İyi İnsan Bulmak Zor, yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatının en ilginç isimlerinden biri olan ve “güney gotiği” diye adlandırılan akım içinde başarılı eserler veren Flannery O’Connor’ın on öyküsünü içeriyor. Tekinsiz bir atmosferin hâkim olduğu bu öykülerde, insan doğasının pek hoş olmayan ama bir o kadar da gerçek yönleri gözler önüne seriliyor. O’Connor’ın karakterlerinin çoğu sempati duyulamayacak kadar rahatsız edici, ama onları ilginç kılan tam da bu. İyi veya kötü diye sınıflandırılmaya şiddetle direnen karakterler söz konusu burada; ahlak terazisinde hangi kefenin ağır basacağını kestirmek kolay değil. Zira okuru bencilliğin, riyakârlığın, cehaletin ve hatta sırf zevk için yapılan kötülüğün dünyasına buyur eden O’Connor ahlak, dindarlık, iyi ve kötü gibi ikircikli konularda bildik klişeleri yerle bir ediyor ve neredeyse tedirgin edici, afallatıcı bir nesnellik sergiliyor. Grotesk karakterlerle dolu bu grotesk dünya, “karanlık”la yüzleşmekten korkmayan edebiyatseverlere doyurucu bir okuma vadediyor.
***
BABAANNE Florida’ya gitmek istemiyordu. Doğu Tennessee’ deki bazı akrabalannı ziyaret etmek istiyordu ve Bailey’nin fikrini değiştirebilmek için karşısına çıkan her fırsatı ganimet biliyordu. Bailey aynı çatı altında yaşadığı oğluydu, tek erkek evladı. Şimdi Journal gazetesinin turuncu spor sayfası üzerine eğilmiş, masada, sandalyesinin ucunda oturuyordu. “O kafanı bir zahmet kaldır da şuna bak Bailey,” dedi babaanne, “şuna bak şuna, iyice oku şunu.” Bir elini ince kalçasına dayamış, öbür eliyle gazeteyi oğlunun kabak kafasına doğru sallıyordu. “Bak ne yazıyor, kendine Ayarsız diye isim takmış o adam yok mu, Federal Hapishane’ den firar etmiş de Florida’ya doğru gidiyormuş. O insanlara neler ettiği bir bir yazıyor, al kendi gözlerinle gör. Yalnızca oku, başka bir şey demiyorum sana. Böyle bir caninin başıboş gezdiği bir yere çocuklarımı ölsem götürmezdim. Çünkü sonra vicdanım sızım sızım sızlardı.”
Bailey okuduğundan başını kaldırmayınca, olduğu yerde çark edip bu kez de çocukların annesine döndü yüzünü, ayağında pantolon olan genç bir kadındı bu; bir lahana kadar yayvan ve masum olan yüzü, yeşil bir başörtüyle çepeçevre bağlanmış, başörtünün iki ucu başının tepesinde tavşan kulakları misali dikilmişti. Kanepede oturmuş, bir kavanozdan bebeğe kayısı yediriyordu. “Hem çocukların Florida’ya gitmişliği var,” dedi ihtiyar hanım. “Değişiklik olsun diye bir kere de başka bir yere götürseniz fena mı olurdu, hiç değilse böylece dünyanın değişik yerlerini görmüş olurlardı da ufuklan genişlerdi. Doğu Tennessee’ye hiç gitmediler mesela.”
Çocukların annesi onu duymamış gibiydi, ama sekiz yaşındaki oğlan John Wesley -gözlüklü, boydan yana fukara ve tıknaz bir çocuk- cevap yetiştirdi: ”Florida’ya gitmek istemiyorsan, neden evde kalmıyorsun madem?” O ve küçük kız June Star, yerde gazetenin çizgi roman ilavelerini okuyorlardı.
”Bir günlüğüne kraliçe olacağını bilse, yine evde kalmaz o,” dedi June Star, sarı kafasını kaldırmadan.
‘Demek öyle, peki bu adam, bu Ayarsız sizi eline geçirse o zaman ne yapacaksınız acaba?” diye sordu babaanne.
“Suratının ortasına tokadı bir yapıştırırım, görür gününü,” dedi John Wesley.
“Milyon dolar verseler yine evde kalmaz o,” dedi June Star. ”Bir şeyden eksik kalacak diye ödü kopuyor. Nereye gitsek illa gölge gibi peşimizden gelecek.”
”Öyle olsun küçükhanım,” dedi babaanne. ”Yarın bir gün saçlarını kıvırayım diye bana geldiğinde de bu dediğini unutma ama.”
June Star saçlarının kendiliğinden kıvırcık olduğunu söyledi.
Ertesi sabah babaanne, yolculuğa hazır ve nazır vaziyette herkesten önce arabada yerini almıştı. Bir köşede hipopotam kafasına benzeyen kocaman siyah valizi vardı ve onun altında da, içinde kedi Pitty Sing’in olduğu bir sepet gizliyordu. Kedinin üç gün boyunca evde yapayalnız kalmasına göz yumacak hali yoktu çünkü, hem Pitty Sing yokluğunda onu çok özlerdi, hem de hayvancağızın gaz ocağının gözlerinden birine sürtünüp kazara kendisini zehirlemesinden korkuyordu. Oğlu Bailey, motelde kalacakları zaman yanlarında kedi olmasından hoşlanmazdı.
Babaanne bir yanında John Wesley, öbür yanında June Star’la arka koltuğun ortasına yerleşti. Bailey, çocukların annesi ve bebek de öne oturdular ve böylece tam sekiz kırk sekizde arabanın mil saati 55890’da iken Atlanta’dan yola çıktılar. Babaanne bunu bir kenara yazdı çünkü geri döndüklerinde kaç mil yol katetmiş olduklarını bilmenin ilginç olacağını düşünüyordu. Şehrin dışına çıkmaları yirmi dakikayı buldu.
İhtiyar hanım, beyaz pamuklu eldivenlerini çikanp onları çantasıyla birlikte arka camın önündeki rafa kaldırarak yerine rahatça yerleşti. Çocukların annesinin ayağında yine pantolon vardı ve başı da yine o yeşil başörtüyle bağlıydı, oysa babaannenin başında kenarında bir demet beyaz menekşe bulunan lacivert hasırdan bir denizci şapkası, üstünde ise küçük beyaz puantiyeli lacivert bir elbise vardı. Elbisesinin yakası ve manşetleri dantelle süslenmiş beyaz organzedendi ve yakasına bez menekşelerle süslü, üstünde minik bir de esans kesesi bulunan mor bir dal iliştirmişti. Bir kaza geçirmeleri halinde, onu otobanda ölmüş olarak gören herkes derhal bir hanımefendi olduğunu anlayacaktı.
