“Yazı masasının çekmecesinden tabancayı aldım ve ateş ettim. Alnının ortasına ateş ettim.”Bir pansiyonda yalnız başına yaşayan genç bir kadın, kendisinden yaşça büyük bir adamın cazibesine kapılır. Tanımadığı bu adama âşık olduğuna kendisini ikna eder. Evlenirler, çocuk sahibi olurlar. Ancak kocasının ilgisizliği çok geçmeden sadakatsizliğe dönüşecek ve kadın, kimsesizliğinin ve çaresizliğinin tek bir çözümü olabileceğini fark edecektir.
Natalia Ginzburg, toplumun kayıtsızca azap çekmeye terk ettiği bir kadının çekmecedeki tabancaya uzanışının hikâyesini, öfkesini hiç gizlemeden ya da tatlandırmadan, oldukça yalın bir şekilde ifade ediyor: İşte Böyle Oldu.
“Natalia Ginzburg yeryüzünde kalan son kadın. Öbür insanların tümü erkek.”
Italo Calvino
“Ginzburg bize kadın ifadesine ve nasıl bir ses olduğuna dair yeni bir şablon sunuyor.”
Rachel Cusk, Çerçeve’nin yazarı
“Ginzburg’un tarzı, esrarlı açıksözlülüğü, zorlama ya da soğuk gözükmeden şeyleri gerekli, dürüst ve açık bir şekilde ortaya dökmeye yönelik sağlıklı becerisi aklımı başımdan aldı.”
Maggie Nelson, Argonautlar’ın yazarı
*
İşte Böyle Oldu
Natalia Ginzburg yeryüzünde kalan son kadındır. Öbür insanların tümü erkektir: Çevresinde dönüp dolaştıklarını gördüğü kadınlar da artık erkek dünyasına, karar veren, seçen ve yapanların dünyasına aittir. O –daha doğrusu özdeşleştiği gerçekçi kadın başkahramanları– bu dünyanın dışında olduğu için yalnızdır; kuşaklar boyunca yeryüzündeki kadınlar beklemekten ve katlanmaktan başka bir şey yapmamışlardır: Sevilmeyi, evlenmek için seçilmeyi, anne yapılmayı, aldatılmayı beklemişlerdir. Ginzburg’un kadın başkahramanları da öyledir.1 Kendisine yabancı bu dünyanın, çok eski çağlarda belirlenmiş sadece birkaç göstergesini algılayabiliyor başkahraman; boşluktan ara sıra adı sanı bilinen eşyalar –düğmeler, pipolar– gün ışığına çıkıyor. İnsanlar sadece belirli bazı somut nesnelerle –saç, bıyık, gözlük– var oluyorlar. Duyguları ve hareketleri de öyle: Keşfetmiyor; ara sıra sözcükleri ya da daha önceden bildiği durumları anımsıyor: İşte şimdi âşık olmuş olmalıyım, bu kıskançlık olsa gerek, şimdi –İşte Böyle Oldu’daki gibi– şu anda tabancayı alıp onu öldüreceğim. Oysa Natalia Ginzburg güçlü bir kadın. Güçlü bir yazar, diyorum: Kitaplarının üzerindeki yargının ağırlığı ve bu ağırlığı kabulleniş, dilini merhamet ya da duygu odaklı ya da müphem bir dil yapmıyor. Virginia Woolf’un ünlü kıldığı, birçok kadın yazarımız tarafından da denenmiş olan değişken bellek oyunu, duyguların cazibesine kadınsı bir kapılma yoktur Natalia Ginzburg’ta, evrenin boşluğunda yakalamayı başardığı birkaç şeye, nesneye –bıyık, düğme– inanır o. Ayrıca duygularına, uysal ya da çaresiz davranışlarına inanır. Yalın ve içten anlatımı nedeniyle Ginzburg’un Amerikan yazınının etkisi altında olduğunu ileri sürenler, varılması çok kolay bir görüşü dile getirmiş oluyorlardı: Ginzburg’un izlediği akım, her şeye ayrıntılarıyla bakan, yaşamı bütün yönleriyle, insanı üstü kapalı bir sevgiyle anlatan, Maupassant’ı Çehov’a bağlayan ve Mansfield’e kadar uzanan yazın akımdır. Ama küçük [Katherine] Mansfield hüzün ve can sıkıntısı gibi duygularla oynamayı iyi bilirdi, oysa Natalia oyun oynamaz: Şaşırtır ve düşler. Aslında –kitaplarında yaşadığı topraklara özellikle gösterdiği ilgiyi düşünecek olursak– onu, [Grazia] Deledda ve [Caterina] Percoto gibi İtalyan gerçekçilik akımının bazı güçlü kadın yazarlarıyla birlikte anmak da mümkündür. Ginzburg, birbirlerinden çok uzak kişileri anlatırken birinci kişinin ağzından öykülüyor: Ama o birinci kişi yazarın lirik güncesindeki “ben” değildir artık, canla başla benimsenen bir dışavurum söz konusudur. Ama sonuçta canı sıkılan ve yaşam nedenini bulamayan, hatta arayamayan hep aynı yalnız kadındır. Kendini ne başkalarının ne de kendi duygularından koruyabilen Kente Giden Yol’daki emekçi genç kız, bu ikinci romanda (İşte Böyle Oldu, Einaudi, 1947) hüzünle evlenecek bir koca bekleyen, ama sonra talihsiz bir evliliğin düş kırıklığını