İyi Hikâye Nobel Ödüllü yazar J.M. Coetzee ile klinik psikolog Arabella Kurtz arasında geçen, psikoterapi ve hikâye anlatma sanatı üzerine büyüleyici bir diyalog. Coetzee ve Kurtz, psikanalitik kuramları ve terapi yöntemlerini edebiyat eserleriyle yan yana getirerek psikoterapiyi, psikoterapideki gelişim idealini, toplumsal bağlamı ve kurmacayı farklı açılardan ele alıyor.
Cervantes ile Dostoyevski gibi büyük yazarlardan ve Freud ile Melanie Klein gibi psikanalistlerin fikirlerinden yararlanan Coetzee ve Kurtz, psikanalitik psikoterapinin çok daha geniş toplumsal biçimlerinde yeni bir perspektif açılabileceği umuduyla kişinin kendini inceleme kapasitesi, kendi yaşam hikâyesinin yazarı olması, kurduğu kişisel anlatılarda hakikatin payı, belleğin işlenebilirliği, bastırma mekanizmasının çıkmazları, grup psikolojisi ve milliyetçilik ilişkisi gibi meseleleri yalın bir dille keşfe çıkıyor.
İyi Hikâye, psikoterapinin her geçen gün daha çok ön plana çıktığı çağımızda terapiye ilgi duyan edebiyatseverlere keyifli bir okuma vaat ederken aynı zamanda kendi hayat hikâyeleri üzerine düşünme fırsatı sunuyor.
BİR
Kişinin yaşam hikâyesinin yazarı olmasına (geçmişini icat etmesine) karşılık yalnızca anlatıcısı olması. İyi şekillenmiş bir hikâye üretmeye karşılık gerçek hikâyeyi anlatmak. Hikâyenin, ideal şartlar altında, dikkatli dinleyicisi olarak analist. Anlatıda duyma ve çözümleme dirençleri. Terapinin amacı: Hastanın sesini, anlatı kurarkenki hayal gücünü serbest bırakma.
J.M.C.: İyi (yani makul, hatta ilginç) bir hikâyenin nitelikleri nelerdir? Başka insanlara hayat hikâyemi anlattığımda –daha önemlisi, hayat hikâyemi kendime anlattığımda– bunu iyi biçimlendirilmiş bir mamule dönüştürme çabasıyla hiçbir şeyin olmadığı zamanları çabucak geçip çok şeyin olup bittiği zamanların dramasını şişirerek, anlatıya bir şekil verip beklenti ve gerilim mi yaratmalıyım, yoksa, aksine, tarafsız ve nesnel olup mahkeme salonlarının kriterlerini karşılayacak türden bir hakikati anlatmaya, gerçeği, yalnızca ve bütün gerçeği söylemeye mi çalışmalıyım? Hayat hikâyemle ilişkim nedir? Ben bu hikâyenin bilinçli yazarı mıyım, yoksa kendimi içimden taşan kelime akışını elden geldiğince az müdahaleyle dile getiren bir ses gibi mi görmeliyim sadece? Hepsinden öte, hafızamda tuttuğum malzemenin bolluğunu, bu bir ömürlük malzemeyi göz önünde bulundurunca ve Freud’un, düşünmeden (yani bilinçli bir şekilde düşünmeden) elediklerimin kendim hakkındaki en derin hakikatin anahtarı olabileceği yollu ikazını hesaba katınca, neleri dışarıda bırakmalıyım ve bırakmam gerekir? Diğer yandan, neleri düşünmeden dışarıda bıraktığımı bilmem mantıken nasıl mümkün olabilir?