Havanın araba yolculuğu için birebir olduğunu söyledi, ne çok sıcaktı ne de çok soğuk; sonra Bailey’ye hız sınırının saatte elli beş mil olduğu ikazında bulundu. Devriyelerin, yol kenarlarındaki büyük ilan panolarının ve küçük ağaç öbeklerinin ardında pusuya yattıkları ve daha yavaşlamaya fırsat bulamadan bir anda tam gaz peşine takılıverdikleri konusunda uyardı oğlunu. Manzaranın ilginç ayrıntılarına dikkat çekti: Taş Dağ’a; bazı yerlerde otobanın iki yanına dek sokulan mavi granite; mor çizgilerle inceden inceye yol yol olmuş ışıltılı kırmızı kil sırtlarına ve toprağa sıra sıra yeşil telkâriler bezeyen çeşit çeşit ekine. Ağaçlar gümüş-beyaz güneş ışığıyla doluydu ve en sıradan olanlan bile göz kamaştırıyordu. Çocuklar çizgi roman dergileri okuyorlardı ve anaları yeniden uykuya dalmıştı.
“Georgia’nın içinden jet gibi geçelim ki ona fazla bakmak zorunda kalmayalım,” dedi John Wesley.
“Ben küçük bir oğlan olsaydım,” dedi babaanne, “doğduğum eyalet hakkında böyle konuşmazdım. Tennessee’nin dağlan varsa, Georgia’nın da tepeleri var.”
”Tennessee, dağ köylüleriyle dolu bir çöplükten başka bir şey değil,” dedi John Wesley, ”ve Georgia da iğrenç bir eyalet.” ”Doğru söze ne denir,” dedi June Star.
”Benim zamanımda,” dedi babaanne ince damarlı parmaklarını kıvırarak, ”çocuklar doğdukları eyaletlere, ana-babalarına ve her şeye karşı daha hürmetliydi. O zamanlar insanlar doğru düzgün davranıyordu. A, şu sevimli kara boncukçuğa da bakın!” Parmağıyla bir barakanın kapısında duran bir zenci çocuğu işaret edip, ”Tam resimlik bir manzara değil mi?” diye sordu. Hepsi dönüp arka camdan küçük zenciye baktılar. Oğlan el salladı.
”Pantolon giymemişti,” dedi June Star.
”Muhtemelen pantolonu yoktur da ondan,” diye açıkladı babaanne. ”Memleketteki küçük zenciler, bizim sahip olduğumuz türden şeylere sahip değiller. Resim yapabilseydim, işte bunun resmini yapardım.”
Çocuklar çizgi romanlarını değiştokuş ettiler.
Babaanne bebeği kucağına almayı önerdi ve çocukların annesi bebeği ön koltuğun üzerinden ona uzattı. Küçüğü dizinin üzerine oturttu, kucağında zıplattı ve ona yanından geçtikleri yerler hakkında açıklamalarda bulundu. Gözlerini şaşılattı, dudaklarını büküp yüzünü şekilden şekle soktu ve köselemsi ince yüzünü, bebeğin pürüzsüz yumuşak yüzüne yapıştırdı. Bebek ara sıra uzaktan uzağa bir gülümsemeyle karşılık veriyordu. Orta yerinde küçük bir ada gibi çitlerle çevrilmiş beş-altı mezar bulunan büyük bir pamuk tarlasının yanından geçtiler. ”Mezarlığa bakın!” dedi babaanne parmağıyla göstererek. ”Eski aile mezarlığıydı o. Malikâneye aitti.” ”Malikane nerede peki?” diye sordu John Wesley.
”Rüzgâr Gibi Geçti gitti,” dedi babaanne. ”Ha. Ha.”
Çocuklar yanlarında getirdikleri bütün çizgi romanları okuyup bitirince öğle yemeği kutusunu açıp karınlarını doyurdular. Babaanne fıstık ezmeli bir sandviç ile bir zeytin yedi ve çocukların kâğıt peçetelerle karton kutuyu camdan dışarı atmalarına müsaade etmedi. Yapacak hiçbir şey kalmayınca içlerinden birinin bir bulut seçtiği, diğer ikisinin de o bulutun neye benzediğini bilmeye çalıştığı bir oyun oynamaya koyuldular. John Wesley inek şeklinde bir bulut seçti ve June Star ineği bildi, ama John Wesley, hayır, bilemedin, otomobildi aslında dedi, bunun üzerine June Star onu mızıkçılık yapmakla suçladı ve ellerini kollarını babaannenin üzerinden aşırtıp birbirlerine vurmaya başladılar.
Babaanne sessiz olurlarsa onlara bir hikâye anlatacağını söyledi. Ne zaman bir hikâye anlatsa gözlerini devirir, başını durmadan sağa sola sallar, yüzünü şekilden şekle sokar, pek dramatikle-şirdi. Genç kızlığımda, Georgia’nın Jasper şehrinden Edgar Atkins Teagarden adında bir bey bana kur yapardı, diye girdi söze. Bay Teagarden’ın çok yakışıklı bir adam ve bir beyefendi olduğunu ve her cumartesi öğleden sonra kendisine hediye olarak üzerine adının baş harflerinin E. A. T. diye kazınmış olduğu bir karpuz getirdiğini anlattı. Neyse, cumartesilerden bir cumartesi, diye sürdürdü, Bay Teagarden yine âdeti olduğu üzere karpuzunu getirmiş, ama evde kimseyi bulamayınca onu evin ön verandasına bırakıp tek atlı arabasıyla gerisingeri Jasper’ın yolunu tutmuş. Gelin görün ki, dedi, o karpuz asla benim elime geçmedi, çünkü zenci oğlanın biri üzerinde E. A. T.1 yazdığını görünce meğerkarpuzu bir güzel mideye indirmiş! Bu hikâye John Wesley’nin pek komiğine gitti ve oğlan makaraları koyverip kıkırdadı da kıkırdadı, ama June Star’a kalırsa hiç de güzel değildi. Cumartesi günleri kendisine bir karpuz getirmekle yetinen bir adamla hayatta evlenmeyeceğini söyledi. Babaanne ise Bay Teagarden ile evlenmiş olsaydı çok da iyi etmiş olacağını, çünkü onun bir beyefendi olduğunu, üstüne üstlük piyasaya ilk çıktığında Coca-Cola’dan hisse satın almayı akıl ettiğini ve yalnızca birkaç yıl önce çok zengin bir adam olarak öldüğünü söyledi.
Barbekü etli sandviç yemek için Kule’de mola verdiler. Kule, Timothy’nin dışında, açıklık bir alana yan çimentodan, yan tahtadan inşa edilmiş bir benzinlik ve dans salonuydu. Burayı Kızıl Sammy Butts adında şişman bir adam işletiyordu ve otobanın her iki yanında millerce sürüp giden reklam tabelaları yetmezmiş gibi, binanın orasına burasına da KIZIL SAMMY’NİN MEŞHUR BARBE-KÜSÜNÜ DENEMEDEN GEÇMEYİN. MEŞHUR KIZIL SAMMY’NİN-Kİ GİBİSİ YOK! KIZIL SAM! ŞEN KAHKAHALI ŞİŞMAN ADAM! BU İŞİN USTASI! KIZILSAMMYTAM ARADIĞINIZADAM! yazan afişler yapıştırılmıştı.
