Eréndira, yaşlı büyükannesiyle birlikte yaşamaktadır. Bir gece mumları söndürmeyi unutunca evleri yanıp kül olur. Büyükanne, “Vah zavallı yavrum,” der Eréndira’ya, “bu talihsizliği bana ödemeye ömrün yetmeyecek.” O günden sonra acımasız büyükanne, torununu fahişe olarak çalıştırmaya başlar. “Bahtsızlığının rüzgârı” Eréndira’yı oradan oraya savurur. Özgürlük düşleri amansız gerçeklere zincirlidir. Ta ki Ulises adında altın saçlı bir delikanlı ortaya çıkıncaya kadar…Gabriel García Márquez’in başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık’ı okumuş olanlar, İyi Kalpli Eréndira’da aynı fantastik, büyüleyici ortamı bulurlar. Bu trajik olduğu kadar komik uzun öyküye, García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden esinlenerek yazdığı daha başka öyküler eşlik ediyor.
İçindekiler
Kocaman Kanatlı İhtiyar Adam ………………………………….. 11
Yitirilmiş Zamanların Denizi ……………………………………… 21
Dünyanın Boğulmuş En Güzel Adamı ………………………… 43
Aşkın Ötesinde Sürekli Ölüm ……………………………………. 51
Hayalet Geminin Son Yolculuğu ………………………………… 63
Mucizeler Satıcısı İyi Kalpli Şarlatan …………………………… 71
İyi Kalpli Eréndira ile İnsafsız Büyükannesinin
İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü ………………………………………. 83
KOCAMAN KANATLI İHTİYAR ADAM
Yağmurun üçüncü günü evin içinde o kadar çok yengeç öldürmüşlerdi ki, Pelayo evin sular altındaki avlusunu geçip onları denize atmak zorunda kalmıştı, çünkü yeni doğan çocukları geceyi ateşler içinde geçirmişti ve bunun nedeninin o berbat koku olduğunu düşünüyorlardı. Salıdan beri ortalığa bir hüzün çökmüştü. Gökyüzüyle deniz aynı kül rengine bürünmüşler, mart ayında kıvılcımlar saçar gibi ışıl ışıl parlayan plajın kumları kokuşmuş deniz kabuklarıyla dolu bir çamur deryasına dönüşmüştü. Öğle vakti güneş öylesine donuktu ki, Pelayo’nun yengeçleri denize attıktan sonra eve dönerken, avlunun bir ucunda kıpırdanıp inleyen şeyin ne olduğunu görmesi oldukça zor oldu. Bunun, çamurların içine düşüp yüzükoyun kapanmış ihtiyar bir adam olduğunu anlayabilmesi için ona iyice yaklaşması gerekmişti; ihtiyar, olanca çabasına karşın bir türlü yerden kalkamıyordu, çünkü arkasındaki kocaman kanatlar bunu engelliyordu.
Kâbusa benzer bu acayip görüntü karşısında dehşete kapılan Pelayo, hemen koştu, hasta çocuğuna kompres yapmakta olan karısı Elisenda’yı bularak onu avlunun ucuna götürdü. Her ikisi de yerde yatan adama şaşkınlık içinde sessizce bakakalmışlardı. İhtiyarın üstü başı hırpaniydi.
Kel kafasında rengi atmış birkaç tel saçla ağzında bir iki dişten başka bir şey kalmamıştı; sırılsıklam olmuş bu acınacak haliyle, heybetli olması gereken görüntüsünden eser yoktu. Tüylerinin yarısı dökülmüş kir içindeki kocaman akbaba kanatları, çamur deryası içinde bir daha açılamayacak gibi çamura saplanmıştı. Pelayo ile Elisenda ona uzun süre büyük bir dikkatle bakakalmışlar, ama az sonra korkularını yenmişler, sonunda da ona tanıdık biri gözüyle bakar olmuşlardı. O zaman onunla konuşmaya cesaret edebildiler, ihtiyar da onlara anlaşılmaz bir lehçeyle, ama güzel bir gemici sesiyle karşılık verdi. Böylelikle, kanatların sakıncasını göz ardı ederek, onun fırtınanın alabora ettiği yabancı bir gemiden hayatta kalmış tek kazazede olduğuna akılları bir güzel yattı. Yine de, onu görmesi için, yaşamla ve ölümle ilgili her şeyi çok iyi bilen bir komşu kadını çağırdılar; komşunun şöyle bir bakıvermesi onları bu yanılgıdan kurtarmaya yetti.
“Bu bir melek,” dedi komşu kadın. “Herhalde çocuğu almaya geliyordu, ama zavallı o kadar yaşlı ki yağmur onu yere devirmiş olmalı.” Ertesi gün, Pelayo’nun evinde, etten kemikten yapılmış bir meleğin tutsak olduğunu herkes duymuştu. O günlerde meleklerin cennette olup biten bir fesattan kurtulup kaçabilenler olduğuna inanan bilgiç bir komşunun ileri sürdüğü görüşe aldırmayıp, onu sopa darbeleriyle öldürmeye kimsenin yüreği elvermemişti. Pelayo, elinde bekçi sopasıyla bütün öğleden sonra ona göz kulak olmuş, yatmadan önce de onu sürükleyerek çamurların içinden çıkarıp tavuklarla birlikte tel örgülü kümese kapatmıştı. Gece yarısı yağmur dindiğinde Pelayo ile Elisenda hâlâ yengeç öldürmeye çalışıyorlardı.
Aradan çok geçmeden çocuk, ateşi düşmüş ve karnı acıkmış olarak uyanmıştı. Bunun üzerine içten gelen soylu bir cömertlikle, yanında üç gün yetecek su ve yiyecekle meleği bir sala bindirip açık denizde kaderine terk etmeye karar verdiler. Ancak günün ilk ışıklarıyla birlikte avluya çıktıklarında bütün konu komşuyu, kümesin önünde toplanmış, en ufak bir saygı gösterisinde bulunmadan melekle eğlenir ve sanki doğaüstü bir yaratık değil de bir sirk hayvanıymış gibi, tel örgünün aralıklarından ona yiyecek atarken buldular.
Haberin akıl almazlığı karşısında telaşa kapılan Peder Gonzaga, saat daha yedi olmadan çıkagelmişti. Artık o saatte, gün doğarken gelmiş olanlardan daha aklı başında meraklılar toplanmış, tutsağın geleceğiyle ilgili her türlü tahmin yürütülmüştü bile. İçlerinde en saf olanlar meleğin dünya başkanlığına getirileceğini düşünüyorlardı. Daha sert yaradılışlı olan başkaları, bütün savaşları kazanması için onun beş yıldızlı generalliğe yükseltileceğini tahmin ediyorlardı. Bazı hayalperestler ise, evrenin yönetimini üstlenecek bir kanatlı bilginler soyunu yeryüzünde yetiştirmek üzere onun bir aygır gibi bakılıp beslenmesini umuyorlardı. Peder Gonzaga, rahip olmadan önce güçlü kuvvetli bir oduncuydu. Tel örgünün arasından bakarak bir an için aklından bir sürü soru ve yanıt geçirdikten sonra bununla yetinmeyip, şaşkın tavukların arasında kocaman kart bir tavuğa benzeyen bu acınacak durumdaki adamı yakından inceleyebilmek için kümesin kapısını açmalarını istedi.
İhtiyar, kümesin bir köşesinde, sabah erkenden gelenlerin kendisine atmış oldukları meyve kabuklarıyla kahvaltı artıklarının arasına uzanmış, iki yana açtığı kanatlarını güneşte kurutmaya çalışıyordu. Daha önce çevresindekilerin saygısızlıklarına aldırış etmezken, Peder Gonzaga kümese girip de ona Latince olarak günaydın deyince, feri kaçmış gözlerini şöyle bir kaldırıp kendi dilinde bir şeyler mırıldandı. Rahip, ihtiyarın ne Tanrı’nın dilinden anladığını ne de Tanrı’nın elçisini selamlamayı bildiğini fark edince, ilk kez onun bir sahkekâr olabileceğinden kuşkulanmıştı. Sonra, yakından bakınca onun fazlasıyla insana benzediği sonucuna vardı: Fırtına yüzünden kanatlarının altına takılıp kalmış asalak yosunlar ve kara rüzgârlarının berbat ettiği büyük tüyleriyle dayanılmaz derecede pis kokuyordu; bu sefil görünümünün de meleklerdeki yücelikle hiçbir ilgisi yoktu.
Bunun üzerine kümesten çıkarak kısa bir vaaz verip meraklıları saflık etmenin tehlikelerine karşı uyardı. Şeytanın, gafilleri şaşırtmak için karnaval hilelerine başvurmak gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu anımsattı onlara. Kanatlar, bir atmacayla bir uçak arasındaki farkı belirlemekte ayırıcı öğe olamıyorsa, melekleri ayırt etmekte büsbütün rolü olamaz, diye fikir yürüttü. Yine de kendi piskoposuna bir mektup yazacağına söz verdi, böylece son kararın en yüksek mercilerden gelebilmesi için piskopos kendi başpiskoposuna, o da Papa hazretlerine yazacaktı.
Ancak onun bu sakınganlığına kimse aldırış etmedi. Tutsak melek haberi öylesine çabuk yayılmıştı ki birkaç saat içinde avluda bir pazaryeri kargaşası yaşanmaya başlamış, artık evi yıkma raddelerine gelmiş olan kalabalığı korkutup dağıtmak için süngülü askerleri çağırmak gerekmişti. İşte o zaman, panayır yerinin çöpünü süpürmekten beli bükülen Elisenda’nın aklına, avlunun girişini kapatıp meleği görmeye gelenlerden beş sent giriş parası almak gibi güzel bir fikir geldi.
Ta Martinique’ten bile meraklılar gelmeye başlamıştı. Uçuş numaraları yapan akrobatıyla birlikte gezici bir kumpanya da gelmiş, ancak kalabalığın üzerinden defalarca gelip geçen akrobata hiç kimse aldırış etmemişti, çünkü onunkiler melek kanatları değil, üzerleri yıldızlı yarasa kanatlarıydı. Karayip’in en bahtsız hastaları çare aramaya geliyorlardı: çocukluğundan beri kalbinin atışlarını saymakta olup artık sayıların yetmez olduğu zavallı bir kadın, yıldızların gürültüsünden rahatsız olduğu için uyuyamayan bir Jamaikalı, uyanıkken yaptığı şeyleri uyurken bozmak için geceleri kalkan bir uyurgezer ve daha az vahim durumda olan pek çok başkaları… Yeri göğü titreten bütün bu talihsizlikler karmaşası içinde Pelayo ile Elisenda yorgunluktan mutluydular, çünkü aradan daha bir hafta bile geçmeden yatak odaları paralarla tıka basa dolmuştu, yine de içeriye girmek için sıra bekleyen hacıların oluşturduğu kuyruk, ufkun öteki ucuna kadar uzanıyordu.
Kendi yarattığı olaya katılmayan tek kişi meleğin kendisiydi. Kümesin teline taktıkları yağ kandilleriyle dilek mumlarının cehennemî sıcağından bunalmış bir halde, geçici yuvasına alışmaya çalışarak vakit geçiriyordu. Başlangıçta ona, bilgiç komşu kadının aklına göre meleklerin özel gıdası olan kâfuru kristalleri yedirmeye çalışmışlar, ama o bunlara istekli görünmemişti, tıpkı tövbekârların getirdikleri adak yemeklerini tadına bile bakmadan geri çevirdiği gibi; sonunda ağzına patlıcan püresinden başka şey koymamasının nedenini melek olmasına mı, yoksa yaşlılığına mı yormak gerektiği hiçbir zaman anlaşılamadı. Doğaüstü denilebilecek tek erdemi, gösterdiği sabırdı sanki.
Özellikle de ilk zamanlarda, kanatlarında çabucak üreyen parazitlerin peşindeki tavuklar onu gagaladıklarında, sakatlar kusurlu organlarına sürmek için onun kanatlarından tüy kopardıklarında, en sofuların onun vücudunu bütünüyle görebilmek için ayağa kalksın diye ona taş attıklarında bile. Sadece bir kez onu etkilemeyi başarabilmişlerdi: Saatlerce hareketsiz durup da onu öldü sandıklarından, genç boğaları damgalamakta kullandıkları demirle kalçasını dağladıklarında olmuştu bu. O zaman irkilerek uyanmış, gözlerinde yaşlarla anlaşılmaz bir dilde sövüp sayarak, kümes teki tavuk pislikleriyle tozu toprağı ayağa kaldıracak birkaç kanat çırpmasıyla görülmedik bir panik havası yaratmıştı. Birçoklarının, onun bu tepkisinin öfkeden değil acıdan geldiğine inanmalarına karşın, bu olaydan sonra onu bir daha rahatsız etmemeye özen göstermişlerdi, çünkü ondaki bu tepkisizliğin, köşesine çekilmiş bir kahramanınki değil, uyku halindeki bir belalının hareketsizliği olduğunu oradakilerin çoğu anlamışlardı.
Peder Gonzaga, tutsağın doğası hakkında kesin bir yargı gelene kadar, halkın bu ciddiyetsizliğine kendi içinden gelen formüllerle karşı durmuştu. Ancak Roma’dan gelecek haber, ivedilik kavramını yitirmiş gibiydi. Tüm zamanları, acaba hükümlünün göbeği var mı yok mu, acaba konuştuğu lehçenin Aramcayla bir ilgisi var mı, acaba bir topluiğnenin ucuna rahat rahat sığabilir mi ya da acaba kanatlı bir Norveçli mi, değil mi diye öğrenmeye çalışmakla geçiriyordu. Allah yardım edip de rahibin sıkıntılarına son verecek bir olay olmasaydı, bu mektuplar daha yüzyıllar boyu gidip gelebilirdi.
daha yüzyıllar boyu gidip gelebilirdi. Olan şuydu: O günlerde Karayip’te dolaşan pek çok gezici kumpanyanın eğlenceleri arasında, ana babasının sözünü dinlemediği için örümceğe dönüşmüş bir kadının acıklı gösterisi de köye getirildi. Onu görmek için ödenecek giriş ücreti, meleğinkinden daha az olmakla kalmıyor, üstelik kadının bu akıl almaz durumuyla ilgili her türlü soru sorulmasına ve hiç kimsenin bu korkunç olayın gerçekliğinden kuşkuya kapılmayacağı biçimde onu evire çevire gözden geçirmesine de izin veriliyordu. Bu, başı kederli bir genç kız başı, gövdesi koç büyüklüğünde bir tarantula olan korkunç bir yaratıktı. Ama asıl yürekler acısı olan yanı bu acayip görünümü değil, başına gelen talihsizliğin ayrıntılarını anlatırken gösterdiği içtenlikti: Neredeyse çocuk denecek yaştayken bir dansa gitmek üzere ana baba evinden kaçmıştı, izinsiz olarak bütün gece dans ettikten sonra ormanın içinden geçip eve dönerken, korkunç bir gürültüyle gökyüzü ortadan ikiye ayrılmış, buradaki yarıktan çıkan kükürtlü bir şimşek onu örümceğe dönüştürmüştü. Yiyebildiği tek şey, hayırsever kimselerin ağzına verebilecekleri yuvarlak köfteciklerdi. Bunca insancıl bir gerçeği ve böylesine korkunç bir ibreti gözler önüne seren böylesi bir gösteri, çevresindeki ölümlülere bakmaya bile katlanamayan kibirli bir meleğinkiyle kıyas kabul etmeyecek biçimde ortalığı kırıp geçirmişti. Dahası, meleğe atfedilen üç beş mucize de, belirli bir akli dengesizliği ortaya koyuyordu; örneğin görme yeteneğine kavuşmayan, ancak üç tane yeni dişi çıkan kör adam, yeniden yürüyemeyen, ama piyango ikramiyesini kazanmak üzere olan kötürüm ya da yaralarında ayçiçekleri açan cüzamlı gibi. Daha çok bir eğlenceliğe benzeyen bu tür avutucu mucizeler, meleğin ününü zaten gölgelemişken, örümcek kadın sonunda onu saf dışı bırakmıştı.
Böylece Peder Gonzaga çektiği uykusuzluktan kurtulmuş, Pelayo’nun avlusu da yeniden, üst üste üç gün yağmur yağıp yengeçlerin yatak odalarında dolaştıkları zamanlardaki gibi bomboş kalmıştı Ev sahiplerinin sızlanmalarına gerek yoktu. Kazandıkları parayla bahçe içinde, balkonlu, iki katlı büyük bir ev yaptırdılar; eşikleri kışın yengeçlerin giremeyecekleri kadar yüksekti, pencerelerine de meleklerin girmemesi için demir parmaklıklar takılmıştı. Pelayo ayrıca köyün çok yakınında bir tavşan çiftliği kurmuş, zahmetli bekçilik işini tümden bırakmıştı; Elisenda ise kendine, o zamanlar pazar günleri en hali vakti yerinde hanımların kullandıkları türden yüksek topuklu saten ayakkabılarla yanardöner ipekten bir sürü giysi satın aldı. Özen gösterilmeyen tek yer kümes olmuştu. Orayı arada bir ilaçlı sularla yıkayıp içerideki birikintiyi yakarak yok ettilerse,bunu meleğe saygılarından değil, her tarafta bir hayalet gibi dolaşıp yeni evin havasını bozan o berbat kokuyu yok etmek için yapmışlardı. Başlangıçta, çocuk daha yürümeyi öğrenirken kümese fazla yaklaşmamasına dikkat ediyorlardı. Sonraları giderek bu korkularını unutup pis kokuya alışmışlar, çocuk da sütdişlerinin değişmesine bile fırsat kalmadan, çürümüş tel örgüleri parça parça dökülen kümesin içine girip oynar olmuştu.
Melek, ona karşı öteki ölümlülere olduğundan daha az sevimsiz değildi ama onun en akla gelmedik yaramazlıklarına uyuşuk bir köpek uysallığıyla katlanıyordu. Her ikisi de aynı zamanda suçiçeği çıkarmışlardı. Çocuğa bakan doktor, meleği de muayene edip göğsünü dinlemekten kendini alamamış, kalbinde öyle çırpınmalar, böbreklerinde öyle gürültüler duymuştu ki, yaşıyor olması mümkün olamaz gibi gelmişti ona. Ancak onu asıl şaşırtan şey, kanatlarındaki mantıksallık olmuştu. İnsan yapısına çok uygun düşen bu iki organ öylesine doğal görünüyorlardı ki, öteki insanlarda da bulunmamasına bir türlü akıl erdirememişti.
şti. Çocuk okula başladığında, güneş ve yağmur, kümesi yerle bir edeli hayli zaman olmuştu. Melek, tıpkı ölmek üzere olan kimsesiz bir hasta gibi oradan oraya sürüklenip duruyordu. Onu süpürge darbeleriyle yatak odasının birinden kovuyorlar, aradan bir dakika geçmeden mutfakta buluyorlardı. Aynı anda o kadar çok yerde birden bulunuyormuş gibiydi ki, sonunda bölünerek çoğaldığını, evin her yanında kendi kendini yinelediğini düşünmeye başlamışlardı. Öfkeden deliye dönen Elisenda, zıvanadan çıkıp, meleklerle dolu bir cehennemde yaşamanın bir talihsizlik olduğunu söyleyerek avaz avaz bağırıyordu. Pek az bir şeyler yiyebilen meleğin feri kaçmış gözleri öylesine bozulmuştu ki, evin payandalarına durmadan ayağı takılıyordu, kanatlarında da son tüylerin yolunmuş saplarından başka bir şey kalmamıştı. Pelayo, meleğin üzerine bir battaniye atıp sundurmanın altında uyumasına izin verme hayırseverliğini göstermiş ve ancak o zaman onun, ihtiyar Norveçli şaşırtmacalarına benzer anlaşılmaz sayıklamalarla bütün geceyi ateşler içinde yanarak geçirdiğini fark etmişlerdi. Telaşa kapıldıkları pek ender günlerden biri olmuştu bu, çünkü ölmek üzere olduğunu düşünüyorlardı ve bilgiç komşu kadın bile ölü meleklerin ne yapıldığını söyleyebilmiş değildi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap Adıİyi Kalpli Eréndira
- Sayfa Sayısı144
- YazarGabriel Garcia Marquez
- ISBN9789750726224
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Doğu Avrupa’da Yolculuk ~ Gabriel Garcia Marquez
Doğu Avrupa’da Yolculuk
Gabriel Garcia Marquez
Sınıfların ortadan kalkması hayret verici bir şey. Herkes eşit, herkes aynı düzeyde, herkes kötü dikilmiş eski püskü giysiler içinde, ayaklarında kalitesiz ayakkabılar var. Hiç...
- Basti ~ Intizar Husain
Basti
Intizar Husain
Çağdaş Pakistan ve Güney Asya edebiyatının en önemli yazarlarından olan Intizar Husain, Basti’de Hindistan-Pakistan ayrılığının trajik sonuçlarına ışık tutuyor. Basti, savaşların ve yasal sınırların...
- Tanrı Beni Görüyor mu? ~ Murat Gülsoy
Tanrı Beni Görüyor mu?
Murat Gülsoy
Başkalarını nasıl gördüğümü biliyor musun? Nereden bileceksin ki… İnsan sadece kendi gözleriyle yanılır. Bulanık bir aşk yaşamıştım bir zamanlar. Beni yanılgılara sürüklemişti. Hayatın anlamını...