Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İstanbul Son Perde
İstanbul Son Perde

İstanbul Son Perde

Joseph Kanon

Tüm seçenekler kötüyken, insan doğru şeyi nasıl yapabilir? Asya ile Avrupa arasında doğal bir köprü ve tarafsız bir şehir olan İstanbul, İkinci Dünya Savaşı…

Tüm seçenekler kötüyken, insan doğru şeyi nasıl yapabilir?

Asya ile Avrupa arasında doğal bir köprü ve tarafsız bir şehir olan İstanbul, İkinci Dünya Savaşı sırasında mültecileri ve casusları bir mıknatıs gibi kendine çekmiş, askerlerden çok sırlara ve yalanlara ev sahipliği yapmıştır. Bir şekilde bu karanlık dünyaya çekilen Amerikalı işadamı Leon Bauer de Müttefik kuvvetler için birtakım ufak tefek işler üstlenmiş ve gizli teslimatlarda rol oynamıştır.

Savaşın ardından şehirdeki casus topluluğu bavullarını toplamaya başlar ve kaygı içerisindeki şehir savaş sonrası hayatın acı gerçeklerine hazırlanırken, Leon’a son bir rutin görev verilir. Ama bu görevin hiç beklenmedik bir terslikle sonuçlanması üzerine “karşılıklı açılan bir ateş, sokağın ortasında bırakılan bir ceset ve Leon’un elinde kalan bir savaş suçlusu” Leon entrikanın, değişen bağlılıkların ve ahlaki belirsizliğin hâkim olduğu karmaşık bir durumun içine sürüklenir.

Bu eski ve köklü Osmanlı şehrinin çarşıları, camileri ve yıpranmış konaklarının gölgesinde, Leon’un bir insanın hayatını kurtarmaya yönelik ikircikli çabası, gözü kara bir insan avına dönüşerek onun hayatını da tehdit etmeye başlar. Yapılabilecek tüm tercihler kötüyken, insan doğru şeyi nasıl yapabilir?

Dönemin atmosferi ve detaylarıyla yüklü olan İstanbul Son Perde, Soğuk Savaş’ın eşiğinde kendini karanlık işlerin içinde bulan bir adamın, gizli bir aşk ilişkisinin ve içinden geçen Boğaz’ın sakin yüzey suları kadar yanıltıcı olabilen bir şehrin etkileyici bir hikâyesi.

İstanbul’da Bana Arkadaşlık Eden David Kanon ve

Müzik Yaratıcım Michael Kanon’a

1

BEBEK

İlk girişim iptal edilmek zorundaydı. Tekneyi ve güvenli evi ayarlamak günler sürmüştü, ama sonra, teslimattan birkaç saat önce şiddetli bir rüzgâr çıkmıştı, kuzeydoğudan uluyan poyraz Karadeniz boyunca eserek büyük dalgalar kaldırıyordu. Panjurları indirilmiş yalılara vardığında normalde bir teknenin dümen suyundan daha yüksek olmayan Boğaz dalgaları, şimdi köpürerek iskelelere vuruyordu. Leon rıhtımdan Asya kıtasını zar zor seçebiliyordu, şiddetle yağan yağmurun ardında bir dizi soluk ışık gizliydi. Kim riske girerdi ki? Şehir içi vapur seferleri bile iptal edilecekti, rüşvetle tutulmuş bir balıkçı teknesinin bu riske girmeyeceği aşikârdı. Balıkçıyı ihtimallerini hesaplarken hayal etti: hiçbir şeyi görmenin mümkün olmadığı fırtınalı bir denizde kırk metre ötede aniden beliren şeklin, kaçmanın imkânsız olduğu ağır bir yük gemisi olmadığını ümit etmek ya da halatları bağlayıp dökme demir sobanın yanında erik konyağı içtiği rıhtımda güvenli bir gün daha geçirmek. Adamı kim suçlayabilirdi ki? Sadece bir aptal fırtına sırasında denize açılabilirdi. Yolcu bekleyebilirdi. Günlerce yapılan planlar. Havanın azizliğine uğramıştı.

