Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış…
Beyaz Diş Alaska’nın sert doğa koşullarında geçen, nefes kesici bir macera hikâyesi anlatıyor. Yarı köpek bir anne ile kurt bir babanın yavrusu olarak dünyaya gelen Beyaz Diş, doğduğu günden itibaren farklılığının gölgesinde bir hayat sürmeye başlar. Zekâsıyla ve görüntüsüyle hayranlık uyandıran bu muhteşem yaratık, hem insanların hem de hayvanların eziyetiyle karşılaşır ve her an bedel öder. Hayatta kalmak için içgüdülerinin rehberliğine sığınan Beyaz Diş, zamanla her türlü canlıya karşı güvenini kaybeder ve vahşi hayat ile evcilleşme arasında sıkışıp kalır. Jack London Beyaz Diş’te edebiyat tarihinin en gerçek hayvan karakterlerinden birini yaratırken, düşmanlık, ahlâk, güven, merhamet ve sevgi gibi kavramları tartışıyor.
“Oysa vahşilik, Beyaz Diş’in görünüşüne ve hareketlerine sinmişti. O vahşi tabiatı simge liyordu; onun ete kemiğe bürünmüş haliydi.”
Jack London
ÖNSÖZ
JAMES DICKEY
Jack London’ın eserleri, varoluş karşısındaki tavrı ve hayatı, sıklıkla “tarih öncesi çağlara ait” diye nitelendirilir. İlk gençlik çağından hayatının sonuna, kırk yaşına kadar sürdürdüğü yoğun kendini yetiştirme sürecinde, hep “vahşi doğası”yla gurur duymuş ve kendini, totem-hayvanı olarak seçtiği kurtla özdeşleştirmiştir. Bir hayli saf, Kaliforniyalı şair dostu George Sterling ona Kurt diye hitap etmiş, London karısını hep Eş-Kadın diye çağırmış, Sonoma Vadisi’ndeki bahtsız malikânesine Kurt Köşkü ismini koymuş ve en ünlü insan karakterini, Deniz Kurdu’ndaki Wolf Larsen olarak yaratmıştır. Larsen, London’ın saygı duyduğu tüm özelliklere sahiptir: cesaret, beceriklilik, merhametsizlik ve her şeyden önce, London’ın kısmi olarak Milton’ın Kayıp Cennet’teki Şeytan karakteri üzerine kurduğu bir irade gücü. Larsen’ın, Milton’dan en sevdiği dizeler şunlardır: “Hükmetmek bu tutkuya değer, cehennemde bile olsa / Daha iyidir cennette hizmet etmektense, cehennemde hükmetmek” London’ın da açıkça katıldığı bir görüştür bu.
Kurt figürüne –bir tür Varlık, bir imge, mitolojik insanın sembolik ve oldukça kişisel bir gösterimi– karşı bu tavır; London’ın kutup hikâyelerinde bir hayli yaygın olmakla birlikte, kaleme aldığı başka eserlerde de hissedilir. Okuyucu kendini, kurdun bu yorumuna açmalı ve hayvanı –tıpkı London’ın hayal ettiği gibi– gizemli, belirsiz ve tehlikeli bir hayal kılığında düşünmelidir. London’ın kurdunu; en derin ormanı, en yüksek ve geçit vermez sıradağları, en ıssız karla kaplı düzlükleri simgeleyen bir ruhmuş gibi, kısacası vahşiliği, gizemi ve güzelliğiyle öne çıkan esas yabani yaratık olarak karşılamalıyız.
London’ın, 1897-98 Klondike Altın Avı sırasında Kanada’nın kuzeyinde geçirdiği tek kış esnasında “bulduğu” ve tedirgin edici bir gariplik ve yırtıcılık taşıyan mitolojik kurdun, bugüne kadar gözlemlenebilmiş gerçek hiçbir kurda benzeyen bir tarafı yoktur. Biyolog Adolph Murie ve L. David Mech ve Boyce Rensberger gibi araştırmacıların çalışmalarında kurt, çekingen, sevecen ve dövüşmekten kuvvetle kaçınan bir hayvan olarak karşımıza çıkar. Bugüne kadar, Kuzey Amerika’da herhangi bir kurdun insan canı aldığına dair bir kanıt bulunmamaktadır. Rensberger’in belirttiği üzere, “hemcinsleri arasında oldukça oyunbaz, arkadaş canlısı bir tabiatı vardır. Araştırma bulguları, kurtların, daha duygusal hayvan dostlarının hoşuna gidebilecek davranış biçimleri sergilediklerini göstermektedir.”