Kızıl Sammy, Kule’nin dışındaki çıplak zeminde, başını bir kamyonun altına sokmuş boylu boyunca yatıyor, bu arada küçük bir tespihağacına zincirlenmiş yaklaşık otuz santim boyunda boz bir maymun da az ileride cıyaklıyordu. Çocukların arabadan fırlayıp kendisine doğru koştuklarını görmesiyle birlikte maymun bir sıçrayışta kendini ağacına attı ve en yüksek dala kadar tırmandı.
Kule’nin içerisi, bir ucunda bir tezgâh, diğer ucunda masalar, ortada ise dans pisti bulunan uzun, karanlık bir odadan ibaretti. Hep beraber müzik kutusunun yanındaki tahta bir masaya oturdular ve Kızıl Sam’in kansı, saçlarıyla gözleri güneş yanığı tenine kıyasla daha açık renk olan uzun boylu, esmer bir kadın, gelip siparişlerini aldı. Çocukların annesi makineye on sent atıp “Tennessee Valsi”ni çaldı ve babaanne bu havayı ne zaman duysa içinden dans etmek geldiğini söyledi. Bailey’ye dans etmek isteyip istemediğini sordu ama oğlu ona dik dik bakmakla yetindi. Annesi gibi kendiliğinden şen şakrak tabiatlı değildi ve yolculuk etmek onu asabi-leştirirdi. Babaannenin kahverengi gözleri panl panl parlıyordu. Başını bir sağa bir sola sallıyor, oturduğu yerde dans edermiş gibi yapıyordu. June Star step dansıyla eşlik edebileceği bir şeyler çalınmasını istedi, bunun üzerine anne makineye bir on sent daha atıp bu kez hızlı bir hava seçti ve June Star piste çıkıp mutat step numarasını yaptı.
“Aman da ne tatlı şeymiş!” dedi Kızıl Sam’in kansı tezgâhın üzerine eğilerek. “Gel benim küçük kızım ol desem, ister miydin ha?”
“Hayır, kesinlikle istemezdim,” dedi June Star. “Milyon dolar verseler böyle bir fare deliğinde yaşamam ben!” dedi ve koşa koşa masaya döndü.
“Aman da ne tatlı şeymiş,” diye nezaketi elden bırakmadan tekrarladı kadın, ağzını yaya yaya.
“Hiç utanmıyor musun?” diye tısladı babaanne.
Kızıl Sam içeri girdi ve kansına tezgâhın başında tembellik etmeyi bırakıp bir an önce bu insanların siparişlerini yetiştirmesini söyledi. Haki pantolonu kalçasını anca örtüyordu ve göbeği, gömleğinin içinde bir o yana bir bu yana sallanan koca bir un çuvalı gibi pantolonun üzerine sarkıyordu. Onlara doğru yürüdü, yakınlarındaki bir masaya geçip oturdu ve iç geçirmeyle yodel arası bir nida koyuverdi. “Ne yapsan boş,” dedi. ‘insanlarla başa çıkılmaz.” Terli kırmızı yüzünü gri bir mendille sildi. “Bugünlerde insan kime güveneceğini bilemiyor ki,” dedi. “Öyle değil mi ama?”
“Eskinin iyi insanları kalmadı artık, ona hiç şüphe yok,” dedi babaanne.
“Geçen hafta iki kişi geldi buraya,” dedi Kızıl Sammy, “altlarında da bir Chrysler. Gerçi eski meski külüstür bir arabaydı ama Chrysler Chrysler’dir nihayetinde, içindekiler de iyi çocuklara benziyordu. Fabrikada çalışıyorlarmış, öyle dediler, ben de ne yaptım biliyor musunuz, benzini veresiye almalarına izin verdim. Peki bunu neden yaptım dersiniz?”
“Çünkü siz iyi bir insansınız!” dedi babaanne hiç düşünmeden.
“Evet han’fendi, herhalde öyle olacak,” dedi Kızıl Sam, bu cevapla aniden aydınlanmış gibi.
Kansı siparişlerle geri döndü, beş tabağı birden tepsisiz getirmiş, iki elinde ikişer tabak olduğu halde, sonuncuyu da kolunun üzerinde dengede tutuyordu. “Şu akıl sırermez dünyadagüvenile-cek tek bir allahın kulu yok,” dedi. “Kimse de istisna değil, hem de hiç kimse,” diye tekrarladı Kızıl Sammy’ye baka baka.
“Hapishaneden kaçan o caniyi okudunuz mu gazetede, şu Ayarsız’ı?” diye sordu babaanne.
“Şuracığa şu an baskın verse hiç şaşmam,” dedi kadın. “Burada böyle bir yer olduğunu bilsin de, onu karşımda gördüğüme şun-cacık şaşınrsam ne olayım. Kasada iki sent olduğu bir kulağına gitsin de, hiç mi hiç şaşırmam, eğer…”
”Bu kadar gevezelik yeter,” dedi Kızıl Sam. “Git de insanlara ko’kolalannı getir.” Kadın siparişin kalanını getirmek üzere uzaklaştı.
‘1yi insan bulmak zor,” dedi Kızıl Sammy. “Her şey gün geçtikçe daha da beter oluyor. Kapıyı, sinekliği ardına kadar açık bırakıp evden çıktığımız o günleri dün gibi hatırlıyorum. Ama şimdi nerde.”
Kızıl Sam ile babaanne o eski iyi günlerden söz ettiler. İhtiyar hanım, kendisine kalırsa, bugünkü gidişatın bütün suçunun Avrupa’da olduğunu söyledi. Öyle bir tavır takınıyorlar ki sanırsınız Amerika’da para ağaçlarda bitiyor, dedi ve Kızıl Sam de bunu konuşmanın dahi lüzumu olmadığını, tastamam haklı olduğunu söyledi. Çocuklar dışarı koşup beyaz güneş ışığına çıktılar ve çiçeklerle dantel dantel bezenmiş tespihağacındaki maymuna baktılar. Hayvan üstündeki pireleri avlamakla meşguldü ve yakaladığı her pireyi dişlerinin arasına alıp çok leziz bir şeymiş gibi büyük bir zevkle ısırıyordu.
İkindi sıcağında yeniden yola koyuldular. Babaanne şekerleme yapıyor, birkaç dakikada bir kendi horultusuna uyanıyordu. Toombsboro’yu geride bıraktıklarında uyandı ve genç bir hanımken bu civarlarda ziyaret ettiği eski bir malikâneyi hatırladı. Evin ön cephesinde altı tane beyaz sütun bulunduğunu, iki yanı meşe ağaçlarıyla kaplı geniş bir yolun ta evin girişine dek uzandığını ve evin hemen önünde de bahçe gezintilerinden sonra insanın âşığıyla hangisini gönlü çekerse onun gölgesine oturup soluklandığı karşılıklı iki küçük tahta çardak olduğunu anlattı. Oraya gitmek için nereden sapılması gerektiğini tastamam hatırlıyordu. Bailey’ nin eski bir eve bakmakla zaman kaybetmek istemeyeceğini biliyordu, ama ev hakkında konuştukça onu tekrar görmeyi ve o ikiz çardakların hâlâ yerli yerinde olup olmadığını öğrenmeyi daha da çok ister oldu. “Bu evde gizli bir bölme vardı,” diye uydurdu kurnazca, içten içe keşke sahiden öyle bir şey olsaydı diye düşünerek. “Sherman askerleriyle bölgeye geldiğinde aile bütün gümüş paralarını oraya saklamış diye anlatıyorlar, ama o bölme asla bulunamadı… ”
“Hey!” dedi John Wesley. “Hadi gidip bakalım o eve! Gizli bölmeyi biz buluruz! Gerekirse evin bütün tahtalarını tek tek yerinden söker yine buluruz! Şimdi kim yaşıyor o evde? Nereden sapmak lazım? Baba ya, babaannemin dediği yerden sapsak olmaz mı, ne olursun!”
“Hiç gizli bölmesi olan bir ev görmedik!” diye bağırdı June Star avazı çıktığı kadar. “Gizli bölmeli eve gidelim! Baba ya, gizli bölmeli eve bakmaya gitsek olmaz mı, ne olursun!”
“Buradan pek uzak değil, ondan eminim,” dedi babaanne. “En fazla yirmi dakikalık yol.”
Bailey dümdüz ileri bakıyordu. Çenesi bir at nalı kadar katıydı. “Hayır,” dedi.
Çocuklar, gizli bölmeli evi görmek istiyoruz diye tutturup bağırış çağırış bir yaygara kopardılar. John Wesley ön koltuğa bir tekme attı ve June Star annesinin omzuna asılıp kadının kulağına tatilde bile hiç eğlenmediklerini ve asla KENDİ istediklerini yapamadıklarını söyleyerek mızmızlandı. Bebek bağırmaya başladı ve John Wesley sürücü koltuğunun sırtını öyle bir tekmeledi ki babası darbeleri ta böbreğinde hissetti.
Bailey “Yeter!” diye bağırdı ve arabayı yolun kenarına çekti. “Biraz susar mısınız artık? O çenelerinizi bir saniyeliğine tutar mısınız rica etsem? Eğer susmazsanız hiçbir yere gitmeyeceğiz.”
“Çocuklar için çok eğitici bir gezi olurdu,” diye mırıldandı babaanne.
“Tamam, peki,” dedi Bailey, “ama şunu iyice bilin ki bir daha ne olursa olsun böyle bir şey için durmayacağız. Bu ilk ve son olacak.”
“Sapman gerekentoprak yol yaklaşık bir mil geride kaldı,” diye tarif etti babaanne. “Yanından geçerken mil saatine bakmıştım.”
“Toprak yol ha, bir o eksikti,” diye sızlandı Bailey.
Ters yöne dönüp toprak yola doğru giderlerken babaanne evin daha başka özelliklerini anımsadı: ön kapının üzerindeki güzelim vitrayı, sonra koridordaki kandili. John Wesley gizli bölmenin büyük ihtimalle şöminenin içinde olduğunu söyledi.
“O eve giremeyeceksiniz ki,” dedi Bailey. ‘İçinde yaşayanları tanımıyorsunuz bile.”
“Siz kapıda ev sahipleriyle konuşurken, ben arka tarafa dolanıp bir pencereden içeri girerim,” diye bir öneride bulundu John Wesley.
“Hepimiz arabada oturacağız,” dedi annesi.
Toprak yola saptılar ve araba fırıl fırıl dönenen pembe tozların girdabında tangır tungur ilerlemeye başladı. Babaanne asfalt yolların olmadığı ve otuz milin bir günlük yolculuk anlamına geldiği zamanlan andı. Toprak yol inişli çıkışlıydı, beklenmedik çukurluklarla doluydu ve aşağısı uçurum olan toprak setlerde keskin, korkutucu kavisler çiziyordu. Bir an bir tepeye çıkıyor, ağaçların mavi başlarını miller boyunca ayaklarının altına serilmiş olarak görebiliyor, derken birden toz kaplı ağaçların kendilerine tepeden baktığı kırmızı bir koyağa gömülüveriyorlardı.
“Bu yer bir dakika içinde karşımıza çıktı çıktı,” dedi Bailey, “yoksa gerisingeri döneceğim.”
Yol, aylardır üzerinden tek bir araba bile geçmemiş gibi duruyordu.
“Bir şey kalmadı,” dedi babaanne ve bunu demesiyle birlikte aklına korkunç bir şey geldi. Aklına gelen şey öylesine utanç vericiydi ki yüzü kıpkırmızı kesildi, gözleri sulandı ve havaya fırlayan ayaklan köşede duran valizini devirdi. Valiz yerinden kıpırdar kıpırdamaz, sepetin üzerine örttüğü gazeteden kapak bir hırlamayla yükseldi ve kedi Pitty Sing, Bailey’nin omzuna sıçradı.
Çocuklar yere savruldu ve anneleri, kucağında sıkı sıkı kavradığı bebekle birlikte kapıdan dışarı fırlayıp yola yuvarlandı; ihtiyar hanım da ön koltuğa fırlamıştı. Araba bir takla attı, yoldan çıkıp aşağıdaki bir sel çukurunun içine sol tarafı üzerine düştü ve sağ tekerlekleri havada kalarak durdu. Bailey boynuna bir tırtıl gibi yapışmış kediyle -boz çizgili, yayvan beyaz suratlı ve turuncu burunlu bir hayvandı- sürücü koltuğunda kalakalmıştı.
Çocuklar kollarını bacaklarını oynatabildiklerini görünce hiç vakit kaybetmeden sürüne emekleye arabadan çıkıp “KAZA geçirdik! KAZA geçirdik” diye bağrışmaya başladılar. Babaanne ön panelin altında iki büklüm kıvrılıp kalmış, Bailey’nin öfkesine hemen oracıkta yem olmamak için hiç değilse yaralanmış olmayı umut ediyordu. Kazadan önce aklına gelen o korkunç şey, öylesine capcanlı hatırladığı evin Georgia’da değil, Tennessee’de olduğuydu.