“Daha ne kadar bekleyeceğiz?” diye sordu Mihai paltosuna iyice sarınırken.

Rumeli Hisarı’nın hemen altına park etmişler, demir atmış teknelerin sallanarak halatlarını çekiştirmelerini izliyorlardı.

“Yarım saat daha. Gecikirse ve ben burada olmazsam-” “Gecikmedi,” dedi Mihai önemsemez bir tavırla. Etrafa hızla göz gezdirdi. “Gerçekten de bu kadar önemli biri mi?” “Bilmiyorum. Ben sadece teslimatçıyım.”

“Hava buz gibi,” diyen Mihai motoru çalıştırdı. “Yılın bu zamanı hep böyle.”

Leon gülümsedi. İstanbul’un kendiyle ilgili rüyasına her daim yaz mevsimi hâkimdi, kadınlar bahçedeki çardaklarda meyveli dondurmalarını yerken, kayıklar denizde süzülürdü. Ama şehirde kışlar kömür sobalarının başında kazaklarla titreyerek geçirilirdi, nedense havanın soğumasına şehrin kendisi bile şaşırırdı.

Mihai birkaç dakika kaloriferi çalıştırdıktan sonra kapatıp kaplumbağa gibi paltosunun içine gömüldü. “Demek seninle gelmemi ama soru sormamamı istiyorsun.”

Leon eliyle pencerenin buğusunu sildi. “Senin için hiçbir risk yok.”

“Harika. Bu yeni bir şey. Kendi başına yapamaz mıydın?” “Köstence’den geliyor. Bildiğim kadarıyla sadece Rumence biliyor. Ne yapacaktım? Adamla işaret diliyle anlaşmaya mı kalksaydım? Ama sen-”

Mihai elini salladı. “Alman çıkacak. Yeni arkadaşlarından biri.”

“Bunu yapmak zorunda değilsin.”

“Küçük bir iyilik sadece. Yeri gelince karşılığını alırım.” Mihai sigarasını yakınca, Leon bir saniyeliğine de olsa onun ağaran sakallarını ve aklar düşmüş saçlarını gördü. Tanıştıklarında bu saçlar koyu ve dalgalıydı, Mihai de bir zamanlar Calea Victorieri’deki tüm kafelerde tanınan bir Bükreş züppesi.

“Ayrıca, o sıçanların gittiğini görmek-” dedi Leon düşünceli bir şekilde. “Bizim gitmemize izin vermezlerdi. Şimdi şu hallerine bir baksana.”

“Sen elinden geleni yaptın.” Bir Filistin pasaportu, Bükreş’e gidip gelebilme imkânı, para için yalvarmak, harap gemiler kiralamak, son bir cankurtaran halatı, ta ki o da elinden alınana kadar.

Mihai sigarasını içine çekip ön camdan aşağı akan suya baktı. “Peki sen nasılsın?” diye sordu en sonunda. “Yorgun görünüyorsun.”

Leon omuzlarını silkip cevap vermedi.

“Bunu neden yapıyorsun?” Mihai dönüp ona baktı. “Savaş bitti.”

“Öyle mi? Kimse bana söylemedi.”

“Yeni bir savaş çıkarmak istiyorlar.”

“Bunu isteyen birini tanımıyorum.”

“Dikkat et de bu işten hoşlanmaya başlama. Önce hoşuna gider-” Mihai’nin sesi zayıflayarak kesildi, sigara dumanıyla boğuklaşmış bir sesti bu, ayrıca şimdi bile Balkan aksanı hâlâ belirgindi. “Ama sonra, nedenini bile bilmezsin. Alışkanlığa dönüşür. Bunun gibi,” dedi sigarasını göstererek. “Canın ister.”

Leon ona baktı. “Ya sen?”

“Bizim için hiçbir şey değişmedi. Hâlâ Yahudileri kurtarıyoruz.” Mihai suratını buruşturdu. “Ve artık dostlarımızın elinden. Filistin’e vize almalarına gerek yok. Nereye gitsinler, Polonya’ya mı? Ben de kalkmış bir Nazi’yle konuşman için sana yardım ediyorum. Ne harika bir dünya.”