A.K.: Bana kalırsa psikanalizin görevi en derindeki hakikati anlatmaya çalışmak ya da daha mütevazı ve isabetli bir ifadeyle, hakikatin anlatımına gösterilen dirençleri çözümlemek, ki böylelikle bireyin hikâyesi bir noktada mümkün olduğunca tam, tutarlı ve bütüncül bir şekilde ortaya çıkabilsin – çünkü süreç kesintisizdir, hikâye hep değişir. Kişinin çocukken anlatabileceği gerçek hikâye, aynı deneyimleri bir ergen, yetişkin vs. iken anlatabileceği halinden farklıdır. Freud seans odasında bilinçdışı deneyime erişmenin en iyi yolunun serbest çağrışım metodu olduğunu ileri sürdü ama, benim deneyimime göre, insanların beklediği şekilde işlemiyor bu.
Serbest çağrışımda hastadan elinden geldiğince serbest bir şekilde, normal toplumsal kural ve kibarlıklara takılmadan konuşması istenir, ne var ki hastanın keşfettiği şey ifade özgürlüğünün –kendi zihninin mahremiyetinde bile– ne kadar kısıtlı olduğu olur genellikle. Bu da bireyin savunmalarının nasıl işlediğini görmemize ve direncin analizi üzerinde çalışmamıza imkân tanır, ki bu da çoğu terapide işin büyük bir kısmıdır. Bir açıdan, psikanalizin amacının anlatısal ya da otobiyografik hayal gücünü serbest bırakmak olduğu söylenebilir. Eğer bu hattan gidersek, senin gibi bir yazarın bize, anlatıların seans odasında aldığı biçime dair sunabileceği içgörüler olabilir. J.M.C.: Pekâlâ. Öyleyse sana bir süredir aklımı kurcalayan bir soruyu sorayım. Bir terapist olarak seni bir hikâyeyle –buna kurmaca diyelim ama güçlendirici bir kurmaca– hastaya kendini kendi hakkında iyi hissettiren, daha iyi sevebilen ve çalışabilen bir şekilde dış dünyaya çıkmasına yetecek kadar iyi hissettiren bir hikâyeyle işbirliği yapmak, oyuna katılmak yerine, hastayı kendiyle ilgili hakikatle yüzleştirmek istemeye iten ne?
Aynı soruyu sormanın daha radikal bir yolu şu: Bütün otobiyografiler, bütün yaşam anlatıları, en azından inşa olmaları itibarıyla kurmaca değil mi? (Kurmaca [fiction] Latince fingere’den, şekil vermek, kalıba dökmek, biçimlendirmekten gelir.) Burada öne sürülen, otobiyografinin özgür olduğu, yani hayat hikâyemizi canımızın istediği gibi uydurabileceğimiz değil. Daha ziyade, otobiyografimizi uydururken rüyalarımızdakiyle aynı özgürlüğü kullandığımız, hatırlanan bir gerçekliğin öğelerine, bize meçhul kuvvetlerin etkisiyle bile olsa, kendimize ait bir anlatı biçimi dayattığımız yönünde bir iddia. İkimizin de bildiği gibi, hedef olarak kendine açıkça özneye kendisini iyi hissettirmeyi koyan ve başa çıkılamayacak kadar ağırsa, hakikat kriterini gözden çıkarmaya meyyal, çeşit çeşit kişisel gelişim terapisi var.