Ne var ki London’ın kurdu halihazırda insan bilincinin bir parçası ve ayrıca kurtların yaşam alanları, petrol hatları ve diğer endüstriyel ihlallerle daraltılmaya devam ettikçe, bu hayvanların gizemi ve vahşi ruhaniliği artmakta; en nihayetinde, şimdi buna bir de korunmasızlıkları eklenmiştir. İnsan bilinçaltının derinliklerinden gelen bunun gibi hayalet-hayvanlar olmazsa dünyada tek başımıza kalacağımız için, London’ın mitolojik kurduna, en azından tabiata duyduğumuz kadar ihtiyaç duyuyoruz.
Jack London, Klondike, kurt ve köpeğin, bu dördünün, tam da altın furyasının sağladığı koşullarda bir araya gelmesi, bazı olayların bir arada meydana gelmiş olmasından çok, ilahi takdirle, kaderle bağlantılı bir şekilde açıklanabilir. Sefalet seviyesinin ancak biraz üstünde bir yoksulluğun içine doğan London, neredeyse yaşamının başlangıcından itibaren, bizzat Şeytan’ın, hatta dolayısıyla Milton’ın kıskanacağı cinsten bir hükmetme arzusu göstermişti. London, daha genç yaştan San Francisco Körfezi’nde istiridye korsanlığı konusunda uzmanlaşmış bir çocuk suçlu; Amerika ve Kanada yol ve raylarında bir serseri ve London’ın zihnini, sömürülen işçi sınıfı lehine ve kapitalizmin tüm biçimlerine karşı geri dönülemez bir şekilde sabitleyen, çeşitli süfli ve alçaltıcı işlerde çalışan bir emekçi –ya da onun deyimiyle bir iş-hayvanı– haline gelmişti.
Daha sonraki yolculukları ve ekonomik yabanlığın içinde ayakta kalma mücadelesi, London’ı çok geçmeden bilginin gerçekten de güç olduğu hükmüne inandırdı. London için bilgi, basit ve havada kalan “güç” kelimesinin işaret ettiklerinden çok daha fazlasıydı: Kas, kan, diş ve dayanıklılık anlamına geliyor, iradenin ihtiyacı olan gücü ve yönü temin ediyordu. London 1897’de Yukon’a ayak bastığında sosyoloji, biyoloji ve felsefe alanlarında yüzlerce kitap ve makaleyi, gerçek anlamda insanüstü bir açgözlülükle çoktan okumuştu. Zihninde, birçok fikir ve sonunda takıntılı derecede bir kişiselliğe varan nihai anlam arayışı vardı. London, Sokrates öncesi düşünürler gibi –arkhenin su olduğunu varsayan Thales; onun hava olduğuna inanan Anaksimenes; sonsuz ve “sınırsız” kavramıyla Anaksimandros; ve ateş ve akış öğretisiyle Heraklitos– “Her Şey”in tek ve bilinebilir olduğuna inanıyordu. Kuzey enlemlerinin kış ıssızlığına çıktıkça; Kuzey’in “beyaz sessizliği”nin, “Her Şey”in, aldırmaz bir biçimde muzaffer tezahürü olduğuna, bilinebilir “Sır”rın en dolaysız bir şekilde özümsenebileceği ve koşulların gerektirdiği gibi yaşanabileceği bir saha olduğuna ikna olmuştu. Karla kaplı düzlükler, dağlar, ormanlar ve donmuş devasa göller; London için, evrensel uçurumun, boşluğun kalbindeki sonsuz gizemin, –ya da Herman Meville’in Moby Dick’te gördüğü gizemin– kalbindeki evrensel boşluğun en kesin, en çarpıcı ve en tartışma götürmez sembolleriydi.
Beyazlık, sonsuzluğuyla mı evrenin kalpsiz boşluklarını ve devasalığını bizlere gösteriyor da biz Samanyolu’nun beyaz derinliklerini seyre dalmışken bizi böylece yok oluş fikriyle arkamızdan hançerliyor? Yahut beyaz, özünde bir renk olmaktan çok görülebilir bir renksizlik ve aynı zamanda tüm renklerin somut varlığı mı? Bundan dolayı mıdır ki karla kaplı düzlüklerde, anlam dolu öylesine bir dilsiz boşluk mevcut – renksiz, çekindiğimiz ateizmin tüm renkleri?
London’ın beyazlığının Melville’inkiyle dikkat çekici anlam benzerlikleri olmakla birlikte, bazı temel farklılıkları var.
Arazide muazzam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bu arazi, canlılıktan, hareketten yoksun, ıssız bir yerdi; öylesine tenha ve soğuktu ki, ruhunda keder bile yoktu. Sanki kahkaha atıyordu ama bu kahkaha, her tür kederden daha dehşet vericiydi; bir sfenksin tebessümü gibi neşesizdi, buz kadar soğuktu ve yanılmazlığın katılığını yansıtıyordu. Ebediyetin her şeye hâkim, kelimelere sığmaz hikmeti, hayata ve yaşam çabasının beyhudeliğine bakarak gülmekteydi. Vahşi tabiattı burası; acımasız, kalbi buz kesmiş Kuzey topraklarıydı.
London’ın dağınık ancak derinden hissedilerek yapılmış okumaları, onu Darwinci ilkelere öylesine bağlamıştı ki, London Yukon topraklarını, doğal seleksyon ve en güçlünün hayatta kalması ilkelerinin sonsuza dek vuku bulduğu ve (yalnızca sıradan olanlara kendini gösteren) “Kanun”u gözler önüne seren metafizik bir saha olarak görüyordu. London için Kuzey, kişilik ve eylemi belirleyen bir arka plandır: İnsanda, tüm canlıların katıldığı mücadelenin psişik derinliklerinden belirli nitelikleri ortaya çıkarır. London, Melville’in aksine, “maske”yi yarmaya çalışmaz. London öykülerindeki “maske”, daha çok oyuncunun Klasik maskesini andırır – her katılımcının, oyunun dekorundan yüzüne yükseldiğini hissettiği maske; rerum natura’nın her zaman ona ayırdığı hareketsiz çehre.
George Orwell’in de dile getirdiği gibi London’ın sezgileri, “güç, güzellik ve yetenekten meydana gelen bir ‘doğal aristokrasi’yi kabullenmeye meyilliydi.” Pek az yazar “en”lere bu kadar düşkündür: “en güçlü”, “en büyük”, “en yakışıklı”, “en cesur”, “en zalim”, “en merhametsiz”. Bu öyküleri, Orwell’e katılmadan okumak oldukça zor: “London’da, tüm bu acımasız süreçten zevk alan bir taraf vardır. Doğanın sertliğini onaylamaktan öte, doğanın öyle olduğuna dair mistik bir inançtır bu. ‘Dişleri ve pençesi kızıl doğa’.* Belki de şiddet, hayatta kalmanın bedelidir. Genç yaşlıyı katleder, güçlü zayıfı öldürür; bu önlenemez bir hukuka göre böyledir.” London, yine Melville’in aksine, hayvan evriminin çift dürtüsüne içkin bir ahlak olduğu konusunda dayatır; hayvanca hayatta kalma ve türlerin üreme arzuları ilkel değil, aksine seçkin güdülerdir.
Uç noktaların bu yabani tiyatrosunda, “en uysal fısıltının haram göründüğü” bu uçsuz bucaksız kayıtsızlık sahnesinde London, kendini kozmik tarafsızlığın boşluğundan, hatta ona ve onun için konuşuyor gibi hissetmiştir. London’ın suratında maske yoktur; yarı donmuş yüzünden, buhar ve buz içerisinde var olmanın hakikati yayılır yalnızca.
Aktörler insanlar ve köpeklerdir.
Buz tutmuş su yolunun aşağısında, bir grup köpek çabalayıp durmaktaydı. Uzun kürkleri buz kesmişti. Nefesleri ağızlarından çıkar çıkmaz donuyor, köpüklü parçacıklar halinde fışkırıp, gövdelerindeki tüylere yapışıyor ve buz kristallerine dönüşüyordu. Köpeklerin üzerinde deri koşum takımları vardı…
Köpeklerin önünde, geniş kar ayakkabıları giymiş bir adam çabalıyordu. Kızağın arkasında ikinci bir adam çabalamaktaydı. Kızaktaki kutunun içinde, çabası sona ermiş üçüncü bir adam yatıyordu; tabiat bu adamı yenmiş ve bir daha hareket edemeyecek, direnemeyecek hale gelene kadar ezmişti. Vahşi tabiat hareketi sevmez.