“Neden Nazi olduğu düşünüyorsun?”

“Fakir bir mülteci için bunca zahmete neden girilsin ki? Hayır, bence Rusları tanıyan biri. Peki Rusları en iyi kim tanır?”

“Tahmin yürütüyorsun.”

“Teslimatını yaptığın kişinin senin için önemi yok mu?”

Leon kafasını çevirdi, sonra saatine baktı. “Her kimse bu gece gelmeyecek. Emin olmak için arasam iyi olacak. Şurada bir kahve var.”

Mihai arabayı tekrar çalıştırmak için öne doğru eğildi. “Kahvenin önüne çekerim.”

“Hayır, burada kal. Arabanın görünmesini istemi-” “Anladım. Yağmurda yolun karşısına kadar koşup ıslanacaksın. Sonra arabaya koşarken tekrar ıslanacaksın. Hem de bekleyen bir arabaya. Böylesi daha az şüphe çeker, doğru. Tabii izleyen biri varsa.” Mihai arabayı vitese geçirdi.

“Senin araban,” dedi Leon. “O yüzden.”

“Şimdiye kadar görmediklerini mi sanıyorsun?” “Görmüşler midir? Görseler anlardın,” dedi Leon şüpheyle.

“Her zaman gördüklerini farz et.” Mihai yolun öteki tarafına dönüp arabayı kahvenin önüne çekti. “O yüzden bekleneni yap ve kuru kal. Söylesene. Paketin gelseydi, onu kaldığı yere ben mi götürecektim?”

“Hayır.”

Mihai kafasını salladı. “Daha iyi.” Başıyla yan pencereye işaret etti. “Adamlar merak etmeden aramanı yap.”

İçeride, ince belli bardaklarındaki çaylarını yudumlarken domino oynayan dört adam vardı. Kafalarını kaldırıp ona baktıklarında, Leon onların görmelerini istediği kılığa büründü -şapkasının suyunu silkeleyen, telefona ihtiyacı olan, yağmura yakalanmış bir yabancı- ve heyecandan yüzü hafifçe kızardı. Bu duyguyu canı çekiyordu. Mihai bir işten paçayı kurtarmanın nasıl bir his olduğunu bilseydi keşke. Planlama aşamasını, yakayı sıyırmayı. Bu gece tramvayla Bebek’teki en son durağa gitmiş ve sonra kliniğe kadar yürümüştü. Bu birçok kez yaptığı bir yolculuktu. Takip edildiyse bile, takipçileri kliniğin kapılarından bir blok öteye park etmiş ve beklerken onun nerede olduğunu bilmenin, yağmurdan korunuyor olmanın rahatlığını yaşıyor olmalıydı. Fakat Leon zakkumların yanından geçtikten hemen sonra bahçenin yan kapısına doğru ilerlemiş, ardından geldiği yönün ters istikametinde yürüyerek Mihai’nin onu beklediği Boğaz yoluna çıkmış ve kendini aniden özgür ve neredeyse canlanmış hissetmişti. Karanlıkta kimse onu görmüş olamazdı. Oradaysalar bile, sıkıntılı bir şekilde sigaralarını içerken onun içeride olduğunu sanıyor olmalıydılar. Arabaya kadar yürümek, bu diğer hayat, tamamen ona aitti.

Telefon tuvaletin yanındaki duvardaydı. Taşların şıkırtısı ve kaynayan suyun fokurdaması dışında odada hiçbir ses yoktu, o nedenle düşen jetonun çınlaması duyuldu. Soran biri olursa, adamlar İngilizce konuşan bir yabancıdiyeceklerdi.

“Tommy?” Neyse ki, dışarıda bir yerde yemekte değil, evdeydi.

Tommy neşeli kulüp sesiyle, “Ah, ben de aramanı bekliyordum,” derken arkadan bir buz parçasının tıkırtısı duyuldu. “Raporun peşindesin -biliyorum, biliyorum- ayrıca stenom da gelmedi. Teknelerle ilgili bir sorun çıktı. Her zamanki gibi, öyle değil mi? Hava birazcık kötüleşmeyegörsün, vapurlar hemen-” Leon hattın diğer ucundaki Tommy’nin dolgun çeneli yuvarlak yüzünü gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. “Senin için yarın her şeyi ayarlayabilirim, tamam mı? Demek istediğim, sözleşmede sorun yok. Sadece kotaları bekliyoruz. Günün yarısını American Tobacco’yla telefonda konuşarak geçirdim, o nedenle bu işte hepiniz aynı gemidesiniz. Artık ihtiyacımız olan tek şey imzalar.” Commercial Corp.’ta, Tommy’nin konsolosluktaki kılıfı olan savaş dönemi kuruluşunda yani.

“Sorun değil. Zaten klinikte mahsur kaldım. Sadece yolda olup olmadığını kontrol etmek istedim.”

“Hayır. Yarına kaldı. Üzgünüm. Bunu telafi etmeme izin ver. Park’ta bir içki ısmarlamama ne dersin?” Bu saatte mi?

“Bebek’teyim.”

“Bir sıfır öndeyim demek ki.” Öyleyse, bir emirdi. “Endişelenme, seni evine yuvarlarım.” Bu her zamanki şakalarıydı, Leon’un dairesi Park Hotel’in bulunduğu yokuşun aşağısında, Ayaz Paşa’nın yaptığı geniş dönemeçten hemen önceydi. “Bana bir saat ver.”

“Bebek’ten mi?” Tommy şaşırmış, hatta gerilmişti. “Pencereden dışarı bir baksana. Bu havada trafik gıdım gıdım ilerler. Sen bana bir tabure ayır.”

Domino oyuncuları kafalarını masadan kaldırmıyor, onu dinlemiyormuş gibi yapıyorlardı. Zaten bu konuşmadan nasıl bir anlam çıkarabilirlerdi ki? Leon telefonu kullanmasına izin verdiği için kahveciye teşekkür etmek amacıyla bir çay söyledi. Elinde tuttuğu bardağın sıcaklığı her yanının buz kestiğini ve suyun ayakkabılarının içine işlediğini fark etmesine neden oldu. Ve şimdi de Park, bakan ya da bakmayan insanlar, Tommy’nin her içkiyle birlikte gürleşecek olan yaşlı sesi.

“Yağmur yüzünden iptal,” dedi Mihai’ye, arabaya binerken. “Yarın müsait misin?”

Mihai başıyla onayladı.

“Bir şeyler dönüyor. Park’ta içki içeceğiz.”

“Tütün işi, çok heyecan verici.”

Leon gülümsedi. “Eskiden öyleydi.”

Doğrusu, tütün işi resimli bir dua kitabı kadar durgun, rutin ve öngörülebilir olmuştu. Aracılar terbiye edilmiş Lazki-ye yapraklarını satın alır, Leon da nakliyeyi ayarladıktan sonra ihracat iznini almak için trenle Ankara’ya giderdi. Haydarpaşa’dan saat altıda yola çıkar ve ertesi sabah saat onda varmış olurdu. Her şey böyle başlamıştı, savaş sebebiyle diplomatik çantaya koyamayacakları evrakı Tommy için trenle taşıyarak. O zamanlar işin içinde para yoktu. Kulüpte oturup Scony ve Liggett & Myers ve Western Electric’le, savaşa karışmayan şanslı iş adamlarıyla kafayı bulmak yerine yardım eden bir Amerikalı vardı. Tommy, Almanların eline geçmemesi için, ondan, krom alarak Commercial Corp.’a yardım etmesini istemiş, derken Leon birdenbire kendini savaşta bulmuştu; Abdullah Lokantası’ndaki akşam yemeklerinde ya da tarafların odanın iki yanına dizildiği konsolosluk resepsiyonlarında dövüşülen tuhaf bir savaşın ortasında, kokteyl savaşlarında. Sonraları daha çok şey öğrendiğinde onu asıl şaşırtan ise, bu işin içinde olanların sayısıydı. Boğazlardan geçen nakliye gemilerini takip edenler. Dedikodu toplayanlar. Paraya ihtiyacı olan ticari bir ataşeyi kendi safına geçirenler. Herkes ağ örüyor, birbirini izliyor ve Türk Emniyeti de onları izliyordu. Artık hiçbir şey durgun değildi.

“Seni evine bırakayım. Üzerini değiştirmek istersin.”

“Hayır, köye döneceğim. Kliniğe gidip bakmak istiyorum.”

Mihai oraya varana kadar bekledi. “O nasıl?”

“Aynı,” dedi Leon tekdüze bir sesle.

Başka söyleyebileceği bir şey yoktu. Yine de, sormuştu. Anna ona göre hâlâ capcanlıydı, yalnızca Obstbaum’un kliniğinde kendi içine çekilip gözlerinin ardındaki bir yere giden biri değil, canlı bir varlıktı. İnsanlar önceden sürekli sorup dururlardı -kulüpte acı verici sorular, ofiste tuhaf bir endişe- ama yavaş yavaş Anna’nın hâlâ orada olduğunu unutmaya başlamışlardı. Gözden uzak olan gönülden de uzak oluyordu. Leon’un gönlü hariç, orada asla kapanmayan bir yara vardı. Anna her an tıpkı gidişi kadar çabuk bir şekilde geri dönebilirdi sanki. Birinin orada olup beklemesi gerekiyordu.

“Ne düşünüyorum biliyor musun?” dedi Mihai.

“Ne?”

“Bazen bunu onun için yaptığını düşünüyorum. Bir şeyi kanıtlamak için. Ne olduğunu bilmiyorum.”

Leon sessizdi, cevap vermedi.

“Hâlâ onunla konuşuyor musun?” diye sordu Mihai en sonunda.

“Evet.”

“Ona bir gemimiz olduğunu söyle. Bu hoşuna gidecektir.”

“İngiliz devriyelerinden ötede mi?”

“Şimdilik. Yoksa Kıbrıs’ta olurduk. Ona üç yüz de. Üç yüz kişiyi kurtardık.”

Leon aynı yan sokaktan ve bahçeden geçti. Zile basması gerekeceğini düşünmüştü, ama kapı aralıktı, kaşlarını çattı, çalışanların bu kadar dikkatsiz olmasına kızdı. Ama kimse dışarı çıkmaya çalışmıyordu, ayrıca kim içeri girmek isteyebilirdi ki? Klinik aslında bir tür bakımeviydi, gözlerden uzaktaydı. Dr. Ostbaum, yeni cumhuriyetin kendi ayaklarının üzerinde durmasına yardımcı olmaları için otuzlu yıllarda Atatürk tarafından kabul edilen Alman mültecilerden biriydi. Maddi durumu iyi olanlar Bebek’e ya da köknar ve ıhlamur ağaçlarıyla kaplı yamaçlarına bakınca muhtemelen memleketlerini hatırladıkları, daha merkezi bir yerdeki Ortaköy’e yerleşmişti. Ya da belki kır faresi gibi ilk yerleşimcinin izinden gitmişlerdi. Kliniğin tıbbi çalışanlarının çoğu hâlâ Alman’dı ve Leon bunun yardımının dokunabileceğini düşünmüştü, Anna kendi dilini anlayabilirdi sonuçta, tabii hâlâ dinliyorsa. Ama elbette hemşireler, onu yıkayan, karnını doyuran ve etrafında sohbet eden tüm insanlar Türk’tü, o nedenle Leon en sonunda Anna’nın bir Alman kliniğinde yatmasının pek bir öneminin olmadığı sonucuna varmıştı, şimdi Anna’nın hiç olmadığı kadar izole bir hayat sürdüğünden endişe ediyordu. Dr. Ostbaum, Leon’u konuşmaya teşvik etti.

“Hanımefendinin ne duyduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bu melankoli türünde, söz konusu olan bir bilinç sorunu değil de yanıt verme sorunu olabilir. Beyni kapalı değil. Yoksa ne nefes alabilir ne de herhangi bir motor fonksiyonunu yerine getirebilirdi. Amacımız aktivite seviyesini sürdürmek. Zamanla belki gelişir. Müzik o yüzden. Acaba duyuyor mu? Bilmiyorum. Ama beyni bir yerlerde duyuyor. Bir şeyler çalışıyor.”

