerfield’in öfkesi yüzüne yansımıştı. Diğerleri de çok bozulmuştu ama bazıları üstünlüklerini göstermek için tepeden bakıyor, eğleniyormuş gibi gülümsüyordu. Bana göre bu eğlenceli bir tartışmaydı. Gözlerimi bu ayaklı bombayı evimize davet etme suçunu işleyen babama çevirdiğimde Ernest’in yaratmış olduğu etki karşısında kendini tutamayıp kıkırdamaya başlamasından korktum.

“Tanımlamaların net değil,” diyerek araya girdi Dr. Hammerfield. “Bizi metafizikçi olarak nitelerken tam olarak kastettiğin nedir?”

“Size metafizikçi diyorum, çünkü düşünce sisteminiz metafiziksel,” diye devam etti Ernest. “Yönteminiz bilimsel yöntemle taban tabana zıt. Bu yöntemle vardığınız sonuçların geçerliliği yok. Her şeyi kanıtlayabilirsiniz ama gerçekte hiçbir şeyi kanıtlayamamış olursunuz. Aranızdan bir konu üzerinde mutabık kalacak iki kişi bile çıkmaz, çünkü kendinizi ve evreni yine kendi bilincinizle açıklıyorsunuz. Oysa bilinci bilinçle açıklamaya çalışmak ayakkabı bağlarınızdan tutarak kendinizi havaya kaldırmaya çalışmanıza benzer.”

“Anlamıyorum,” dedi Piskopos Morehouse. “Bana göre zihnimizdeki her şey metafizikseldir. Bilimlerin en kesini ve en inandırıcısı olan matematik bile tamamen metafizikseldir. Aynı şekilde bilimsel düşünen insanların düşünme süreçleri de metafizikseldir. Bu konuda hemfikiriz, değil mi?”

“Söylediğiniz gibi, anlamıyorsunuz,” diye cevapladı Ernest. “Metafizik düşünenler tümdengelim yöntemiyle kendi sübjektif yargılarından sonuçlar çıkarırlar. Oysa bilimsel düşünenler deneysel gerçeklerden yola çıkarak tümevarımla sonuca giderler. Yani metafizik teoriden olgulara giderken bilimsel yöntem maddi olgulardan teoriye ulaşır. Metafizikçiler evreni kendileriyle açıklarken, bilim insanları kendilerini evrene göre açıklar.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Suikast Bürosu ~ Jack LondonSuikast Bürosu

    Suikast Bürosu

    Jack London

    Saygın üyeleriyle ulvi bir amaca hizmet eden Suikast Bürosu, kusursuz işleyişine darbe vuracak son “infaz siparişiyle” açmaza düşer. Kendini tam olarak kuyruğunu yiyen yılan...

  2. Yol ~ Jack LondonYol

    Yol

    Jack London

    Yol, Jack London’ın henüz on sekiz yaşındayken giriştiği çılgınca serüvenin anlatısıdır. Dünyayı keşfetme fikrinin büyüsüne kapılan genç London, işini bırakıp trenlerle binlerce kilometre kat...

  3. Martin Eden (Türkçe) ~ Jack LondonMartin Eden (Türkçe)

    Martin Eden (Türkçe)

    Jack London

    Martin Eden Jack Londonın hayatından belirgin izdüşümler taşıyan özyaşamsal bir roman. Hayalleri kadar iradesi de güçlü bir genç, sosyal statüsünü değiştirmek için giriştiği yazar...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Çırak ~ Tess GerritsenÇırak

    Çırak

    Tess Gerritsen

    Cerrah Geri Dönüyor… Ve Bu Kez Yalnız Değil… Boston dedektifi Jane Rizzoli, Cerrahın elinden yeni kurtulmuş, kâbuslarının sona erdiğini düşünmeye başlamıştır ki, yeni ortaya...

  2. Tahran’ın Damları ~ Mahbod SerajiTahran’ın Damları

    Tahran’ın Damları

    Mahbod Seraji

    İran’ın başkenti Tahran’da, on yedi yaşındaki Paşa 1973 yazını en iyi arkadaşı Ahmed’le birlikte evinin damında geçirir. Gelecekleri üzerinde konuşur, hayat hakkında yakıcı sorular...

  3. Sahilde ~ Ian McEwanSahilde

    Sahilde

    Ian McEwan

    “Sahilde” 1962 yılı. Dorset kıyılarına balayına gelmiş iki genç: Florence ve Edward. Biri seçkin bir aileden bir müzisyen; diğeri daha mütevazı bir aileden, tarih...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur