Amerikan edebiyatının devi Jack Kerouac’tan, Beat Kuşağı destanını yazan kitap: Yolda.
Kafaları dumanlıydı, hayatın sillesini yemişlerdi belki, iflah olmaz hayalperestlerdi… Yaşam yazılacak bir şiirdi onlar için ve beklemezdi.
Gökyüzü bunca geniş, hayat bunca kısa, hayaller bunca sonsuzken yol özgürlüktü. Yol dostluktu, maceraydı; sonsuz olasılığın toplamı, yaşamın kaynağıydı. Yolun sonunda aşk vardı, söz vardı, ses vardı; başlangıçlar hep şen, hep heyecanlıydı. Hızla giden bir arabanın dikiz aynasına yansıyordu hayatın anlamı, öyle bir şey varsa tabii; tan kızıllığında, gecenin bağrında, bir dostun yanı başında. Hareket halinde olan için ölüm yoktu, tasa yoktu; devinim vardı sadece, dünyayı berraklaştıran, yaşamı anlamlı kılan. Yıldızların altında, hızla giden arabaların arka koltuklarında, kaçak atlanan tren vagonlarında, çadırlarda, barakalarda, uzak diyarlarda kutsal yaşam vardı ve yüreklerindeki coşkuyu daracık bir dünyaya sığdıramayanlar, yollarda şahlandı. Nereye olursa…
Bir caz melodisi gibi kıvrak ve neşeli, bir esrimeydi hayatın kendisi, tıpkı bir düş gibi ve tüm gerçekler, hızla giden bir aracın tekerleklerini öpen asfalt misali önlerine seriliverdi.
Jack Kerouac, bir döneme damga vuran Yolda’da kendi hikâyesini anlatıyor. Sansürsüz, yalansız, olduğu gibi. Belge niteliğinde bir roman, aynı zamanda bir şarkı bu belki de; özgürlüğün, arayışın, dostluğun, kayıp babaların ve küskün oğulların, onulmaz yaşam hasretinin şarkısı.
Yaşama ve aşka saygıyla: Yolda!
*
Neal ile Neal ile babamın ölümünün üzerinden fazla zaman geçmeden tanıştım… Aslında babamın ölümü ve her şeyin öldüğü yolundaki o berbat his ile doğrudan ilgili olması haricinde bahsetme zahmetine girmeyeceğim ağır bir hastalığı yeni atlatmıştım. Neal’in gelişiyle gerçek manada yoldaki yaşamım denebilecek dönem başladı benim için. Öncesinde de batıya gitme, ülkeyi görme hayalleri kurardım hep, kabaca tasarlayıp bir türlü ciddi ciddi yola düşemeden falan işte. Neal yol için biçilmiş kaftan çünkü sahiden yol üzerinde, 1926’da bir külüstürün içinde, Los Angeles’a giden anne ve babası Salt Lake City’den geçerken dünyaya gelmiş. Bana Neal’den ilk bahseden, Kolorado’daki islahevinden yazdığı mektupların bazılarını gösteren Hal Chase olmuştu. Mektuplar müthiş ilgimi çekti çünkü Neal, burada son derece naif, tatlı bir tavırla Hal’den ona Nietzsche’yi ve haklı olarak ünlenmesini sağlayan bütün o diğer harikulade entelektüel şeyleri öğretmesini rica ediyordu. Allen Ginsberg ile bir ara bunlar hakkında konuşmuş, günün birinde şu tuhaf Neal Cassady’yle tanışma fırsatı bulur muyuz acaba demiştik. Bunlar eskidendi, Neal bugün olduğu kişi değil de gencecik, gizemli bir hapishane kuşuyken. Sonra islahevinden çıktığı ve hayatında ilk defa New York’a geleceği haberi yayıldı, Louanne adlı 16 yaşında bir kızla yeni evlendiği de söylentiler arasındaydı. Bir gün Columbia kampüsünde takılıyordum ve Hal ile Ed White, Neal’in New York’a yeni geldiğini ve Doğu Harlem’de, İspanyol Harlem’inde Bob Malkin diye bir herifin sıcak suyu olmayan dairesinde kaldığını söyledi. Önceki gece ayak basmıştı şehre, New York’a ilk gelişiydi, güzeller güzeli çıtı pıtı fıstık Louanne’i de beraberinde getirmişti; 50. Cadde’de Greyhound otobüsünden inmişler, yemek yiyecek bir yer ararken köşeyi dönüverip doğru Hector’un yerine girmişler ve o gün bugündür Hector’un kafeteryası Neal için mühim New York simgelerinden biri. O güzelim jöleli pastalara, kocaman kremalı puflara çatır çatır para saymışlar. Neal. “Bak sevgilim. artık New York’tayız, Missouri’den geçerken, özellikle de bana kodes sorunumu hatırlatan Bonneville islahevinin önünden geçerken düşündüklerimi sana tamamen anlatmadıysam da aşk hayatımıza dair kişisel meselelerimizin tüm tortularını şimdilik bir kenara bırakmamız ve iş hayatımıza dair tasarlanmızı ivedilikle hayata geçirmeye koyulmamız gerek…” diye, o eski günlerdeki halleri, tavırları içinde konuşmuş durmuş. Çocuklarla sıcak suyu olmayan o daireye gittim ve Neal üstünde şortuyla geldi kapıya. Louanne hızla yataktan fırladı, Neal onu beceriyordu o esnada belli ki. Her daim iş üzerindeydi. Evin sahibi, Bob Malkin denen şu diğer herif de oradaydı ama görünüşe bakılırsa Neal onu mutfağa yollamıştı, kahve hazırlasın diye muhtemelen, kendisi aşk hayatlarına dair meselelere eğilirken… Onun için yaşamdaki yegâne kutsal, yegâne önemli şey seksti, geçimini sağlayabilmek uğruna yırtınıp didinmesi, ter dökmesi falan gerekse bile. Onu ilk gördüğümde genç bir Gene Autry izlenimi bıraktı bende–yakışıklılığı, dar kalçaları, mavi gözleri ve halis muhlis Oklahoma aksamı ile. L. ile evlenip Doğu’ya gelmeden kısa süre önce Sterling, Kolorado’da bir çiftlikte çalışmıştı gerçekten de, Ed Uhl’un çiftliğinde. Louanne hoş bir kızcağızdı ama son derece aptaldı ve korkunç şeyler yapabilecek biriydi, daha sonra kanıtlayacağı üzere. Neal ile bu ilk tanışmamızı yaptıkları yüzünden anıyorum. O gece hep beraber bira içtik, ben sarhoş olup bir süre zirvaladım ve öteki kanepede sızdım, ertesi sabah, kasvetli bir günün kurşuni işığında sersem sersem küllüklerdeki izmaritleri içip pineklerken Neal asabi bir tavırla yataktan kalktı ve bir süre volta atıp düşündükten sonra Louanne’e kahvaltı hazırlatıp yerleri süpürtmesi gerektiğine karar verdi. Ben daha sonra çıktım. Başlangıçta Neal hakkında bildiklerim işte bunlardan ibaretti. Gelgelelim Neal, o hafta Hal Chase’e ondan mutlaka yazı yazmayı öğrenmesi gerektiğini açmış, Hal de benim yazar olduğumu, bana gelip benden öğüt almasını söylemiş. O sıralar bir otoparkta çalışmaya başlamıştı ve neden oraya taşındıklarını Tanrı biliyor ya Hoboken’de oturdukları dairede Louanne ile tartışmışlardı; Louanne’in tepesi öyle bir atmış, intikam damarı öyle bir kabarmış ki isterik bir halde uydurduğu deli saçması suçlamalarla Neal’i polise ihbar etmiş, Neal de Hoboken’den topuklamak zorunda kalmış. Kalacak yeri yoktu yani. Doğruca benim annemle birlikte yaşadığım Ozone Park’taki eve geldi; bir gece kitabımın, tablomun ya da ne derseniz deyin işte onun üzerinde çalışırken kapı vuruldu ve karşımda Neal duruyordu; koridorun karanlığında abartılı bir saygıyla yerlere kadar eğilip ayaklarını sürüdükten sonra, “Mer-ha-ba, hatırladın mı, ben Neal Cassady? Bana yazı yazmayı öğretir misin diye sormaya geldim,” dedi. “Louanne nerede peki?” dedim; Neal, onun orada burada sürterek birkaç dolar topladığını ve Denver’a geri döndüğünü ya da onun gibi bir şeyler söyledi… “Ah o fahişe!” Salonda oturmuş gazetesini okuyan annemin yanında dilediğimiz gibi konuşamadığımızdan birkaç bira içmek üzere dışarı çıktık. Annem Neal’e şöyle bir baktı ve delinin teki olduğunu şıp diye anladı. Kendisinin de pek çok defa, Neal’le aynı arabada, çılgın Amerika gecesini yara yara gideceğini hayal bile edemezdi. Barda Neal’e, “Tanrı aşkına ahbap, derdinin sadece yazı yazmayı öğrenmek olmadığının farkındayım, bu işe bir benzedrin bağımlısının enerjisiyle sarılmak gerektiğinden başka ne bilirim ki zaten ben?” dediğimde, “Evet, tabii, demek istediğini anladım, hatta bunlar benim de aklıma takıldı ama asıl istediğim, Schopenhauer’in içsel kavrayış ikilemine bağlı kalınarak bu etmenlerin kavranması…” diye konuştu da konuştu, tek kelimesini bile anlamadığım şeylerdi söyledikleri, kendi de bilmiyordu ne dediğini, demem o ki o günlerde neden söz ettiğini harbiden bilmiyordu, has bir entelektüele dönüşmenin harikulade vaatleriyle kafayı bozmuş bir hapishane çocuğuydu o ve has entelektüellerin konuştuğunu duyduğu ses tonuyla, karmakarışık bir biçimde olsa bile onların kullandığı sözcüklerle konuşmak
yoktular. Neal’in çalıştığı otoparka gittik, halletmesi gereken bazı işleri vardı—arka taraftaki kulübede üstünü değiştirmek, çatlak bir aynanın karşısında kendine biraz çekidüzen vermek falan gibi şeyler, sonra topukladık. O gece Neal’in Leon Levinsky’yle tanıştığı geceydi. Neal Leon Levinsky’yle tanıştığında müthiş bir şey gerçekleşti… Allen Ginsberg’den söz ediyorum tabii ki. İkisi de keskin zekâlı olduğundan anında kaynaştı. İki delici göz iki delici gözü süzdü… yüce madrabaz ve Allen Ginsberg adlı o ulu kederli şairane madrabaz. Bundan sonra Neal’i pek az görecek ve durumdan biraz üzüntü de duyacaktım… Enerjileri doğrudan kaynaşmıştı. Yanlarında ben hödüğün teki sayılırdım, o ikisine ayak uydurmama olanak yoktu. Sonrasında başıma geleceklerin çılgın anaforu işte ta o zaman oluşmaya başladı, o ki bütün arkadaşlarımı ve ailem diye bildiğim kim varsa herkesi Amerikan gecesinin bağrında koca bir toz bulutunun içinde birbirine katacaktı–Burroughs’dan, Hunkey’den, Vicki’den söz ettiler… Burroughs Teksas’taydı, Hunkey Riker Adası’nda, Vicki o sıralar Norman Schnall’e takılıp kalmıştı… ve Neal Allen’a Batı’daki insanları anlattı, sırtında kamburuyla bilardo çakalı, iskambil oyuncusu, lubunya azizi Jim Holmes’u örneğin… Bill Tomson’u, Al Hinkle’, çocukluk arkadaşlarını, mahalle arkadaşlarını anlattı durdu… sokaklarda hızla yürüdüler beraberce, her şeye ayıla bayıla, o zamanki kendilerine has tavırları içinde, şimdi şimdi çok daha kederli, çok daha duyarlı bir hal alacaktı bu…. ama o gece iki zırdeli gibi sokaklarda dans ede ede yürüdüler, ben de hayatım boyunca ilgimi çeken insanların peşinden gittiğim gibi ayaklarımı sürüye sürüye peşlerinden gittim, çünkü sadece çılgınlar çeker benim ilgimi, yaşamak için çıldıran, konuşmak için çıldıran, her şeyi aynı anda isteyen, asla esnemeyen ya da