yaşayan küçük burjuva bir öğretmen olarak karşımıza çıkar. Kente Giden Yol’da, şehre doğru kaçışların ortaya koyduğu ama sonra yavaş yavaş sönen özgürlük arayışı, başkahramanın tedirginliği romanın daha ilk sayfalarında dile getirilmiştir; bu romanda ise taşlar sonunda, çaresiz bir hareketin etrafında yerine oturuyor: Başkahraman, eş katili oluyor. Sonunda ama başında. Çünkü roman cinayetin anlatımıyla başlıyor: “Alnının ortasına ateş ettim.” Sonra, başkahraman parkta bir banka oturuyor, teslim olmadan önce olayları anımsıyor. Onları burada anlatmak, romanın tadını kaçırmak ve baştan sona hiçbir belirsizlikle karşılaşmadan, kitabı bir nefeste okumaya neden olan o berrak kesinliği bozmak olur.
Italo Calvino
Not
…İşte Böyle Oldu’yu yazdığım zaman kendimi mutsuz hissediyordum ama birini tokatlayacak ya da dövecek ne gücüm ne de isteğim vardı. Romanın başında bir tabancanın tetiğine basıldığı için birisine ateş etmek istediğim düşünülebilir, ama gerçek öyle değil. Tamamen güçsüz ve mutsuzdum.1 Bu romanı mutsuzluğumu biraz hafifletmek için yazdım. Yanılıyordum. Asla yazıda avuntu aramamalıyız. Yazarken bir hedefimiz olmamalı. Kesin tek bir şey varsa o da hiçbir hedef gütmeksizin yazma gerekliliğidir. Tabancanın tetiğine basma düşüncesi tesadüfen doğdu. Yazmak istiyordum ve aklıma tabancayla ateş etme fikri geldi, ben de peşinden gittim. Ama ateş etme romanın gerçek bir gereksinimine yanıt vermiyor. Hikâye ona rağmen ve onun dışında sürüp gidiyor. Tabancanın tetiğine basma sadece bir erek. Eğer o kadın ateş etmeyip sadece ateş etmeyi düşünseydi daha doğru olurdu. Bu hikâyeyi sevmediğim açıkça görülüyor, o halde neden yayımladığım sorulabilir. Ama gerçekte sevmediğim doğru değil; nerede canlı olduğunu, nerede rastlantısal olmadığını biliyorum. Ama nerede rastlantısal olduğunu da biliyorum. Onu yazarken aklım karışıktı ve karanlıkta debeleniyordum. Gerçekten de hikâyede hâlâ canlı olan her şey –karanlık, karmaşa, debelenme– o kadının yaşadığı şeyler.
Yeniden Torino’da yaşamaya başlamıştım. Torino, sisiyle, gri kışıyla, kaldırımlarda boş bankların olduğu sessiz caddeleriyle tekrar karşımdaydı. İşte Böyle Oldu’nun neredeyse tamamını o zaman çalıştığım yayınevinde yazdım. Savaştan hemen sonraydı ve savaş sırasında hasar gören kalorifer tesisatı çalışmadığı için çok duman çıkaran terracotta sobalarla ısınıyorduk. Duman, yağmur ve sis bu hikâyenin iliklerine kadar işlemiştir. Başımı duman ve sisten başka ne kaplamıştı, bilmiyorum. Aklımdan, yıllar önce Fransızca çevirisinden okuduğum bir Amerikan romanı belirsizce geçiyordu: Fransızca adı Chair de ma chair, İngilizce adı ise Mother’s cry’dı1 . Yazarının kim olduğunu anımsamıyorum. Kimi zaman çok beğendiğimiz kitaplar yüzünden değil de, hiç beğenmediğimiz kitaplar yüzünden yazma isteği duyabileceğimizi burada belirtmek isterim. Onlar bize karanlık yollardan, gizli tellere dokunarak ulaşırlar, bizi gözyaşına boğdurur ve belki de bayağı ve rezil duygular yaşatırlar; ama görüşümüz olumsuz olmaya devam etse de o güçlü duygulara ve gözyaşlarına yazma dürtüsünü borçluyuzdur. Chair de ma chair’e gelince, bir kadının elektrikli sandalyeye mahkûm edilen oğlunun öyküsünü anlatan bir roman olduğunu anımsıyorum. Virgül kullanılmayan bir romandı. Ben de virgül koymak istemiyordum. Nedenini açıklayayım: Virgüller atılan adımlara benzer. Adımlar da insanı yorar, ben yorulmak istemiyordum, kendimi güçsüz hissettiğim için yürümek değil, oturup aşağıya doğru kaymak istiyordum. O nedenle hemen hiç virgül kullanmadan İşte Böyle Oldu’yu yazdım, ne var ki bazı yerlerde kullanmak zorunda kaldım ve biraz yoruldum, küçük bir hikâyeyi kurgulayıp ortaya çıkarmak için yoruldum, çünkü yazarken yorulmadan hiçbir iş yapılamayacağını düşündüm. Belki, romanın başındaki tabanca Amerikan romanındaki elektrikli sandalyeye karşılık geliyordur. Yazarken “ben” diyen kadının kendim olup olmadığını öğrenmeye çalışmadım. Çünkü çok mutsuzdum ve istediği yerde otlasın diye mutsuzluğumun peşini bırakmıştım.