Kuzey Kutbu’nda ve özellikle de Altın Avı zamanı Kuzey Kutbu’nda köpek, son derece önemli bir hayvandı. Yiyecek ve aletlerini taşımak bir yana dursun, insanlar, büyük mesafeleri yürüyerek kat edemiyordu. Ne makineler ne de tren mevcuttu. Atlar kara saplanıp kalacakları ve çevrenin sağladıklarıyla –mesela balık– beslenemeyecekleri için kullanışlı değillerdi. Altın avı ve altın çıkarmada ihtiyacı; fiziksel niteliği, uyum sağlayabilmesi ve hatta götürüleceği yerin “doğal” ortamındaki diğer hayvanlarla akrabalığı ile köpek karşılıyordu.
London’ın hayvanları antropomorflaştırması yabancı bir şey olmadığı gibi, bu eğiliminin dozunu kaçırdığı durumlar oldukça sıktır ve bazen gülünçtür de. London’ın, kendi insani gözlem noktasını, canlı ya da cansız, başka bir varlığa yansıtmayı açıkça başararak, tasarlanan Öteki’ne dönüşebilmeyi beceren Rilke ya da Lawrence’a benzer bir tarafı yoktur. London, Aldous Huxley’nin Lawrence’ın ilgilendiğini söylediği şeyi ne başarabilirdi ne de bunu yapmak isterdi: “Bir ağaç ya da papatya ya da setleri aşan bir dalga, hatta gizemli Ay’ın kendisi olmanın nasıl bir şey olabileceğini kendi deneyimlerinden bilebilmek. [Lawrence,] bir hayvana bürünüp, onun, en ikna edici ayrıntısına kadar ne hissettiğini ve ne kadar belirsiz, insandan ne kadar uzak bir biçimde düşündüğünü anlatabilir bize.” London, bir hayvana dönüşmek adına kendini olumsuzlamaya niyetli değildi: London’ın kurdu ya da köpeği, hayvanların kendi oldukları halde değil; London, bir kurt ya da köpek olarak vücut bulsaydı kendisinin nasıl hissedeceği üzerinden sunulmuştur. Kendi kendini acındıran Nietzscheci, varlığını her daim hissettirir. Örneğin köpeklerin kavgalarını anlatan sahnelerde London, neredeyse saçma denecek düzeyde ve oldukça insani bir özgüvenle, tarafların uyguladığı “taktikler”i inceler.
Ancak Buck, onu yücelten bir niteliğe sahipti – hayal gücü. İçgüdüleriyle savaşıyordu, ancak kafasını kullanarak da yapabilirdi bunu. Bilindik omuz numarasını yapmaya kalkışmış gibi aceleyle saldırdı, ancak son anda aşağıya doğru kaydı ve karın içine gömüldü. Dişlerini Spitz’in ön sol ayağına geçirdi. Kırılan kemiğin sesi duyuldu ve beyaz köpek sağlam kalan diğer üç ayağıyla devam etmek zorunda kaldı. Üç kere onu yere sermeyi denedi ve daha sonra numarasını yenileyerek bu sefer de beyaz köpeğin sağ ön ayağını kırdı.
Hayatında bir kez olsun kavga eden köpek görmüş herkes, “bilindik omuz numarası” gibi inceliklerin var olmadığını; eğer mevzu, karşılıklı tehditkâr hırlaşmalardan ibaret değilse, köpeklerden birinin karşısındaki köpeğe, mümkün olan herhangi bir yoldan saldıracağını bilir. London, köpeklerin ne “düşündüğünden” değil de ne yaptığından bahsederken –dinlerken nasıl gözüktükleri, soluklanırken nasıl göründükleri, sabırsız ya da aç olunca nasıl hareket ettikleri– oldukça başarılıdır. London, köpeği tıpkı kendisi gibi ilkel bir filozof olarak görmeye başladığında, ortaya çıkan şeyin inandırıcılığı kaybolmaya başlar. İnsan, Bâtard’ın “tek bir şefkat dolu söz duymadığına, bir kez olsun yumuşak bir el dokunuşu hissetmediğine ve dahası bunların nasıl şeyler olduğuna dair bir fikri olmadığına” inanıyor. Hayatında hiç böylesine bir muamele görmemiş bir köpeğin nasıl tepki vereceğini bilememesi akla oldukça yatkın bir şey. Diğer yandan, Buck’ın ırksal potansiyelini gerçekleştirme hünerinin, metafiziksel kaslılığının imkânsızlığı o kadar aşikâr ki, insan şöyle bölümleri görmezden gelmek istiyor:
Tabiatının derinliklerini ve tabiatının, kendinden de derin, Zaman’ın rahminden gelen parçalarını haykırıyordu. Yaşamın büsbütün çalkantısı, varoluşun medceziri, her ayrı kas, eklem ve kas telinin eksiksiz mutluluğu tarafından hükmediliyordu – ölüm olmayan her şeydi ne de olsa: ateşli ve azgın; kendini harekette ifade eden; yıldızların altında ve hareketsiz bir şekilde öylece duran cansız maddenin üzerinde sevinçle uçuyordu.
Aynı şekilde, Beyaz Diş’in Kaliforniya’da “şakırtılar, şıngırtılar içinde yanından geçen, ona dev boyutlu vaşaklar gibi görünen” tramvaylarla karşılaşması birinci sınıf bir hayal gücünün ürünü değildir. London, –Beyaz Diş Kuzey Kutbu’nda yaşadığı için ve vaşaklar da orada yaşadığı için ve dahası vaşaklar bazen tramvayların çıkardığı sese benzer sesler çıkardığı için– okuyucunun makul bulabileceği bir söz sanatında bu öğeleri bir araya getirebileceğini düşünmüştür – sonuç olarak ne okuyucu, ne vaşaklar, ne London, ne de tramvaylar bunun aksini ispatlayabilir. Ancak bir an durup düşünmek, benzetmenin inandırıcılıktan ne kadar yoksun olduğunu gözler önüne serecektir: Köpek, sadece aracın yabancılığından rahatsız olacaktır; onu, büyük, ses çıkaran bir şey olarak algılayacaktır, ama emin olun, bir vaşak olarak değil.
Beyaz Diş, “Vahşetin Çağrısı’nın eksiksiz anti-tezi ve onun eş eseri” olarak görülmüştür. London eser hakkında, “Süreci tersine çevireceğim. Bir köpeğin gerilemesini ya da uygarlıktan çıkmasını değil, onun evrimini, uygarlaşmasını –evcilliğin, sadakatin, sevginin, ahlakın ve diğer tüm güzellik ve erdemlerin gelişimini– anlatacağım,” demiştir. Peki, öyleyse Vahşetin Çağrısı’nın iki katından daha uzun ve insan niyeti bakımından çok daha erdem odaklı olan (öykünün sonunda, hayvan kahramanı, bir vahşi kurt sürüsünün başı olarak değil, kulaklarını okşayan ve ona Mukaddes Kurt adını koyan bir grup şehirli kadın arasında “aşk-gürlemesini” uğuldarken buluruz) Beyaz Diş, neden bozulma hikâyesine göre çok daha acemicedir? Bence, bunun en büyük nedeni, Vahşetin Çağrısı’ndaki olayların, olmasını istediğimiz gibi olmasıdır. Biz, temeli, “doğal”ı, kazanmanın “ne olduğu”nu arzuluyoruz; tramvay ve yarattığımız duygusallık dünyasını değil. Dolayısıyla London’ın anlatısını kabul ettiğimiz ölçüde; Tanrı’yı ve onun beyaz, alaycı kötü niyetini, mekanikleşmiş hayatın kopukluk ve aşırı inceliklerini hükmü altına alan “Kanun”unu kabul etmiş oluruz. Yazarı, bakış açısını bu şekilde ortaya koyduğu için seviyoruz; özellikle de hâkim olduğu kadar açık, önlenemez, uyarıcı ve insanı içine çeken bir şekilde ortaya koyduğu için.
London’ın etkileyiciliğinin sırrı, yarattığı dünyaya büsbütün dalmasında gizli. Yazar, edebiyat üretiminde neredeyse benzeri görülmedik bir şekilde yaratısının içinde ve ona adanmış. Normalde okuyucuları gülümsetecek cinsten birçok biçimsel boşluk ve sıradanlıkların üstü; her şeyi riske atarak ilerleyen, olaylara boğulmuş, dik başlı, vahşi-İrlandalı metnin hışmı tarafından tamamıyla örtülüyor. Orwell’in de dikkat çektiği gibi, “yazının dokusu zayıf; kalıplar eskimiş ve diyaloglar dengesiz.”
Bu doğru olabilir, ancak London için geçerli olan bir başka şey de okuyucusunu, ne olacağından başka hiçbir şeyi düşünemez hale getirecek kadar onu eserine dahil edebilmede üstüne olmadığıdır – yani bu açıdan bakılıyorsa gerçekten basittir de. London’ın öncelikli endişesi, kelime nüansları ya da içgörü incelikleriyle hızının kesilmesine izin vermediği bir aksiyondur. “La vérité, c’est dans la nuance,”* demiştir Flaubert. London ise, buz kütlesi üzerinde keskinleşen köpek kanını ya da bir madencinin ağzından girdapmışçasına çıkan donmuş nefesini anlatırken, Flaubert’in bu anlayışını geride bırakmıştır. Onun biçimi, yalnız ve yalnızca, bir şeyin ne olduğunu sunmakta saklıdır. Bir yazar olarak London en çok, “anlatımda dolaysızlığı”yla ortaya çıkar; eserlerindeki bölümler, bedenin sinir ve hissiyatıyla ilişki kurabildiği ölçüde etkileyici hale gelir.
Gitmek için arkasını döndüğünde aniden yere tükürdü. Onu şaşırtan keskin ve patlayıcı bir çatırtı sesi duydu. Bir daha tükürdü. Ve bir kez daha tükürdüğünde, tükürüğü, karın üzerine düşmeden, daha havadayken çatırdadı. Elli derecenin altında tükürüğünün karla temas ettiği anda donduğunu biliyordu ama bu sefer havada çatırdamıştı.
London, şiddet içeren eylemin sanatçısıdır ve Amerikalı şair Allen Tate’in “Şiirlerimi, kaçışı olmayan insan halleri üzerine yorumlar olarak anlamlandırıyorum,” dediğinde kastettiği şeye örnek teşkil eder. Okuyucu bir kere London’ın girdaplı, umutsuz, ya hayat ya ölüm diyen şiddetine kapıldı mı kaçışı yoktur; ne de olsa bu, eşsiz ve elzem bir dirilik resmidir. London’ın en tipik öyküleri en iyi filmlerin görsel gücüne sahiptir ve umarım, film, en son denenen uyarlamaların düşündürdüğü gibi tüm olanaklarını tüketmemiştir. Ne olursa olsun, Jack London’ı en iyi tanıtan özelliği, kuzey hikâyelerinin saldırgan zorlayıcılığında gizlidir. Pek az yazar, bir birey olarak yazarın yaratıcı gücüyle, doğada bulunan, bilinçaltımızdaki çiftleşip hayatta kalma dürtüsü arasındaki ilişkiyi London’dan daha ikna edici bir biçimde kurabilmiştir.
İngilizceden çeviren MURAT BOZLUOLCAY
1. Fasıl
1. ET PEŞİNDE
Donmuş su yolunun iki yanında, karanlık ladin ormanı çatılmış duruyordu. Yakın zaman önce esen bir rüzgâr, ağaçların üzerindeki beyaz buz örtüsünü sıyırmıştı ve ağaçlar sönükleşen ışığın altında, kara, uğursuz gövdeleriyle, birbirlerine yaslanır gibiydiler. Arazide muazzam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bu arazi, canlılıktan, hareketten yoksun, ıssız bir yerdi; öylesine tenha ve soğuktu ki, ruhunda keder bile yoktu. Sanki kahkaha atıyordu ama bu kahkaha, her tür kederden daha dehşet vericiydi; bir sfenksin tebessümü gibi neşesizdi, buz kadar soğuktu ve yanılmazlığın katılığını yansıtıyordu. Ebediyetin her şeye hâkim, kelimelere sığmaz hikmeti, hayata ve yaşam çabasının beyhudeliğine bakarak gülmekteydi. Vahşi tabiattı burası; acımasız, kalbi buz kesmiş Kuzey topraklarıydı.
Ama bu arazide yaşam vardı; ortalıktaydı ve direniyordu. Buz tutmuş su yolunun aşağısında, bir grup köpek çabalayıp durmaktaydı. Uzun kürkleri buz kesmişti. Nefesleri ağızlarından çıkar çıkmaz donuyor, köpüklü parçacıklar halinde fışkırıp, gövdelerindeki tüylere yapışıyor ve buz kristallerine dönüşüyordu. Köpeklerin üzerinde deri koşum takımları vardı ve arkalarından sürüklenen kızağa, deri kayışlarla bağlıydılar. Kızakta sürücü yoktu. Sağlam huş ağacı kabuğundan yapılmış kızağın tüm yüzeyi, karla temas halindeydi. Kızağın baş tarafı, bir dalga misali kabaran yumuşak karı aşağı çekecek ve bastıracak şekilde, bir parşömen tomarı gibi yukarı kalkıktı. Uzun ve dar bir kutu, kızağa sağlamca bağlanmıştı. Kızakta başka şeyler de vardı: Battaniyeler, bir balta, kahve cezvesi ve tava. Ama en fazla göze çarpan ve en çok yer kaplayan şey, uzun dar kutuydu.
Köpeklerin önünde, geniş kar ayakkabıları giymiş bir adam çabalıyordu. Kızağın arkasında ikinci bir adam çabalamaktaydı. Kızaktaki kutunun içinde, çabası sona ermiş üçüncü bir adam yatıyordu; tabiat bu adamı yenmiş ve bir daha hareket edemeyecek, direnemeyecek hale gelene kadar ezmişti. Vahşi tabiat hareketi sevmez. Yaşam, ona bir saldırıdır, çünkü yaşam hareket demektir; vahşi tabiat her zaman hareketi yok etmeye çalışır. Akıp denize karışmasın diye suyu dondurur; ağaçlar güçlü yüreklerine dek buz kessinler diye onların usarelerini çeker; tabiatın en şiddetli ve dehşetli biçimde yağmalayıp ufalayarak teslim aldığı, insandır; yaşamın hep huzursuz ettiği, tüm hareketlerin an gelip eylemsizlikle sonlanacağı şeklindeki hükme, her daim başkaldıran insan.
Ama önde ve arkada, henüz ölmemiş iki adam, korkmadan, boyun eğmeden çabalıyorlardı. Bedenlerinin üzerinde kürkler ve tabaklanmış yumuşak deriler vardı. Nefeslerinden gelen buz kristalleri, kirpiklerini, yanaklarını ve dudaklarını öyle bir kaplamıştı ki, yüzlerini görmek mümkün değildi. O halleriyle, ölüler dünyasında bir hayaletin cenazesini kaldıran maskeli kişilere benzemişlerdi. Ama tüm örtülerin altında hâlâ insandılar; tenhalığın, alaycılığın ve sessizliğin bölgesine girerek, devasa bir serüvene kalkışan bu cılız maceraperestler, uzay uçurumları kadar uzak, yabancı ve titreşimsiz bir dünyanın kudretine meydan okuyorlardı.
Konuşmadan ilerliyorlar, nefeslerini yaptıkları işe saklıyorlardı. Her tarafta, onlara varlığını somut şekilde dayatan sessizlik vardı. Sessizliğin onların zihinleri üzerindeki etkisi, derin su ortamının dalgıcın vücudunda bıraktığı etkiye benziyordu. Sessizlik, bitimsiz uzamın ve değiştirilemez fermanın ağırlığıyla onları eziyordu. Onları zihinlerinin en uzak girintisine kadar ezip, insan ruhunun tüm sahte şevklerini, coşkularını, yersiz özdeğerlerini, üzümün suyunu sıkar gibi içlerinden dışarı akıtıyordu; bu adamlar kendilerini sınırlı ve küçük olarak, görünmez bileşenlerin ve kuvvetlerin karşılıklı oyununda azıcık akıl ve yetersiz bir kurnazlıkla hareket eden birer noktacık, zerrecik olarak algılamaya başlayıncaya değin.
Bir saat geçti, sonra bir saat daha. Kısa, güneşsiz günün solgun ışığı kaybolmaya başlamıştı ki, durgun havada, uzaktan gelen belli belirsiz bir çığlık duyuldu. Hızla süzülerek yükselen bu çığlık, en üst notasında gergin ve titrek şekilde bir süre devam ettikten sonra, yavaşça söndü. Kederli bir sertlik ve aç bir arzu taşımasa, bu çığlık kayıp bir ruhun feryadı olabilirdi. Öndeki adam, gözleri arkadaki adamın gözleriyle buluşana dek, kafasını çevirdi. Sonra, uzun ve dar kutunun üzerinden, karşılıklı olarak başlarını salladılar.
İkinci bir çığlık, sessizliği kulak tırmalayıcı bir sesle iğne gibi delip geçti. İki adam da sesin nereden geldiğini anlamıştı. Geriden, az önce geçtikleri karlı alanın bir yerinden gelmekteydi. Yine geriden, ikinci çığlığın sol tarafından, ona cevap veren üçüncü bir çığlık yükseldi.
Öndeki adam:
– Peşimizdeler Bill, dedi.
Sesi, zorlukla konuşuyormuş gibi boğuk ve gerçekdışı çıkmıştı.
– Et bulmak zor. Günlerdir tek tavşan izi görmedim, diye yanıtladı arkadaşı.
Daha fazla konuşmadılar ama hâlâ, arkalarında yükselmeye devam eden av çığlıklarını dinliyorlardı.
Karanlık çökünce, köpekleri su yolunun kıyısındaki bir ladin ağacı kümesine yönlendirdiler ve kamp kurdular. Ateşin yanı başına koydukları tabut, sandalye ve masa vazifesi görüyordu. Ateşten biraz uzakta öbeklenen kurt köpekleri, hırlıyorlar, birbirleriyle dalaşıyorlar ama karanlığa doğru gitmeye niyetli görünmüyorlardı.
Bill:
– Kampın epeyce yakınındalar galiba, Henry, dedi.
Ateşin başına çömelip, bir buz parçasıyla kahve cezvesini yerleştiren Henry, başıyla onayladı. Tabuta oturup yemeye başlayıncaya dek konuşmadı.
– Burada postlarının güvende olduğunu biliyorlar, dedi.
Kaçıp da yem olmaktansa, karınlarının doyduğu yerde kalıyorlar. Çok akıllı bu köpekler canım.
Bill kafasını iki yana salladı.
– Ah, bilmem ki.
Arkadaşı, merakla ona baktı:
– Daha önce sen de hep, akıllı olduklarını söylerdin.
Diğeri, yediği fasulyeleri ağır ağır çiğneyerek:
– Henry, dedi, onlara yemek verirken nasıl hırgür ettiler, gördün mü?
– Evet, her zamankinden fazla şaklabanlık yaptılar.
– Kaç köpeğimiz var, Henry?
– Altı.
– Öyleyse, Henry…
Bill, söyleyeceklerinin önemi iyice anlaşılsın diye bir an durdu.
– Diyordum ki Henry, altı köpeğimiz var. Çantadan altı balık çıkardım. Her köpeğe birer balık verdim ve Henry, bir balık eksik kaldı.
– Yanlış saymışsın.
Diğeri, serinkanlılıkla tekrarladı:
– Altı balık çıkardım. Tek Kulak balıksız kaldı. Tekrar çantaya gidip ona da balık getirdim.
– Sadece altı köpeğimiz var, dedi Henry.
– Henry, diye devam etti Bill, hepsi bizim köpekler miydi bilmem ama, ben balık verirken sayıları yediydi.
Henry yemeyi bırakıp ateşin öte yanına baktı ve köpekleri saydı.
– Şimdi sadece altı taneler, dedi.
Bill sakin, kendinden emin şekilde yanıtladı:
– Diğerini karda koşarken gördüm. Yedi taneydiler.
Henry ona anlayışla bakarak:
– Keşke bu yolculuk artık bitse, dedi.
– Ne demek istiyorsun? diye sordu Bill.
– Demek istiyorum ki, sinirlerin bozulmuş ve hayaller görmeye başlamışsın.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeyaz Diş
- Sayfa Sayısı236
- YazarJack London
- ISBN9789750509346
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Aile Romanının Sonu ~ Péter Nádas
Bir Aile Romanının Sonu
Péter Nádas
Péter Nádas’tan sıra dışı bir aile destanı, masallar ve efsanelerle örülü olağanüstü bir kurgu. 1950’lerin Macaristan’ında annesi ölmüş, babası vatana ihanetle suçlanan, büyükannesi ile...
- Hiçliğin Kraliçesi – Peri Halkı Serisi 3.Kitap ~ Holly Black
Hiçliğin Kraliçesi – Peri Halkı Serisi 3.Kitap
Holly Black
Tacın yıkımı ve tahtın mahvolması onun elinden olacak…Yalnızca onun kanı dökülünce yüce bir hükümdar yükselecek. Jude, Periler Diyarı’nın Kraliçesi olarak faniler dünyasında sürgünde ve...
- Kuş Kral ~ G. Willow Wilson
Kuş Kral
G. Willow Wilson
15.yüzyılın sonlarına gelinirken, Endülüs İmparatorluğu da artık kaçınılmaz sonunu beklemeye koyulmuştur. Sultan Ebu Abdullah’ın cariyelerinden olan Fatma, başına buyruk bir genç kızdır ve günleri...