Bu tip terapileri küçümseme eğilimindeyiz. Ürettikleri tedavinin yalnızca görünürde bir tedavi olduğunu, öznenin önünde sonunda gerçekliğe tekrar çarpacağını söylüyoruz. Ama ya, bir tür toplumsal mutabakatla, suyu bulandırmamaya, ortalığı karıştırmamaya, aksine, bazı terapi gruplarında olduğu gibi, birbirimizin fantezilerini olumlamak üzere bir araya gelmeyi kabul edersek? O zaman ortada çarpacak bir gerçeklik de kalmaz. Liberal ve din sonrası kültürümüzde anlatısal hayal gücünü içimizdeki iyicil bir güç gibi görme eğilimdeyiz. Ama buna, öz-anlatıların pek çok insanın hayatında nasıl işlediğine dair deneyimlerimize dayanarak başka bir şekilde de bakılabilir:
Anlatısal hayal gücü, kendimiz ve çevremiz için bize en çok uyacak hikâyeyi, geçmişteki ve şimdiki davranışlarımızı meşrulaştıracak, bizim genel olarak haklı, başkalarının genel olarak hatalı olduğu hikâyeyi yontmak için kullandığımız bir yeti gibi de görülebilir. Bu öz-anlatı gerçeklikle, şeylerin aslındaki haliyle göz göre göre çarpıştığında, gözlemciler olarak bizler öznenin sanrıya kapıldığını, öznenin hayal gücünün ürettiği kendi-için-hakikatin gerçek hakikatle çeliştiği sonucuna varırız. Buradan hareketle, hastanın hayat hikâyesini uydurmakta özgür olmadığını, kendisi hakkında hikâyeler uydurmanın gerçek dünyada ciddi sonuçlar doğurabileceğini fark etmesini sağlamak terapistin görevlerinden biri değil midir? A.K.: Ama kişinin hayatı hakkında kurduğu, senin anlattığın türden kendine fazla hizmet eden anlatının bir zayıflığı, kırılganlığı, kendi koşullarında dağılıp çözülmeye bir meyli olacaktır zaten.
Psikanaliz faaliyeti, dikkatli dinlemeyle seçici yorumun karışımı şeklinde tarif edilebilir – yorumlar hayat hikâyesinin tutmadığı, alttan daha ikna edici başka bir hikâyenin çıkabilme ihtimaline göz kırptığı yanlarına yöneliktir. Psikanalizin amacının anlatısal hayal gücünü özgürleştirmek olduğunu düşündüğümü söylerken kastım bu. Bir yazar olarak sende bu fikrin, daha hakiki bir anlatı bulmak için maske-anlatıları irdeleme fikrinin bir karşılığı var mı? Burada hakikatten kastım şiirsel ya da duygusal bir hakikat gibi, bir şeyin hem kendine sadık, kendi içinde tutarlı olması hem de dışarıdaki şeylere denk düşmesi; ama bunun ille de saydam ya da doğrudan bir şekilde olmaması.
Ve bence yazarların bildiği, psikoterapistlerin de onlardan öğrenebileceği bir şey de şu: Hem doğru hem de yeni ya da yeni bilincine varılmış bir şeye ulaşmaya çalışmanın en iyi yolu çoğunlukla yaratıcılıktan geçer; toplumsal ve müşterek gerçekliğimizde yerleşik olana, incelenmeden gerçek koşulana uymaz en azından. Nispeten iyi psikoterapistlerin, nispeten iyi ve sempatik dinleyiciler gibi, bir anlatının içsel tutarlılığına –biçim ve içerikteki tutarsızlık ve aksamalarda peyderpey ortaya çıkan, dile getirilmemiş arzu ve hüsranlara– daha çok dikkat kesildiğine ve bir durumun gerçekliğine dair dışsal fikirlerle ya da bir hayatın nasıl yaşanmasına gerektiğine dair peşin mefhumlarla kendilerini daha az dayattıklarına inanıyorum.
İKİ
Yazarlar ve yazarların sıkıntılı (belki kendine hizmet eden) hakikat mefhumları. Belleğin işlenebilirliği. Anıları sabitlemeye karşılık hayat hikâyesini yeniden yazmak için bellek deposunu yağmalamak. Kişinin kendi benliğini icat etmesinin cazibesi. Kendi benliğini özgürce icat etmenin toplumsal sonuçları. Terapi karşılaşmasında hastanın hakikati. Dinamik (evrilen) hakikat. Terapistin arabulucu rolü. Özneler arası hakikat. Sempati. Kalbin rolü, zihnin rolü. Pervasız benlik-icadını kısıtlama mahiyetiyle müşterek toplumsal deneyim. Sanat dersleri. Özneler arası bir deneyim olarak sanat eseriyle karşılaşma. Kişinin kendi perspektifini mesken edinişinde özgür olmayı öğrenmesi; klinik bir örnek.
J.M.C.: Geçen sefer sorduğum sorunun üzerine gitme gereği duyuyorum: Terapistin hedefi (bilerek terapinin hedefi demiyorum) hastayı hayatının gerçek hikâyesiyle yüzleştirmek mi yoksa ona, daha yeterli bir düzeyde (yani, minimal Freud’cu reçetede yeniden sevebilmeye ve yeniden çalışabilmeye tekabül eden şekilde, daha mutlu) yaşamasını sağlayacak bir hayat hikâyesi sunmak mı? Terapi pratikte ne kadar esnek olmayı göze alabilir? Terapist her zaman ideal sonucu arzular elbette, bütün gerçeği ve bu bütün gerçeğin hasta tarafından kabul edilmesini, benimsenmesini arzular; ama zaman ve para kısıtlamaları göz önünde bulundurulduğunda, terapist çoğu zaman yeterince-iyi bir sonuca, bütün gerçeğe olmasa da hastayı çalışma düzenine döndürmeye yetecek kadar iyi bir gerçeğe razı gelmiyor mu?
Freud’un daha az karamsar anlarında yazdıklarını okuduğumda, bana biraz sorgusuz sualsiz gelen bir şekilde, şu reçeteyi yankıladığını düşünüyorum: Gerçeği bileceksin ve gerçek seni özgür kılacak. Sorum şu: Terapinin hedefi hastayı özgür bırakmaksa, özgürlüğe çıkan tek yol hakikat midir? Amaç hastayı yeniden rayına oturtmaksa, gerçeğin bir versiyonu, bütün gerçek kadar kapsamlı olmasa da, belki ânın taleplerine (hastanın güncel durumunun taleplerine) göre biçilmiş bir versiyonu da eşit derecede iş görmez mi? Bu sorunun acilen cevaplanması gerektiğini düşünüyorum çünkü en az Platon’un zamanından beri şairler (yani hikâye uyduran insanlar) her şeyden önce hakikate sadık olmadıkları gerekçesiyle suçlanıyor. Şairler de genellikle hakikate inanmadıklarını, ama hakikati teşkil eden şeye dair kendi tanımları olduğunu söyleyerek savunuyor kendini. Bu tanımlar incelendiğinde çoğu zaman karışık oldukları görülür. Şiirsel hakikat, kısmen, dünyayı doğru (“hakikatli”) bir şekilde yansıtma meselesidir ama aynı zamanda, yine kısmen, içsel tutarlılık, zarafet gibi meselelerdir – diğer bir deyişle, özerk estetik kriteri karşılamaktır mevzubahis. Platon’un şairlere itirazının özünde şairlerin hakikatle güzellik arasında seçim yapmaları gerektiğinde hakikati feda etmeye dünden hazır olmaları yatar. Şairlerin savunmalarının özüyse, güzelliğin kendi kendisinin hakikati olmasıdır.
Hemen hemen bütün yazarların pratiğinde “güzellik hakikattir” savının bir çeşitlemesini bulursunuz. “Bu hikâyeyi uyduruyor olabilirim ama; hikâyenin içsel bütünlüğü, makullüğü, doğruluk ve kaçınılmazlık hissiyle alakalı esrarengiz sebeplerden ötürü, bize her şeye karşın bir açıdan hakiki, en azından hayatımız ve yaşadığımız dünya hakkında hakiki bir şey anlatıyor.” Şair, der Plato, bizi eşyanın hakikatiyle ilgili kendi görüşüne ikna eder ve bunun için de tüm şiirsel numaralarını ve donanımını kullanır. Bu açıdan şair, hedefi hakikate ulaşmak değil, sizi kendi düşünce biçimine çekmek olan retorikçi gibidir. Terapi durumuna dönüyorum. Bir terapist sıfatıyla beni, hastanın bana anlattıklarını kullanarak onun şimdiye kadarki hayatına dair ikna edici (yani makul) bir anlatı kurmayı ve bu anlatı çizgisinin hastanın sevebileceği ve üretken bir şekilde çalışabileceği bir geleceğe nasıl uzanabileceğine dair ikna edici bir taslak çıkarmayı hedeflemekten alıkoyan şey nedir? Aşikâr cevap şu: Alıkoyan şey hakikate sadakatimdir.
Ama pratikte gerçeğe, bütün gerçeğe, nihayetsiz bir analiz olmadan erişilebilir mi? Ve nihayetsiz bir analiz uygulanamıyorsa eğer, neden hakikatin, öyle ya da böyle, işleyen bir versiyonuna razı gelmeyelim? A.K.: Sorunun kısa cevabı, evet, elbette kişi hakikatin işleyen bir versiyonuyla yetinmelidir. Ama benim deneyimime göre, işleyen şey zaten çoğunlukla hakikattir – senin açıklamanda yer alan pratik ve hakikat karşıtlığına pek katılmıyorum. Öncelikle, insanlar bir psikoterapistle görüşmek istedikleri noktaya geldiklerinde, genellikle neler olup bittiğine dair tüm makul ve sağduyulu açıklamaları tüketmiş, el altındaki pratik yardım yolları nın tümünü denemiş olurlar. Hastanın daha derine inmesi ve neden daha önce mümkün görünmeyen bir raddede mutsuz olduğunu anlaması için psikoterapistin yardımına ihtiyaç duyuluyor çünkü genellikle acı verici ya da zor bir şeyle yüzleşilemiyor. Bu yüzleşme yaşandığında, kusurlu ya da eksik de olsa, bir hakikat gibi geliyor. Tarihsel, bilimsel ya da felsefi hakikat değil burada mevzubahis, duygusal hakikat. Psikoterapide hakikatin doğası üzerine bir şey daha söylemek istiyorum çünkü bence mesele buraya dayanıyor.
Kişinin ebeveynlerinden birine, mesela annesine dair versiyonunun hayatının seyri boyunca değişmesini düşünelim; psikoterapi sohbeti esnasında kişinin annesine bebekkenki bakışıyla çocukkenki bakışı, ergenken, kendi çocuğu olan ya da olmayan yetişkin bir gençken ve orta yaşlıykenki bakışı ayırt edilebilir. Bana öyle geliyor ki, bunu hayat anlatılarının terapide nasıl geliştiğine dair bir örnek gibi düşünürsek, sabit ve dışsal bir hakikatin varlığı ve bu hakikate –bu örnekte kişinin annesinin şahsına, geçmişte ve şimdi aslında kim olduğuna dair hakikate– adım adım ve zahmetle erişilmesi gibi bir durum söz konusu değil. En azından söz konusuysa bile, benim anladığım haliyle terapinin işi bu değil. Daha ziyade, terapistle hasta, hastanın zihninde yakın ve biçimlendirici bir ilişkinin deneyimlenme şeklini anlamak için çalışır, bu çalışma da önemli bir mesele olan perspektif üzerine kuruludur: Hastanın kendi gelişimi ve ihtiyaçları açısından nerede konumlandığına, mizacına, ilişkinin doğasına ve deneyimlendiği haliyle dışsal duruma bakılır. Bu sebeple psikoterapide hakikat özü itibarıyla dinamiktir çünkü dışsal ve içsel nitelikleri zamanla, ufak ölçeklerde de olsa, değişen bir canlının perspektifinden türer.
Örneğin bir hastanın, annesi yüzünden yaşadığı hayal kırıklığının şiddetinden korunmak için onu idealize ettiği düşünülüyorsa, yapılması gereken şey hastanın, durumun duygusal mantığını çözmesine ve bu durumun hastanın gelişiminde neye tekabül ettiğini, ortaya çıkan düşünce yapısının ilerlemeyi nasıl engellediğini anlamasına yardımcı olmaktır. Aslına bakılırsa bir çarpıtmayı ortadan kaldırıp hastaya dış dünyada daha gerçek ve daha hakiki gelen bir şeyi açığa çıkarmakla da yapılabilir bu. Ama psikoterapist hastanın iç dünyasını anlamaya çalışarak iş görmeyi, çarpıtma ihtiyacını bu ihtiyacı anlayarak gidermeyi hedefler, dışsal hakikati çok fazla dayatarak değil.
(Benim fikrime göre ikinci senaryo, insanları ilk başta terapiye yönlendiren duygusal deneyimi eleştirmeye ve geçersizleştirmeye tehlikeli ölçüde yakındır.) Psikanalitik psikoterapideki hakikat içsel hakikattir – hastanın kalbinde ve zihninde olanın hakikatidir, psikoterapistin kalbi ve zihniyle algılanan ve kişinin şansı varsa anlaşılan hakikat. Zira psikoterapistin, hastanın dünyayı kendine has bir yolla deneyimleyen algılayıcı bir özne olduğunu unutmadan, onun da bu farkındalığa daha çok varmasına yardım etmeye çalışması gibi, psikoterapist de bir nesne olarak hastayla ilişkisinde algılayan ve hisseden bir öznedir. Hastanın anlam yaratma kipinin gereğince sempatik, duygusal açıdan uyumlu bir şekilde keşfine imkân tanıyan da budur, terapinin bir özne ve nesneyi içeren her türlü bilme ve anlama edimini aynalama biçimidir.
Dolayısıyla psikoterapinin, en azından benim anladığım haliyle psikoterapinin dayandığı hakikat daima dinamik, geçici ve özneler arasıdır. Hastanın dünyada mümkün olduğunca dolu dolu yaşamasına yardımcı olmak için içsel deneyim üzerine düşünmeyi amaçlayan ilişkinin çerçevesi dahilindedir. Ayrıca, bana kalırsa, kendimizi ancak başkaları üzerinden başkalarını ve başka- 21 larıyla ilişkimizde kendimizi nasıl deneyimlediğimiz ve başkalarının bizi nasıl deneyimlediği üzerinden eksiksiz bir şekilde bilebileceğimiz ve anlayabileceğimiz inancına dayanır aynı zamanda.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Mektup
- Kitap Adıİyi Hikâye
- Sayfa Sayısı120
- YazarJ.M. Coetzee
- ISBN9789750761690
- Boyutlar, Kapak, Karton kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Theo’ya Mektuplar ~ Vincent Van Gogh
Theo’ya Mektuplar
Vincent Van Gogh
Vicent Van Gogh, Paris’te bir galeri yöneticisi olan kardeşi Theo’yla dertleştiği mektuplarında, renk tutkusuyla dolu bir ressamın yaşam savaşına ve yaratıcılık uğruna gösterdiği özverilere...
- Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi & Mektuplarla ve Belgelerle ~ Alaattin Karaca
Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi & Mektuplarla ve Belgelerle
Alaattin Karaca
Bu yapıtta ilk kez yayımladığımız belge ve mektuplarda, şairin Büyük Doğu’yu çıkarmak için verdiği mücadeleyi, karşılaştığı engelleri, dergi/gazete hakkında tutulan raporları, yasaklama, kapatma kararlarını,...
- Serin Mavi – Behçet Necatigil’den Eşine Mektuplar ~ Behçet Necatigil
Serin Mavi – Behçet Necatigil’den Eşine Mektuplar
Behçet Necatigil
Behçet Necatigil’in, uzak-yakın gittiği yerlerden ailesine yazdığı mektuplar Serin Mavi’de… Şiirlerinde olduğu gibi mektuplarında da “ev-aile-yakın çevre üçgeninde” dolaşıyor Necatigil. Kitabın yeniden gözden geçirilen...