Roman çıktığında birileri bana, “Eğer daha mutlu olsaydın daha güzel bir hikâye yazardın,” dedi. Doğru olduğunu düşündüğüm için sesimi çıkarmadım. Evet, doğruydu, ama benim isteğim daha az mutsuz olmak değildi, mutsuzluğuma rağmen yazabilmekti; ona aldırmadan ama yazdığım şeyleri bulanık duruma getirmesine ve hasta etmesine izin vermeden yazabilmekti. Bunu başarmak için mutsuzluğun içimizde gözyaşı ve sıkıntılarla yüklü bir sorun değil, mutlak, sert ve ölümcül bir bilinç olması gerekir.
Natalia Ginzburg
“Bana gerçeği söyle,” dedim, “Hangi gerçeği?” dedi, bir yandan da not defterine çalakalem bir şeyler çiziyordu, ne olduğunu gösterdi, kocaman kara bir duman bulutuyla ilerleyen upuzun bir tren çizmişti; kendisi de pencereden eğilmiş mendil sallıyordu.
Alnının ortasına ateş ettim.
Yola çıkacağı için termosu hazırlamamı istemişti. Mutfağa gittim, çayı demledim, içine süt ve şeker koyup termosa boşalttım, bardak özellikli kapağını sıkıca kapattım, sonra çalışma odasına döndüm. İşte resmi o sırada gösterdi bana, yazı masasının çekmecesinden tabancayı aldım ve ateş ettim. Alnının ortasına ateş ettim.
Çok uzun zamandır aklımdaydı, günün birinde ona bunu yapacağımı biliyordum. Sonra sırtıma pardösümü geçirip eldivenlerimi giydim ve dışarı çıktım.
Ayaküstü bir kahve içtikten sonra şehirde rasgele dolaşmaya başladım. Hava oldukça serindi ve yağmur tadında hafif bir rüzgâr esiyordu. Parkta bir banka oturdum, eldivenlerimi çıkarıp ellerime baktım. Alyansımı parmağımdan çıkardım, cebime koydum. Dört yıldır evliydik. Benden ayrılmak istediğini söylüyordu ama küçük kızımız ölünce ayrılmadık. Bir çocuk daha istiyordu, bana iyi geleceğini söylüyordu, onun için son zamanlarda sık sık sevişiyorduk. Ama başka bir evlat sahibi olamadık.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİşte Böyle Oldu
- Sayfa Sayısı104
- YazarNatalia Ginzburg
- ISBN9789750758966
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayvan Çiftliği – Bir Peri Masalı ~ George Orwell
Hayvan Çiftliği – Bir Peri Masalı
George Orwell
İngiliz yazar George Orwell (1903-1950), ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş ikinci...
- Genetik Miras ~ William Landay
Genetik Miras
William Landay
İyi veya kötü biri olmak kendi tercihimiz midir? Ödüllü yazar William Landay’in Amerika’da büyük yankı uyandıran romanı, insanların suçla olan ilişkisini sorgularken, yürek burkan...
- Oyuna Var mısın?; Avalon Üçlemesi 1 ~ Indigo Bloome
Oyuna Var mısın?; Avalon Üçlemesi 1
Indigo Bloome
Gayet basit. Görmek yok. Konuşmak yok. Tam 48 saat boyunca. 37 yaşındaki psikolog Alexandra Blake, şehir dışındaki konforlu hayatını bir dizi seminer vermek üzere...