Rahatsızlık verici müzikler değil, Anna’nın aşina olduğu, evde çaldığı türden şeyler. İçindeki sessizliği dolduracak güzel notalar. Tabii eğer duyuyorsa.

“Genellikle kendi kendime konuştuğumu düşünüyorum,” demişti Leon.

“Buradaki herkes kendi kendine konuşur,” demişti Obst-baum, muzip bir şaka yaparak. “Besbelli hayatın en büyük keyiflerinden biri. En azından biri size soru soruyor.”

“Geç oldu,” dedi hemşire Türkçe fısıldayarak ve gözleri Leon’un paltosundan damlayan suya takıldı.

“Uyuyor mu? Sadece iyi geceler dileyecektim. Özür dilerim-”

Ama hemşire tüm kabalığıyla çoktan kapıyı açmaya başlamıştı, hasta yakınının istekleri onu ilgilendirmezdi. Leon her zamanki gibi oturup konuşacaktı ve hemşire bir sonraki kontrolde yeniden gelip bakacaktı, ama burası özel bir klinikti ve Leon parasını ödüyordu.

Anna yatağında yatıyordu, oda loştu, sadece hafif bir gece lambası yanıyordu. Leon eline dokununca gözlerini açtı, ama ona boş gözlerle baktı. Etrafında olan şeyleri hiç tepki göstermeden algılaması huzursuzluk vericiydi. Saçları fırçalan-mıştı, odanın diğer ucunda birileri geziniyor – belli belirsiz hareketlerle uzakta bir şeyler oluyordu.

“Kendini nasıl hissediyorsun?” dedi Leon. “Üşümüyorsun ya? Dışarıda berbat bir fırtına var.” Fransız pencerelerine doğru başıyla işaret etti, camlara yağmur vuruyordu.

Anna hiçbir şey söylemedi, ama Leon artık bir şey söylemesini beklemiyordu. Anna’nın eli dokunuşuna karşılık bile vermemişti. Konuşurken Leon onun yerine de cevap veriyordu, sohbeti sürdürmek için sessiz yanıtlar. Bazen yanında otururken Anna’nın sesini zihninde duyabiliyordu, hayali bir sohbetti, kendi kendine konuşmasından bile daha kötüydü.

“Ama burası çok güzel, değil mi?” dedi odaya işaret ederek. “Rahat. Gemütlich.” Sanki konuştuğu dili değiştirmesi fark yaratacakmış gibi.

Anna’nın elini bırakıp sandalyeye oturdu.

İlk tanıştıklarında, Anna hiç durmadan konuşmuş, sanki tek bir dil, anlatmak istediklerini yeterince ifade etmiyormuş gibi Almancadan İngilizceye atlayıp durmuştu. Ve gözleri her yerdeydi, bazen sözcüklerin de ötesindeydi, kelimelerin gözlerine yetişmelerini beklerken yüzü aydınlanırdı. Tuhaf olan şey ise, yüzünün hâlâ zamana meydan okuyor olmasıydı, muhteşem teni, yanağının yumuşak hatları, her şey eskiden olduğu gibiydi, ruhu uzaklardayken yaşlılık onu atlamıştı. Sadece gözleri farklıydı. Boştu.

“Bu gece Mihai’yi gördüm. Sana sevgilerini yolladı. Bir gemileri olduğunu söyledi. İnsanlar yine kaçıp gidebiliyormuş.” Anna’yı etkileyecek türden, ilgi duyduğu bir şeydi bu. Obstbaum onu ürkütmemesini, sadece sıradan, günlük şeylerden bahsetmesini söylemişti. Ama Obstbaum nereden biliyordu ki? Anna’nın şu anda yaşadığı yere hiç gitmiş miydi? Fatma’nın hastalanmış olmasının, temizlik yapması için kız kardeşini göndermiş olmasının Anna için bir önemi var mıydı? “Üç yüz kişi,” dedi. “Demek ki yine çalışmaya başladılar. Mossad. Başka kim olabilir ki? O kadar büyük bir gemi.”

