“Henüz mutlulukla uzlaşamıyorum. Şiddetli bir ironi gırtlağımı sıkıyor. Düşlerimi ele geçiriyor. Beni korkunç, faydasız eylemlere itiyor. Kendimi fazla ciddiye almama neden oluyor ve rüyalarımdaki suç ortakları ile akıl hocaları dışında, başka birini ciddiye almamı engelleyerek son buluyor.”
Alışıldık insani hırslardan yoksun Hippolyte, zengin, hoşgörülü babası tarafından da desteklenen genç bir adamdır. Üniversitenin üçüncü sınıfında yazdığı bir makale sayesinde arzuladığı entelektüel çevreyle tanışma fırsatı bulur ve zamanının çoğunu, birçok incelikli konuşmacının uğrak yeri olan Frau Anders’in salonunda geçirir. Çok geçmeden üniversite eğitimini yarıda bırakır. Daha sonraları bir dizi rahatsız edici rüya görmeye başlar ve bir karar verir: Bundan böyle hayatını yorumlamak için rüyalarını kullanmak yerine, rüyalarını yorumlamak için hayatını kullanacaktır.
1963’te yayımlanan ve eşsiz bir yazarı dünyaya duyuran İyiliksever eğlenceli olmasının yanı sıra rahatsız edici ve derinlikli bir anti-roman.
“Önemli bir yazar. Özellikle rüyaları ve düşünceleri gerçek bir hikâyeye dönüştürme biçimine hayranım.”
Hannah Arendt
*
Bir
Je rêve donc je suis.
Keşke size o günlerden bu yana ne kadar çok değiştiğimi anlatabilsem! Değiştim ama yine de aynıyım, sadece şimdi eski zihinsel uğraşlarıma daha serinkanlı bakabiliyorum. Geçen otuz yılda bu uğraş biçim değiştirdi, deyim yerindeyse tersyüz oldu. Bir başlayınca büyüyüp serpildi ve içimi boşalttı. Başta görmezden geldim, sonra kendime itiraf ettim, sonra arkadaşlarımda teselli aradım, daha sonra boyun eğdim ve nihayet onu kendi bilgeliğim için kullanmayı öğrendim. Zihinsel uğraşım artık içimde değil, benim içinde yaşadığım bir ev o; bir odasından ötekine gezinerek iyi kötü rahatça yaşayabildiğim bir ev. Bazı kışlar ısıtıcıyı açmıyorum. O zaman deri ceket, kat kat hırka ve kaşkoluma sıcacık sarınmış, ayağımda çizmelerle hep aynı odada oturup o sıkıntılı günleri anımsıyorum. Kendini zararsız hayır işlerine vermiş, iyice huysuz ve yaşlı bir adam olup çıktım. Birkaç dostum, bana eşlik etmekten büyük keyif aldıkları için değil de yalnız olduklarından, arada ziyaretime gelir. Kuşkusuz, gitgide daha az ilgi uyandıran birine dönüştüm.
Çocukken bile beni oyun arkadaşlarımdan farklı kılan huylarım vardı. Sıradan bir kökene sahibim: Büyük taşra kentlerinden birinde yaşayamaya devam eden varlıklı bir aileden geliyorum. Üç çocuğun en küçüğü olarak doğduğumda, annem ve babam orta yaşlarını sürüyorlarmış. Annem ben beş yaşındayken öldü. Bu sırada ablam çoktan evlenmişti ve yurtdışında yaşıyordu. Abim rüştünü henüz ispatlamış ve babamın yanında çalışmaya başlamıştı; erken yaşta (annem öldükten hemen sonra) itidalli bir evlilik yaptı ve çok geçmeden birkaç çocuğu oldu. Onu yıllardır görmüyorum. Dolayısıyla çocukken yalnız kalmak için bol bol fırsat buldum ve yalnızlığın tadını biraz vaktinden önce aldım. Babamla abimin uzun süreler uzak kaldığı o büyük evde kendi halime bırakılmıştım ve çok erken yaşta, gençliğin de gideremediği, melankoliye çalan bir ciddiyet sergilemeye başlamıştım. Ama derdim farklı olmak değildi. Okulda başarılıydım diğer çocuklarla oynuyor, genç kızlarla flört edip onlara hediyeler alıyor, hizmetçiyle oynaşıyor, kısa hikâyeler yazıyordum. Kısacası hayatımı kendi sınıfıma ve yaşıma uygun faaliyetlerle dolduruyordum. Utangaç veya suratsız olmadığımdan, akrabalarımda ağırbaşlı ama sevimli bir çocuk izlenimi bırakmayı başarmıştım.
Farklı olduğum hissini ilk kez, okulu bitirip devlet üniversitesine gitmek üzere doğduğum şehirden ayrıldığımda bastırmayı beceremedim. İnsanın içinde bulunduğu çevre her konuda büyük önem taşır. O zamana kadar etrafım dadım, babam, akrabalarım, arkadaşlarım, kendilerinden ve benden kolayca hoşnut olabilen ve birbiriyle rahat bir uyum içinde olan kişilerle çevriliydi. O çevreye bayılıyordum. Beğenmediğim tek özellikleri, ahlaki bir içerleme eşliğinde takındıkları rahat ve hallerinden memnun tavırdı. Yoksa benim için diğer insanlardan bir farkları yoktu. Ama başkente taşınınca, kısa zamanda içlerinde büyüdüğüm vurdumduymaz taşralıları andırmamakla birlikte, artık aralarında yaşadığım ve daha çok ortak özelliğe sahip olduğumuza inandığım huzursuz kozmopolitlere de benzemediğimi fark ettim. Çevremde benimle yaşıt genç kadın ve erkekler vardı; bazıları benim gibi taşradan gelmişti ama çoğu üniversitenin bulunduğu büyükşehirdendi. (Bu kentin adını okurla alay etmek için değil –zaten her muhtemel turistin bildiği belli kelimeleri ve yerel kurumların isimlerini bu anlatıdan çıkarmadığım için okur bir süre sonra hangi kentte yaşadığımı anlayabilecek– nerede yaşadığımın, birazdan anlatacaklarım açısından önem taşımadığına olan inancımı belirtmek için yazmıyorum. Ülkemden ya da –birçok yerden daha kötü olmayan, hatta daha iyi bile sayılabilecek, pek çok ilginç ve kibar insanın yaşadığı bir kültür merkezi olan– bu kentten bir şikâyetim yok.) O zamanlar ülkemin hırslı gençleri üniversitelerde bir araya gelirdi. Herkes işinde başarılı olmaya hazırlanıyordu; kimi tıp, hukuk, sanat ve bilim alanlarında, kimi kamu görevinde, kimisi de devrimde. Benim kalbim ise kişisel hırslardan yoksundu. Hırs beslenirse, başkalarının hırsıyla beslenir. Ben yaşıtlarımla bu tarz –kısmen entrika kısmen kıskançlık üzerine kurulu– bir ilişki kurmadım. Tek başıma olmaktan her zaman keyif almışımdır. Başkalarının varlığı, kendi içimde, rüyalarımda ve düşüncelerimde bulduğum uzun doyum süreçleri arasına serpiştirilirse, benim için daha keyiflidir.
Okul arkadaşlarımı kışkırtan türde alışılagelmiş hırslardan –hatta kuşaklar arası büyük bir gerilimin yaşandığı bu dönemde ailemi kızdırma hırsından bile– yoksun olduğum halde, becerikli ve azimli bir öğrenci olarak kendimi kanıtladığıma gerçekten inanıyorum. Eğitimli biri olma gayesiyle çeşit çeşit ders aldım. Ama sonradan beni meşgul edecek araştırmalara yönelten bu bilgi açlığı, üniversitenin fakülte ve bölümlerinde tatmin edici bir karşılık bulamadı. Yanlış anlamayın, uzmanlaşmaya bir itirazım yoktu. Aksine, gerçek uzmanlaşma –bir alanın sınırlarının muntazam ve hassas biçimde çizilmesi, hatasız olarak bölümler ve altbölümlere ayrılması– tam arayıp da bulamadığım şeydi. Bilgiçlik taslamaya da karşı değildim. İtiraz ettiğim şey, hocalarımın sadece çözmek için ortaya bir problem atmaları ve dersleri insanı delirten bir dakiklikle sonlandırmalarıydı. Öğrenmeye olan inatçı sadakatim, sandviçleri sabırsızlığından değil de sırf paketinin nasıl açılacağını hiç öğrenemediği ya da unuttuğu için kâğıdıyla birlikte yiyen karnı aç bir adamınkiyle karşılaştırılabilirdi. Entelektüel açlığım, beni üniversitedeki konferans salonlarının iştah kaçırıcı yemeğine karşı duyarsızlaştırmadı. Ama uzun bir süre o tatsız tuzsuz paketleri ne açabildim ne de daha ölçülü yiyebildim.
Bu şekilde üç yıl okudum. Bu sürenin sonunda ilk ve tek felsefi makalemi yayımladım. Makalemde, çok da önemli olmayan bir konuda önemli fikirler ileri sürdüm. Makale tartışmalara yol açarak genel edebiyat dünyasında bazı münakaşaları kızıştırdı ve onun sayesinde, yabancı asıllı ve yeni zengin olmuş, banliyöde malikâne sahibi olup etraflarına ufuk açıcı insanlar toplamış orta yaşlı evli bir çiftin çevresine kabul edildim. Anders’ler hafta sonları öğleden sonra at sırtında gezintiler, akşamüstleri oda müziği dinletileri ve uzun süren resmî yemekler düzenlerlerdi. Düzenli misafirler arasında benim dışımda, devrim teorisi üzerine birkaç kitap yazmış bir profesör, zenci1 bir balet, meşhur bir fizikçi, eski profesyonel boksör olan bir yazar, radyoda “İtiraflar ve Çareler” adında haftalık bir forumu yöneten bir rahip ve yakınlardaki bir kentin senfoni orkestrasının yaşlı şefi (düzenli gelmezdi, ama evin küçük kızıyla ilişkisi vardı) yer alıyordu. Davetleri, otuzlu yaşlarının sonuna dayanmış, etine dolgun, cilveli bir kadın olan Frau Anders yönetiyordu. Kocası arada sırada görünürdü, otoritesi laftaydı ve çoğunlukla iş gezisinde olurdu. İlişkilerinin aşktan ziyade mantık evliliği olduğu sonucuna varmıştım. Frau Anders dakiklik ve hürmet hususunda ısrarcıydı ama bunun dışında cömert bir ev sahibesiydi; konuklarının kendine has özelliklerine karşı dikkatli ve bunları ortaya çıkarmakta becerikliydi.
Frau Anders’in konuklarının hepsi –kendini beğenmiş yakışıklı balet bile– usta konuşmacılardı. Başta sohbetlerinin serbestliği, her konuda bir fikir öne sürmeye hazır olmaları beni sinirlendirip afallattı. Bu şatafatlı akşam yemeği söyleşileri, okul arkadaşlarımın kafelerdeki entelektüel açıdan sorumluluk taşımayan sert tartışmalarından çok da farklı gelmiyordu bana. Salon’un kendine özgü meziyetlerini takdir etmem biraz zaman aldı. Fikir sahibi olmak işin yalnızca bir kısmıydı. Daha önemli olan kısmı, kişiliğin sergilenmesiydi. Frau Anders’in misafirleri özellikle bu sergilemede başarılıydılar; şüphesiz bu yüzden bir araya gelmişlerdi. Fikirlerden ziyade kişiliğe yapılan bu vurguyu dinlendirici buluyordum. Fikirlerimde belirgin bir azalma olduğunu çoktan fark etmiştim. İnsan olmanın az çok kalıcı bir dizi fikir edinmek anlamına geldiğini biliyordum; belli ki başkaları bunu becerebiliyordu ama onlara kıyasla bu bana daha zor geliyordu. Bu ne entelektüel uyuşukluktan ne de – umuyorum ki– kibirden kaynaklanıyordu. Aklım kendimle ilgili keşfettiklerimi işlemekle fazlasıyla meşguldü. Zamanla Frau Anders’in çevresindekileri, sırf onlara kıyasla kendimden daha az eminim diye kıskanmamayı öğrendim. Kavrama gücüme (şimdi geriye dönüp bakınca biraz naif geliyor) ve sonunda sabrın galip geleceğine büyük inanç duyuyordum. Dünyada bir düzenin olduğundan hâlâ, bu yaşıma ve yalnızlığıma rağmen şüphem yok. Üstelik bu düzenin içinde kendime bir yer bulacağımdan hiç kuşku duymadım, nitekim de buldum.
Bu yeni arkadaş çevresine girdikten sonra üniversitedeki derslere girmeyi bıraktım ve kısa süre sonra resmen okuldan ayrıldım. Her ay babama mektup yazmaya da son verdim. Bir gün babam iş için başkente gelip beni görme fırsatı yakaladı. Mektuplaşma vazifemi ihmal ettiğim için beni azarlamaya geldiğini düşünüyordum ama resmî eğitimimi bıraktığımı hemen söylemekten de geri kalmadım. Okul kaçamağı olarak yorumlayacağı bu haberi dolaylı olarak öğrenmesindense, serzenişlerini tek görüşmede göğüslemenin daha iyi olacağını düşünüyordum. Kızmamasına çok memnun oldum. Ona göre ağabeyim, bir oğula dair babamın tüm beklentilerini karşılamıştı. Bu nedenle hangi yolu seçersem seçeyim beni desteklemeye hazır olduğunu söyledi. Aylık harçlığımı artırmak üzere bankacısıyla bazı düzenlemeler yaptı ve beni hâlâ sevdiğinin teminatını verdikten sonra sevgi dolu bir şekilde ayrıldık. Tamamen kendi başıma buyruk olmak gibi, imrenilecek bir konumdaydım artık. Kendi sorularımın (çocukluğumdan beri biriktirdiğim bu hazinenin) peşine düşmekte, teori ve araştırma tutkumu üniversiteye kıyasla daha iyi doyurmakta özgürdüm.
Her gün saatlerce, doymak bilmez bir iştah ve hızla okumaya devam ettim ama korkarım okurken çok düşünmüyordum. Tek başına bunun bile okumaktan uzak durmak için geçerli bir sebep olduğunu ancak yıllar sonra anladım. Gelgelelim yazmayı bıraktım: Bir film senaryosu, günlüklerim ve çok sayıda mektup dışında, gençken önemsiz bir konuyla ilgili yazdığım felsefi makaleden bu yana hiçbir şey yazmadım; demek istediğim şu âna, kalemimi zorlukla tekrar elime aldığım bu zamana kadar. O zamanlar okumaktan sonraki en büyük zevkim sohbet etmekti ve bağımsızlığımın o ilk çaylaklık aylarını Frau Anders’lerdeki ve üniversiteden birkaç eski arkadaşımla yaptığım sohbetlerle doldurdum. Diğer ilgi alanlarım hakkında ayrıntılı konuşmaya gerek yok. Cinsel ihtiyaçlarım aşırı değildi ve şehrin adı çıkmış bir semtine yaptığım dönemsel gezintiler bunları yatıştırmaya yetiyordu. Siyasete ilgim günlük gazeteyle sınırlıydı. Bu manada kendi kuşağıma ve sınıfıma benziyordum ama apolitik olmakta kendimce başka nedenlerim de vardı. Devrimlere aşırı ilgi duyuyordum. Ama benim zamanımın asıl devrimlerinin hükümet ya da kamusal kurumların kadrolarındaki değişiklikler değil, hissetme ve görme deneyimlerinde gerçekleşmiş, çözümlenmesi çok daha zor devrimler olduğuna inanıyordum.
Zaman zaman, kendimde gördüğüm kafa bulanıklığının, duyumsamadaki bu tür genel bir devrimin belirtileri olduğunu düşünmüşümdür – henüz adı konulmamış bir devrimin, altüst olmuş ama henüz tanısı konulmamış bir bilincin belirtileri. Ama bu fikirle haddimi aşıyor olabilirim. Büyük olasılıkla bu zorlukları sadece ben yaşıyorum; onları sahiplenmek de beni rahatsız etmiyor. Şansıma sağlam bir bünyem ve sakin bir mizacım olduğu için, huzursuzluğuma dair hiçbir şey yapmadan, öylece katlanmadım ve mücadele, bunalım ve yıllarca süren tefekkürden sonra bundan bir mantık çıkardım. Ne var ki bu olayları adil bir şekilde sunmaya gayret etmekle birlikte, bunun yalnız gözümle görüp kulağımla duyduklarımdan aklımda kalanlar olduğu konusunda okuru baştan uyarmak isterim. Katlanmak, değiştirmekten kolay. Ama insan bir kere değişti mi, katlandığı şeyi hatırlaması zor oluyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİyiliksever
- Sayfa Sayısı296
- YazarSusan Sontag
- ISBN9789750764714
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İhanet Çıkmazı ~ John Altman
İhanet Çıkmazı
John Altman
“Sadece iyi anlatılmış değil, aynı zamanda hızla akan bir hikaye.” Washington Post “Heyecan verici, elinizden hiç düşürmeyeceğiniz bir kitap.” Daily Telegraph (Londra) “Keskin ve...
- Gün Olur Asra Bedel ~ Cengiz Aytmatov
Gün Olur Asra Bedel
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov’un bütün dünyada geniş yankılar uyandıran bu romanı, yürek paralayan, tüyler ürperten bir haykırıştır. Fakat umutsuz bir çırpınış değil, tutsaklığa, baskılara ve sürgünlere...
- Bu İşte Bir Köstebek Var ~ Cary Fagan
Bu İşte Bir Köstebek Var
Cary Fagan
Düşüncelerinize dikkat edin! Çukurun dibinde “filozof” bir köstebek var… Eserleri ondan fazla dile çevrilen ödüllü yazar Cary Fagan, aile içi ilişkiler ve iletişim konularını ele aldığı Bu...