Bailey kediye iki eliyle birden yapışıp onu boynundan söktü ve pencereden dışarı, bir çam ağacının yanına fırlattı. Sonra arabadan indi ve çocukların annesini aramaya koyuldu. Anne kucağında avazı çıktığı kadar ağlayan bebekle, kızıl bağırlı hendeğin kenarında oturuyordu, ama yüzünün aşağısındaki bir kesik ve omzundaki kırık dışında önemli bir şeyi yoktu. ”Biz KAZA geçirdik!” diye haykırdı çocuklar zevkten kendilerinden geçmişçesine.
”Ama kimse ölmedi,” dedi June Star hayal kırıklığıyla, babaannesi topallayarak arabadan çıkarken; ihtiyar hanımın şapkası halen başındaydı, ama ön kenarı kırılmış, hoppa bir açıyla havaya kalkmıştı ve menekşe demeti şapkanın kenarından aşağı sarkıyordu. Çocuklar hariç hepsi hendeğe oturup kazanın şokunu atlatmaya çalıştılar. Hepsi de tir tir titriyordu.
”Belki bir araba çıkagelir,” dedi çocukların annesi kısık bir sesle.
“Sanının iç organlarımdan biri zedelendi,” dedi babaanne elini böğrüne bastırarak, ama kimse ona cevap vermedi. Bailey’nin dişleri takırdıyordu. Parlak mavi papağanlarla bezeli san spor bir gömlek vardı üzerinde ve yüzü de gömleği kadar sarıydı. Babaanne o evin Tennessee’de olduğunu söylememeye karar verdi.
Yol yaklaşık üç metre yukarılarında kalmıştı ve tek görebildikleri, yolun öbür yanındaki ağaçların tepeleriydi. Oturdukları hendeğin arkasında da yine upuzun ağaçlarla dolu karanlık ve derin koruluklar uzayıp gidiyordu. Birkaç dakika sonra az ileride bir bayırın tepesinde, içindekiler sanki kendilerini seyrediyorrnuşça-sına ağır ağır yaklaşan bir araba gördüler. Babaanne ayağa kalktı ve dikkatlerini çekmek için kollarını abartılı hareketlerle sallamaya koyuldu. Araba ağır ağır ilerlemeye devam etti, bir dönemeçte gözden kayboldu, derken kaza yaptıkları bayırın tepesinde daha da yavaşlamış olarak yeniden belirdi. Cenaze arabasını andıran, ahı gitmiş vahı kalmış kocaman kara bir otomobildi bu. İçinde üç adam vardı.
Otomobil tam onların tepesinde durdu ve sürücüsü, sabit, ifadesiz bir bakışla, hiç konuşmaksızın aşağıya, oturdukları yere doğru bir süre baktı. Sonra başını çevirdi, diğer ikisine bir şeyler mırıldandı ve iki adam arabadan indiler. Biri, siyah bir pantolonla, ön tarafında kabartma gümüş bir aygır bulunan kırmızı bir eşofman üstü giymiş şişman bir oğlandı. Aşağı inip sağ taraflarına geçti ve dudakları belli belirsiz bir çeşit sırıtışla biraz aralanmış halde durup gözlerini onlara dikti. Diğeri haki pantolon ve mavi çizgili bir palto giymiş, adamakıllı aşağıya çekildiğinden yüzünün neredeyse tamamını gizleyen gri bir de şapka takmıştı. O da ağır ağır aşağıya inip sol taraflarına geçti. İki adam da tek kelime etmedi.
Sürücü arabadan indi ve arabanın yanında dikilip tepeden onlara bakmaya koyuldu. Diğer ikisinden daha yaşlıydı. Saçları yeni yeni ağarmaya başlamıştı ve kendisine mürekkep yalamış bir adam havası veren gümüş çerçeveli bir gözlük takıyordu. Suratı uzun ve kırışıktı; sırtında ne bir gömlek ne de fanila vardı. Altına kendisine fazla dar gelen bir kot pantolon giymişti ve elinde kara bir şapkayla, bir de tabanca tutuyordu. Diğer ikisinin de tabancası vardı.
“Biz ^KAZA geçirdik!” diye bağrıştı çocuklar.
Babaanne, gözlüklü adamı bir yerlerden tanıdığına dair tuhaf bir hisse kapıldı. Yüzü, onu öteden beri tanırmış gibi aşina gelmişti, ama kim olduğunu bir türlü çıkaramıyordu. Adam arabadan uzaklaştı ve yanlış bir yere basıp da kaymamak için dikkatli adımlar atarak toprak setten aşağı inmeye koyuldu. Yanık tenliydi, beyaz ayakkabılarının içine çorap giymemişti, ayak bilekleri kırmızı ve inceydi. “Hayırlı günler,” dedi. “Bakıyorum ufak bir kazaya kurban gitmişiniz.”
“İki takla attık!” dedi babaanne.
“Bir,” diye düzeltti adam. “Olayı baştan sona gördük biz. Hi-ram, dene şu arabayı hele, bakalım çalışıyor mu,” dedi sessizce gri şapkalı oğlana.
“Neden tabanca taşıyorsun sen?” diye sordu John Wesley. “O tabancayla ne yapacaksın ki?”
“Bayan,” dedi adam çocukların annesine, “bir zahmet o çocuklara ünleyip yanına oturmalarını söyler misin? Çocuklar sinirlerimi oynatıyor. Olduğunuz yerde kalıp oracıkta beraberce oturmanızı istiyorum hepinizden.”
“Sen niye BİZE ne yapacağımızı söylüyorsun ki?” diye sordu June Star.
Arkalarındaki sıra sıra ağaçlar, kapkaranlık açık bir ağız gibi görünüyordu.
“Lütfen bayım, bakın,” diye söze girdi Bailey birden, “inanın çok zor bir durumdayız. Biz bir… ”
Babaanne bir çığlık koyverdi. Güçbela doğrulup ayağa kalktı ve adama öylece bakakaldı. “Sen o Ayarsız’sın!” dedi. “İlk bakışta tanıdım seni!”
“Evet bayan,” dedi adam, tanınmaktan gayriihtiyari memnun olmuş gibi hafifçe gülümseyerek, “ama kim olduğumu hiç çıkar-masaydın hepiniz için daha hayırlı olurdu doğrusu.”
Bailey başını keskin bir hareketle çevirip annesine öyle bir şey dedi ki çocuklar bile dehşete düştü. İhtiyar hanım ağlamaya başladı ve Ayarsız’ın yüzü kızardı.
“Bayan,” dedi, “boş yere üzme canını. Bazı zaman insan gönlünden geçmeyen şeyler söyler, olur öyle. Öyle demek istememiştir sana, eminim.”
“Bir hanımefendiyi vurmaya elin varmaz, öyle değil mi?” dedi babaanne ve kol ağzından temiz bir mendil çıkarıp onu gözlerine çarpmaya koyuldu.
Ayarsız ayakkabısının burnuyla toprağa küçük bir delik oydu, sonra deliği gerisingeri örttü. “Öyle bir şeye mecbur kalmayı inan hiç istemezdim,” dedi.
“Bak,” dedi babaanne neredeyse bağırarak, “senin iyi bir insan olduğunu biliyorum. Damarlarında dolaşan kanın alelade olmadığı her halinden belli. İyi bir aileden geldiğine adım gibi eminim!”
“Doğru bayan,” dedi, “onlardan iyisi yoktur.” Gülümseyince, sağlam, beyaz bir dizi diş sergiledi. “Tanrı annemden daha iyi bir kadın yaratmışsa ben de ne olayım, babacığım da altın kalpli bir adamdı, henı de ne altın, yirmi dört ayar,” dedi. Kırmızı eşofman üstü giyen oğlan arkalarına dolanmış, kalça hizasında tuttuğu tabancasıyla dikiliyordu. Ayarsız yere çömeldi. “O çocuklardan gözünü ayırmayasın Bobby Lee,” dedi. “Onlardan nasıl sinir aldığımı iyi bilirsin.” Altısının birden önü sıra birbirlerine sokulmuş halde oturuşuna baktı, sanki konuşacak bir konu bulamazmış da bu yüzden mahcup olmuş gibiydi. “İşe bakın, havada tek bulut yok,” diye gözlemledi, başını kaldırıp göğe bakarak. “Güneş de meydanda değil gerçi, ama tek bir bulut da yok.”
“Evet, güzel bir gün,” dedi babaanne. “Sana bir şey söyleyeyim mi,” dedi, “bana sorarsan kendine Ayarsız demen çok yanlış, çünkü ben içten içe iyi bir adam olduğunu biliyorum. Sana şöyle bir bakınca bile görebiliyorum bunu.”
“Sus artık!” diye bağırdı Bailey. “Sus! Hepiniz susur, bu işi bana bırakın!” Az sonra öneatılıp koşmaya başlayacak bir koşucu gibi çömelmişti yere, ama hiç kımıldamadı.
“Sağ olasın bayan, eksik olma,” dedi Ayarsız ve tabancasının dipçiğiyle toprağa küçük bir daire çizdi.
“Bu arabayı adam etmeyi yanın saat say,” diye seslendi Hi-ram, açık kaputun üzerinden onlara doğru bakarak.
“O zaman senle Bobby Lee, bu bayla şu küçük oğlanı alıp şu yana bir gezmeye götürün ilkin,” dedi Ayarsız, Bailey ile John Wes-ley’yi işaret ederek. “Çocuklar sana bir şey soracaklarmış,” dedi Bailey’ye. “Birrica etsem onlarla beraber ağaçlığın oraya kadar gider misin?”
“Bakın,” diye atıldı Bailey, “çok müşkül bir durumdayız! Kimse durumun vahametinin farkında değil,” derken sesi çatallandı. Gömleğindeki papağanlar kadar mavi ve parlak olan gözleri taş kesilmiş gibi duruyordu.
Babaanne sanki koruluğa oğluyla birlikte gidecekmiş gibi uzanıp şapkasını düzeltmeye davrandı, ama daha dokunur dokunmaz şapkanın kenarı kopup elinde kaldı. Elindeki kenarlığa bakarak bir saniye boyunca durdu, neden sonra paçavraya dönmüş hasırın yere düşmesine göz yumdu. Hiram, ihtiyar bir adama yardım eder gibi Bailey’yi kolundan çekip ayağa kaldırdı. John Wesley babasının eline yapıştı ve Bobby Lee de peşlerinden gitti. Koruluğa doğru uzaklaştılar ve o karanlık kıyıya vardıklan an, Bailey arkasına döndü ve çıplak, boz bir çam ağacının gövdesine tutunarak bağırdı: “Bir dakikada dönerim anne, bekle beni!”
“Hemen şimdi geri gel!” diye bağırdı annesi acı acı, ama birlikte koruluğa dalıp gözden kayboldular.
“Bailey evladım!” diye seslendi babaanne acıklı bir sesle, ama aynı anda önünde çömelmiş oturan Ayarsız’a bakıyor olduğunu idrak etti. “Senin iyi bir insan olduğunu biliyorum, nasıl diye sorma, biliyorum işte,” dedi ümitsizce. “Sıradanlıkla uzaktan yakından alakan yok senin!”
“Hayırbayan, iyi bir insan filan değilim ben,” dedi Ayarsız bir saniye sonra, sanki ihtiyar hanımın dediğini kafasında uzun uzadıya ölçüp tartmış gibi. “Gerçi dünyanın en kötü insanı da sayılmam ya. Benim peder abilerimle ablalarımdan daha başka cins bir köpek olduğumu söyler dururdu. ‘Bu işler böyledir,’ derdi, ‘insan var, etliye sütlüye hiç karışmadan yaşar gider, insan var illa deşer de deşer, her bir şeyin nedenini nasılını öğrenmedikçe rahat edemez. Aha bizim oğlan da böyle, illaki her şeyi kurcalayacak, onu da bilecek bunu da. Nah şuraya yazıyorum, hayatta bulaşmadığı şey kalmayacak bunun!”‘ Kara şapkasını taktı, birden havaya baktı, sonra yeniden mahcup olmuş gibi koruluğun derinliklerine doğru çevirdi başını. “Sizin gibi bayanların karşısında böyle gömleksiz mömleksiz duruyorum ama, kusura kalmayın,” dedi omuzlarını hafifçe kamburlaştırarak. “Kaçtığımızda sırtımızdaki mapushane urbalarını gömdüydük, belimizi doğrultana kadar böyle idare ediyoruz işte. Üstümüzdekileri de yolda rastladığımız kimselerden ödünç aldık zaten,” diye açıkladı.
“Hiç önemli değil, öyle şeyin lafını etmeye değmez,” dedi babaanne. “Belki Bailey’nin valizinde fazladan bir gömleği vardır.”
“Şimdi hemen bakar gelirim,” dedi Ayarsız.
“Onu nereye götürüyorlar?” diye bağırdı çocukların annesi.
“Benim peder de âlem adamdı ya,” dedi Ayarsız. “Bir bakışta insanın içini okurdu, kimse tufaya düşüremezdi onu. Öyle benim gibi kanunla hükümatla başı belaya girmedi, o ayn. Onların dilinden konuşmasını, nabza göre şerbet vermesini bilirdi de ondan.”
“Sen de dürüst bir hayat sürebilirsin, yeter ki bunu gerçekten iste,” dedi babaanne. “Bir yere yerleşip rahat bir hayat sürmek ne kadar güzel olurdu düşünsene, her an peşimde kim var diye tasalanıp durmak zorunda kalmazdın hiç değilse.”
Ayarsız ihtiyar hanımın dediğini düşünürmüş gibi tabancasının dipçiğiyle toprağı kazımayı sürdürdü. “Evet bayan, her an illaki birileri peşimizde,” diye mırıldandı.
Babaanne adamın şapkasının altından görünen kürekkemikle-rinin nasıl da ince olduğunu fark etti, çünkü ayağa kalkmış ona tepeden bakıyordu. “Hiç dua ediyor musun?” diye sordu.
Adam başını iki yana salladı. Babaannenin tek görebildiği kü-rekkemikleri arasında iki yana salınan kara şapka oldu. “Hayır bayan,” dedi.
Koruluktan bir silah sesi yükseldi, hemen ardından bir tane daha. Sonra sessizlik. Miyar hanımın başı bir anda görünmez bir el tarafından çevrilmişçesine o yöne döndü. Rüzgânn derin, tatminkar bir iç çekiş gibi ağaçların tepelerinde gezindiğini işitebiliyordu. ”Bailey evladım!” diye seslendi.
”Kilisede şarkı söylediydim bir zaman,” dedi Ayarsız. ”Girip çıkmadığım iş kalmadı ya. Askerlik desen ettim, karada denizde, hem memlekette hem gurbette, iki sefer de evlendim, mezarcılık yaptım, demiryolunda ırgatlıkettim, ToprakAna’yı sürdüm, birka-sırgadan sağ çıktım, bir seferinde bir adamı canlı canlı yaktıklarını gördüm.” Başını kaldırıp birbirlerine sokulmuş oturan anneyle küçük kızına, onların bembeyaz kesilmiş yüzlerine, camlaşmış gözlerine baktı. ”Bir kadının kırbaçlandığına bile şahit oldum,” dedi. “Dua et, dua,” diyebildi babaanne, “dua et…”
“Hiçbir zaman dakötü bir oğlan değildim hatırladığıma göre,” dedi Ayarsız neredeyse hülyalı bir sesle. ”Ama kendimce bir yol tutturmuş giderken bir an geldi, bir kabahat işledim ve mapusha-neye tıkıldım. Orada diri diri gömdüler beni.” Başını kaldırdı, sabit bir bakışla ondan yana bakarak babaannenin gözünü kendisinden ayırmamasını sağladı.
”İşte o zaman dua etmeye başlaman gerekirdi,” dedi ihtiyar hanım. ‘ilk seferinde ne yapmıştın da seni hapise attılar peki?”
”Sağına dönsen duvar,” dedi Ayarsız yeniden bulutsuz göğe bakarak, ”soluna dönsen duvar. Başını kaldırsan tavan, aşağı baksan yer. Ne yapıp da oraya düştüğümü inan ki kendim de unuttum gitti, bayan. Kaç gün kaç gece oturup kafamı kırdım, neydi o kabahat diye bulup çıkarmaya çalıştım, daha da bilmiyorum ne ettiğimi, hatırlayamıyorum. Arada bir aklıma gelir gibi oluyordu sanki, öyle zannediyordum, ama hiç gelmedi.”
”Belki seni yanlışlıkla hapse atmışlardı,” diye mırıldandı ihtiyar hanım belli belirsiz.
”Yok bayan,” dedi. ”Yanlışlık manlışlık değildi. Hakkımda kâğıtlar vardı ellerinde.”
“Bir şey çalmışsındır herhalde,” dedi babaanne.
Ayarsız küçümser bir edayla hafifçe gülümsedi. “Kimsenin hiçbir şeyinde gözüm yoktu ki,” dedi. “Mapusta bir deli doktoru vardı, o söylediydi, güya babamı öldürmüşüm de ondan deliğe atmışlar beni, ama tabii kuyruklu yalandı. Benim peder dokuz yüz on dokuz senesinde gripten öldü, o sıra bir salgın vardı, benim nereden alakam olsun onun ölümüyle. Mount Hopewell Baptist kilisesinin mezarlığına gömdüler onu, inanmazsan git kendi gözlerinle gör.”
“Dua etsen,” dedi ihtiyar hanım, “İsa yardım ederdi sana.”
“Doğru diyorsun,” dedi Ayarsız.
“O zaman neden dua etmiyorsun madem?” diye sordu babaanne birden zevkten titreyerek.
“Kimsenin yardımına muhtaç değilim ben,” dedi adam. “Kendi başıma gayet güzel geçinip gidiyorum.”
Bobby Lee ile Hiram sallana sallana koruluktan geri döndüler. Bobby Lee üstünde parlak mavi papağanlar olan bir gömlek taşıyordu elinde.
“O gömleği at hele bana Bobby Lee,” dedi Ayarsız. Gömlek ona doğru uçup omzuna kondu ve adam gömleği sırtına giydi. Babaanne gömleğin kendisine neyi hatırlattığını bir türlü çıkaramadı. “O işler senin bildiğin gibi değil bayan,” dedi Ayarsız gömleğin önünü iliklerken. “Çok şeyler gördüm geçirdim, sonunda şunu anladım, suç dediğinin ne olduğu hiç fark etmiyor. İster onu yap ister bunu, ha adam öldürmüşsün ha arabasından bir teker aşırmışsın, hepsi bir, çünkü er ya da geç nasıl olsa ne yaptığını unutup gideceksin ve yalnızca cezanı çekeceksin.”
Çocukların annesi sanki nefes alamıyormuşçasına öğürür gibi sesler çıkarmaya başlamıştı. “Bayan,” dedi Ayarsız, “küçük kızla sen, Bobby Lee ve Hiram’la beraber şu yana kadar yürüyüp kocana katılır mısın rica etsem?”
“Evet, teşekkür ederim,” dedi anne ölgün bir sesle. Sol kolu omzundan aşağı cansız cansız sarkıyor, öbür kolunda da uykuya dalmış bebeği tutuyordu. “Bayana yardım et Hiram,” dedi Ayarsız, kadın kucağında bebekle hendeğin kenarından tırmanıp çıkmaya çabalarken. “Sen de, Bobby Lee, o küçük kızın elinden tut.”
“Ben onunla el ele tutuşmak istemiyorum,” dedi June Star. “Domuza benziyor.”
Şişman oğlan kızardı ve güldü, kızın koluna yapıştığı gibi Hi-ram ile annesinin peşinden onu koruluğa doğru sürükledi.
Ayarsız’la yalnız kalınca, babaanne sesini yitirdiğini fark etti. Havada ne bir bulut vardı, ne de bir damla güneş. Etrafında ağaçlardan başka hiçbir şey yoktu. Ona dua etmesi gerektiğini söylemek istiyordu. Birkaç kez ağzını açıp kapadı, ama nafile, hiç ses çıkmadı. Nihayet ‘Isa, İsa,” derken buldu kendini, İsa sana yardım eder anlamında söylüyordu bunu, ama ağzından öyle bir çıkmıştı ki, küfür ettiği de sanılabilirdi.
“He ya, bayan,” dedi Ayarsız onunla aynı fikirdeymiş gibi. “İsa her bir şeyin dengesini bozdu. Esasında O’nun başına gelen işin, benim başıma gelenden pek bir farkı yoktu, lakin O bir suç işlememişti, benimse suç işlediğimi kanıtlayabiliyorlardı çünkü hakkımda kâğıtlar vardı ellerinde. Tabii,” dedi, “o kâğıtları bana hiç göstermediler. Ondan temelli, her şeyin altına imzamı basıyorum artık. Çok zaman önce kendi kendime dedim ki, bir imza bul kendine, yaptığın her şeyi bir güzel yazıp altını imzala, aklın varsa da o kâğıtları bir kenarda sakla. İşte o zaman ne yaptığını bilirsin, suçu cezanın yanına getirip koyarsın, bakalım tutuşuyorlar mı, böylecene sana yanlış yapıldığını kanıtlayacak bir şey olur elinde. Kendime Ayarsız diye isim taktım,” dedi, “çünkü bir kefeye işlediğim bütün kabahatleri, öbürüne de ceza niyetine bana çektirdikleri onca çileyi koyduğumda ayarları birbirini tutmuyor.”
Ağaçların arasından önce kulak tırmalayan bir çığlık, hemen peşinden de bir silah sesi geldi. “Birinin öldüresiye cezalandırıldığı yerde, başkasının hiç cezalandırılmaması sana doğru geliyor mu bayan?”
“Tanrım!” diye çığlık attı ihtiyar hanım. “Yemin ederim asil bir kan dolaşıyor damarlarında! Bir hanımefendiyi vurmaya elinin varmayacağını biliyorum! İyi bir aileden geldiğini biliyorum! Yalvarırım sana! İsa aşkına, bir hanımefendiyi vurmamalısın. Bütün paramı veririm sana!”
“Bayan,” dedi Ayarsız, gözlerini kadının üzerinden aşırıp koruluğun derinliklerine dikerek, “ölünün mezarcıya bahşiş verdiği daha duyulmamış.”
İki el daha ateş edildi ve babaanne susuzluktan inim inim inleyen ihtiyar bir hindi gibi başını kaldırıp, “Bailey evladım, Bailey evladım!” diye seslendi kalbi parçalanacakmışçasına.
“Şu dünyada ölüleri diriltebilmiş tek kişi İsa’ydı,” diye sürdürdü Ayarsız, “ve de bunu yapmaması lazımdı. Her şeyin dengesini bozdu. Sahiden dediğini yaptıysa, o zaman işin kolay, her bir şeyden vazgeçer O’nun peşine takılırsın, ha şayet yapmadıysa o zaman elinde avucunda kalan son birkaç dakikanın sefasını sürmekten gayrı yapacağın bir şey yok, şu kısacık ömrünü en kral şekilde değerlendirmeye bakarsın, artık birini mi öldürürsün, evini mi yakarsın, daha başka bir fenalık mı yaparsın, orası sana kalmış. Fenalıktan daha zevkli bir şey yok hayatta.” Sesi neredeyse bir hırıltıya dönmüştü şimdi.
“Belki ölüleri diriltmemiştir,” diye geveledi ihtiyar hanım, ne dediğini bilmeden; başı öyle kötü dönüyordu ki bacaklarını altına alarak hendeğe yığılırcasına çöküverdi.
“O günleri şahsen görmedim, o yüzden diriltmemişti diyemem,” dedi Ayarsız. “Keşke o zamanlan yaşasaydım,” dedi yumruğunu toprağa indirerek. “O günleri görmeyişim haksızlık, çünkü orada olsaydım kesin olarak bilirdim. İnan bana bayan,” dedi yüksek sesle, “orada olsaydım eğriyi doğruyu bilirdim, şimdi olduğum gibi olmazdım o zaman.” Sesi çatladı çatlayacak gibiydi ve babaannenin düşünceleri bir an berraklaştı. Adamın yüzünü ken-disininkine sokulmuş olarak, sanki ağlayacakmış gibi çarpılmış halde gördü ve mırıldandı: “Tabii ya, sen benim yavrularımdan birisin. Benim öz evladımsın!” Uzanıp adamın omzuna dokundu.
Ayarsız, bir yılan tarafından sokulmuş gibi geriye sıçradı ve onu göğsünden üç kere vurdu. Sonra silahını yere bıraktı, gözlüğünü çıkarıp temizlemeye koyuldu.
Hiram ile Bobby Lee koruluktan döndüler ve hendeğin tepesinde dikilip, tıpkı bir çocuğunkiler gibi altına toplanmış bacakları ve bulutsuz gökyüzüne doğru gülümseyen yüzüyle bir kan gölünün ortasında yan oturur yan yatar vaziyette yığılıp kalmış babaanneyi seyre durdular.
Gözlüğü yokken, Ayarsız’ın gözleri kızarık, solgun ve savunmasız görünüyordu. ‘ihtiyarı buradankaldırın da öbürlerini attığınız yere atın,” dedi bacağına sürtünen kediyi kucağına alarak.
“Kocakarı az geveze değildi, di mi?” dedi Bobby Lee, bir türkü tutturup hendeğe doğru inerken.
“Aslında iyi birkadın olabilirdi,” dedi Ayarsız, “tabii ömrünün her anı yanı başında onu zımbalayacak biri olaydı.”
‘1yi eğlendik!” dedi Bobby Lee.
“Kapa çeneni, Bobby Lee,” dedi Ayarsız. “Şu hayatta gerçekten zevkli olan tek bir şey yok.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap Adıİyi İnsan Bulmak Zor
- Sayfa Sayısı256
- YazarFlannery O'Connor
- ISBN9789753427494
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tuna’nın Büyülü Gemisi ~ Miyase Sertbarut
Tuna’nın Büyülü Gemisi
Miyase Sertbarut
Miyase Sertbarut’un, düşleri engin denizlerde yüzdürdüğü ödüllü öyküsü Tuna’nın Büyülü Gemisi, Gül Sarı’nın incelikli resimleri ve gözden geçirilmiş baskısıyla yeniden okurla buluşuyor. Hayal dünyasından gerçekliğe...
- Hop Eden Şey ~ Şiir Erkök Yılmaz
Hop Eden Şey
Şiir Erkök Yılmaz
Genellikle diyaloglar üzerine kurulu öykülerinde insan ilişkilerini sıcak, gerçekçi ve ironik bir dille yansıtan Şiir Erkök Yılmaz, ilk kez 26 yıl önce yayımlanan Hop...
- Sis ~ Miguel de Unamuno
Sis
Miguel de Unamuno
Ne büyük acılar ne de büyük sevinçler öldürür insanları; bu yüzden bu acı ve sevinçler, küçük küçük değersiz şeylerden oluşmuş muazzam bir sisle sarılı...