beylik laflar etmeyen… ne ki gece boyu maytap gibi yanan, yanan, yanan tipler. Allen o günlerde o biçimdi, kendi sınırlarını zorluyor, deneysel takılıyordu, Neal bunu anında fark etti, eskiden Denver gece âlemlerinin genç tokmakçılarından olduğundan ve Allen gibi şiir yazmayı delice istediğinden hiç zaman kaybetmedi, ancak bir sahtekârın sahip olabileceği denli büyük bir şehvetle dolu ruhuyla Allen’a hücuma geçti. Onlarla aynı odadaydım, karanlıkta seslerini duydum ve buna biraz kafa yorduktan sonra kendi kendime, “Hmm, bir şeyler başlamış oldu şimdi bu ikisinin arasında ama ben bulaşmak istemiyorum,” dedim. Bu nedenle ilişkilerini çılgınlık derecesinde pekiştirdikleri yaklaşık iki haftalık süre zarfında onlarla görüşmedim. Sonra o müthiş yolculuk zamanı, bahar mevsimi geldi, dört bir yana dağılmış olan gruptaki herkes bir şekilde seyahate çıkmaya hazırlanıyordu. Ben yoğun vaziyette romanımın üzerinde çalışıyordum ve yarısına geldiğimde, annem ile beraber ablamı ziyarete güneye gidişimizin hemen ardından, hayatımda ilk defa batıya seyahat etmek üzere hazırlıklara giriştim. Neal zaten topuklamıştı. Allen ile ben onu 34. Cadde’deki Greyhound terminalinden yolcu ettik. Terminalin üst katında bir çeyrekliğe fotoğraf çektirebileceğin bir yer vardı. Allen gözlüklerini çıkarıp şeytani bir poz verdi. Neal profilden poz kesip mahcup mahcup etrafına bakındı. Ben cepheden poz verdim ve Lucien’in dediğine bakılırsa annesi hakkında kötü bir laf edecek herhangi birini gözünü kırpmadan öldürecek 30 yaşında bir İtalyan gibi çıktım. Allen ile Neal o fotoğrafı jiletle ortadan bir güzel kesip yarılarını cüzdanlarına koydu. Daha sonra da gördüm o yarıları. Neal büyük Denver yolculuğu için gerçek bir kovboy takımı kuşanmış, New York ile ilk gönül macerasını sonlandırmıştı. Gönül macerası diyorum ama otoparklarda köpek gibi çalışmaktan başka bir şey yapmamıştı; otoparkçıların şahıydı kendisi: bir arabayı saatte altmış beş kilometre hızla iki aracın arasındaki daracık alana geri geri sokup tuğla duvarın tam önünde zink diye durur, dışarı fırlayıp birbirine yapışık tamponların arasında yılan gibi süzülerek bir başka arabaya atlar ve onu yine daracık bir alanda saatte seksenle fır döndürdükten sonra vites değiştirip tekrar geri geri,
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYolda
- Sayfa Sayısı360
- YazarJack Kerouac
- ISBN9786055903633
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Üç Köşeli Dünya ~ Natsume Soseki
Üç Köşeli Dünya
Natsume Soseki
“Sadece aklın istikametinde hareket edersen insanlardan uzaklaşırsın. Duygularınla hareket edersen sürüklenirsin. Ruhunu açarsan ve dilediğin gibi yaşamazsan sıkışırsın. Nasıl bakarsan bak, insanlarla yaşamak zordur.”...
- 1984 ~ George Orwell
1984
George Orwell
Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (…) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin...
- Bir Ada İcat Etmek ~ Alain Gillot
Bir Ada İcat Etmek
Alain Gillot
Çin’de bir şantiyede çalışırken, yedi yaşındaki oğlu Tom’un öldüğünü öğrenen Dani, haberi alır almaz Fransa’ya eşi Nora’nın yanına dönerek cenaze hazırlıklarına başlar. Fakat oğlunun...