Duraksadı. Ağzından çıkması gereken en son şey bu olmalıydı, bir hatırlatıcı. Obstbaum her şeyin o zaman başladığını düşünüyordu, Bratianu battığı zaman. Cesetler suyun üzerinde süzülüyordu. Çocuklar. Anna’nın beyni buna yüz çeviriyor, bir perde indiriyordu. Hatta Obstbaum Anna’nın, bütün gün -ona birçok şey çağrıştırabilecek olan- türlü türlü gemilerin geçip durduğu Boğaz’a bakan bir odaya değil de, bahçeye bakan bir odaya yerleştirilmesini önermişti. Leon ona uymuştu. İstanbul’daki herkes denizi görmek isterdi -Osmanlı döneminde manzarayı kapatan mimarlar için kanunlar bile çıkarılmıştı- o nedenle bahçeye bakan oda daha ucuzdu. Üstelik güzeldi de, tepeye bakıyordu, selviler, fıstık-çamları ve baharda pembe çiçekler açan bir erguvan ağacı bile vardı. Kendi ülkesinde olsa bu oda bir servete mal olurdu, ama burada gücü yetiyordu. Ve görünürde tek bir tekne ya da gemi yoktu.

“Rumenceye ihtiyacım olabileceğini düşündüm. Birini almamı istiyorlar ama kim olduğunu söylemiyorlar. Benden bebek bakıcılığı yapmamı istiyorlar. Georg’un eski ev sahibinden bana bir oda ayarlamasını istedim. Aksaray tarafında. Müslüman mahallesine bakmak asla akıllarına gelmez. Ama sonra birden hava bozdu-”

Kendine hâkim oldu, isimleri yüksek sesle dile getirdiğini, Anna’ya aslında kimsenin bilmesini istemediği şeyleri anlattığını fark etti, tüm o yol değiştirmelerin ve yan sokaklara sapmaların hiçbir anlamı kalmayacaktı. Aklına ironik bir şey daha geldi; Anna uzaklara dalıp gittiğinden beri birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Daha önce konuşamadıkları şeylerden ve diğer insanların sırlarından bahsetmeleri artık güvenliydi. En azından, bazı şeyler için geçerliydi bu. Henüz açmadığı çekmeceler, söylemediği şeyler de vardı. Annenle baban öldü. Haber alamadık, ama ölmüş olmalılar. Hiçbir listede isimleri yok. Bunun nasıl bir şey olduğunu, kaç liste olduğunu asla tahmin edemezsin. Fotoğraflar. Bir kadınla görüşüyorum. Sırf seks için. Eskiden bana yanlış geliyordu, şimdi ise dört gözle bekliyorum. Bizim gibi değil. Daha farklı. Senin geri döneceğini hiç sanmıyorum. Bunu -sana- söyleyemem, ama sanırım doğru. Başımıza neden böyle bir şeyin geldiğini bilmiyorum. Ne yaptığımı, ne yaptığını bilmiyorum. O çekmeceleri kapalı tutmak en iyisi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bin Yılın Aşkı ~ Akira MizubayashiBin Yılın Aşkı

    Bin Yılın Aşkı

    Akira Mizubayashi

    Bin Yılın Aşkı Sen-nen insan sesinin olağanüstü gücünü çok erken keşfetmişti. Onun için insan sesi başlı başına bir müzik aletiydi. Daha ergenliğinde, sarf edilen...

  2. Uygunsuzluk ~ Amina CainUygunsuzluk

    Uygunsuzluk

    Amina Cain

    Amerikalı eleştirmenlerin “feminist varoluşçuluk ya da varoluşçu feminizm” örneği olarak tanımladıkları yapıt, bir sanat müzesinde temizlikçi olarak çalışan Vitória’nın şaşırtıcı öyküsünü aktarıyor. Müzedeki tabloların...

  3. İyi Günde Kötü Günde ~ Mary Baloghİyi Günde Kötü Günde

    İyi Günde Kötü Günde

    Mary Balogh

    New York Times çok satan yazarı Mary Balogh, skandallarla dolu Regency dönemi İngiltere’sinden tutku dolu Huxtable ailesini sunar. Ailenin ortanca kızı olan gururlu ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur