Bu kez en eskilere dönmek, en eskileri yazmak istiyorum. Kim bilir 1960’larda hangi gündü. Tarih, sanat, mimarî, süslemecilik konusunda hemen hiçbir şey bilmediğim halde, camiin çinileri, kubbe pencerelerinden yansıyan ışıklar ortasında, rüyayı andırır bir etki bırakmıştı. O kadar çini ışıltısını, ancak çinilerde o kadar sır ışıltısına kavuşabilen narçiçeği kırmızısını, yeşili ve uçsuz bucaksız maviyi ilk kez görüyordum.
Bence Selim İleri kırk yıldan beri emek verdiği edebiyat alanında mutfağından izbesine kadar evleri, sokakları, insanlarıyla, dünü bugünüyle İstanbul’u kucaklamış, her eseriyle biraz daha ustalaşmış, değerli bir İstanbul yazarıdır.
-İnci Enginün-
Selim İleri, İstanbul belleğine bir eser daha ekliyor…
***
İÇİNDEKİLER
İstanbul Sonsuz Şehir
Hatıra Kalan Sesler…3
Buna kim karar veriyor?…11
Pargalı padişah damadı mıydı?…15
“Meselâ ‘mehtap’ demek…19
O günlerde Sultanahmet…23
İstanbul’u okumak…26
Mücevherlerin Romanı…30
“Uzun Yollar Aşıp Gelen Çiçek”…35
İstanbul’un romanları…38
Hayal ve hakikat çerçevesinde…46
27 Mayıs Anılan…50
Boğaziçi’nde Aşk…53
Evlerinin önü akasya…57
İstanbul’da şubat…61
Hatırladığım bahçeler…65
İstanbul’un güz çiçekleri…69
Şimdi Adalar’ın vakti…73
Defterimde eylül…76
Perdeler açılırken…80
İstanbul’da Edebiyat
Nesl-i Ahîr’de sönen İstanbul…91
Bir Hüseyin Rahmi monografisi…95
Reşat Nuri’nin şiirleri…99
Bir ‘Boğaziçi yazan’…103
Herkesin Tanpınar’ı başka…106
Milli Şef, Akademi’de…110
Edebiyat ‘salon’larında…114
Aşk ve karasevda romanları…118
Edebiyat geceleri, edebiyat matineleri…121
Astragan mantolu kadın romancılar …123
Mektuplardaki anılar…127
Nasıl çalışıyorlardı?…134
Anılanında Stefan Zweig…138
Gelmez Günler
Nişantaşı’nda daha dün…145
1930’ları ‘okumak*…149
Kış bahçeleri…153
İstanbul’da yaşlanış ve genceliş …157
O eski Ankara…161
Süheyl Ünver’in defterlerinde Bursa…164
Belki aşkla yazdım…168
“Gelmez günler çocukluğum”…172
Yolun başı/45 yıl önce…176
Bazı sokaklar, resimler…180
Çocukluğumda ilkyaz…184
Seyrettiğim en eski Türk filmi…188
Bir kez daha Kemal Tahir…192
Anılarımla Cahit Külebi…203
Kemal Bilbasar’a mektup…208
Nezihe Araz’ı anmak…212
Cemil Şevket Bey’in İstanbul’u…215
Sonsuz tasarılar kuyumcusu …219
Türkân Şoray’Ja anılar…223
Unutulmayanlar
Demokrat Parti yılları…231
İstanbul’un sinemalarında…235
Beyoğlu’nda Hollywood yıldızları…239
Bir seslendirme kraliçesi…243
Küçük hanımefendi’yi anmak…254
Çok zarifti…258
Gerçek bir aktör…262
O Ayten Alpman’dı…266
Sevgili Sezen Aksu…270
Mutfaktan
Çocukluğum, daha dün…277
Mevsimin ilk çorbası…281
Bahar Yemekleri…285
Bir asma yaprağı…288
Füruzan uYaz Geldi” öyküsünü ilk nerede yayımladı?…292
Sofranıza salatalar…296
O eski mutfakta güzle birlikte…300
Hatıra Kalan Sesler
Daha önce “İstanbul’un Sesleri”nde değinmiştim (İstanbul Hatıralar Kolonyan kitabımda): Halide Edib Adıvar’ın bir hikâyesi var, “Kubbede Kalan Hoş Sadî”. Bu hikâyeyi ablamın ders kitabında okumuştum ve bir daha unutamadım.
Cihangir’de oturduğumuz yıllar. Edebiyata tutkum yeni başlıyor, özellikle Türk edebiyatına. Nihat Sami Banarlı’nın hazırladığı o ders kitabına gönül borçlarımı çok sonra duyacağım. Afk-ı Memnu‘u ve doğup büyüdüğü yerlerin çöl güneşini özleyen Bcşir’i o kitaptan tanıdım. Shakcspeare’in unutulmaz sonelerinden biri o kitaptaydı. Racine, Corncille adlanyla ilk kez orada karşılaşıyordum. Sonra Eylül…
Beşir usul usul ölüyordu. Halid Ziya’nın dili, sözcükleri benim için pusluydu ama, Beşir’in ölüşü yüreğimi yakıyordu. İkide birde bu kitabı açar, sayfalan arasında kaybolurdum. Eylül’de Suad ve Necib piyano başındaydılar, galiba La Traviata’nın uvertürü yankıyordu…
Halide Edib’e gelince, o, “1955 senesi Mayıs’ının birinci günü İstanbul gazetelerinde bomba gibi patlayan bir ilân’la başlıyordu:
“Bay (…) Türk musikişinasları arasında bir müsabaka açıyor. Konu yerli, bilhassa İstanbul hayatından alınmış bir opera olacaktır. Müsabakaya girenler 1956 senesi Mayıs’ının birinci günü Gülhane Parkı’nda eserlerini çalacak yahut söyleyeceklerdir.”
Hakem heyetinde İstanbul Konservatuvarı müdürü, yerli müzik ustaları, Alman, Rus, İtalyan musikişinaslar varmış. Ayrıca Pietro Mascagni seçiciler kurulunda olmayı şimdiden kabul etmiş.
Seksen yaşındaki, hiç evlenmemiş Bay (…) bütün servetini birinci gelen sanatkâra bırakacak! Yarışma sonuçlanmadan ölürse, ödül için “kanunî tertibat” alınmış! Bütün İstanbul halkı yarışma günü Gülhane Parkı’na çağrılıyor!
Ne kadar heyecanlanmıştım! Gerçi opera hakkında bütün bilgim, Eylül’den seçme parçadaki piyano başı sahnesiydi, Suad’la Necib’in terennüm ettikleri popüler aryalar falan. Buna karşılık Gülhane Parkı sık sık gittiğimiz bir yerdi; çay bahçelerinde otururduk, orada kukla tiyatrosu seyretmiş, İbiş’i ilk kez görmüştüm. Akşam olunca lâle şekilli ışıldar yanardı Gülhane Parkı’nda. Demek müsabaka orada gerçekleşmişti!
1955-56 ders yılı benim Cihangir İlkokulu’na başladığım yıl. Bir ‘hikâye’ okuduğumu büsbütün unutmuş; demek beş yıl önce bu yarışmayı biz de izleyebilirdik üzüntüsüyle karalar bağlıyordum. Kim bilir kaç kez, büyüklerime, Gülhane Parkı’nda böyle bir yarışmayı hatırlayıp hatırlamadıklarını sordum. Hatırlayan yoktu, zaten gülüp geçiyorlardı.
Hayallerimdeki savruluş ne kadar sürdü, bilmiyorum. Nihat Sami’nin hazırladığı ders kitabı, ablam üniversiteye başlayınca, ortadan kayboldu. Shakcspeare’in sonesinden, Beşir den. Eylül“den ayrılmıştım. Onlara uzun yıllar kavuşamadım. Fakat sonra birer ikişer çıkageldiler. Aşk-ı Memnu’u, Eylül’ü okudum- Ortalıkta görünmeyen yalnızca Halide Edib’in hikayesiydi.
Epey Halide Edib okudum, Handan için. Sinekli Bakkal için yazdım. Halidc Edib’in öykü kitaplarını, Harap Mabetleri ve Dağa Çıkan Kurtu da okudum. Gelgeldim “Kubbede Kalan Hoş Sada” sırra kadem basmıştı.
Hâlâ tuhaf bir inancım vardı: 1955 yılının İstanbul gazetelerini tarasam, müsabaka ilânıyla yüz yüze gelecektim… Git git bu çocukça düşüncemden vazgeçtim.
Meğer 1974 yılını bekliyormuşum! Cumartesi Yalnızlığı, Destan Gönüller, Pastırma Tazı çoktan yayımlanmış; yazardan sayılırım. Tam o günlerde Atlas Kitabevi Kubbede Kalan Hoş Sadd’yı yayımladı. İnci Enginün, Handan romancısının dergilerde kalmış hikâyelerini, mensur şiirlerini, sohbetlerini bu kitapta bir araya getirmişti. Nice zaman sonra “Kubbede Kalan Hoş Sadâ”ma kavuşuyordum…
Dahası, bambaşka bir sürpriz bekliyormuş beni: İnci Enginün, “Kubbede Kalan Hoş Sadâ”nın ilk kez 1938 yılında, Yediğim dergisinin 5 Temmuz tarihli 278. sayısında yayımlandığım belirtmişti. O 1955, 1956 hep gelecekteki tarihler! Halide Edib bir bakıma bilim kurgu esinli bir hikâye yazmış… Kalakalmışım.
Kalakalmıştım ama, “Kubbede Kalan Hoş Şada” beni yine etkileyecekti. İşte yarım yüzyıl sonra da etkiliyor; bu hikâyenin eşsiz bir İstanbul hikâyesi olduğunu yeniden vurgulamak istiyorum. İstanbul’a dair en güzel hikâyelerden biri!
Bir şehir seslerle dile getirilebilir mi? Hatıralar, izlenimler, görüntüler elene elene, bir şehir seslerden ibaret olabilir mi? Öyküyü okudukça hissediyordum ki, İstanbul seslerle örülmüştür…
Halide Edib o 5 Temmuz 1938 tarihinde İstanbul’a henüz dönmemiştir. 1924’teki büyük yol ayrımından sonra İngiltere’de, Paris’te, Amerika’da, Hindistan’da geçen yıllar. Dönüş 1939’da. Üstü örtük anlatılsa da yan sürgün yıllan, Halide Edib belki gönüllü bir sürgün ama, eşi Adnan Adıvar zorunlu sürgün.
“Kubbede Kalan Hoş Sadâ” İstanbul’dan çok uzaktaki dönemde kaleme getiriliyor. Yaşanan değil, sadece ‘hatırlanan’ bir İstanbul söz konusu.
Mayıs 1956 tarihi gelip çatınca, daha çok donanma gecelerini, zafer günlerini çağrıştıran kısa bir tasvirle yol alıyor öyküsünde Halide Edib:
“Gök ve deniz İstanbul mavisi, güneşin ışığı meçhul zenginin al tınlan gibi parlak ve bol, Gülhane Parkı mahşer gibi, o kadar ki, içeriye sığamayan halk kayıklarda, vapurlarda, ellerinde dürbün, kulaklan tetikte, müsabaka konserini görmeye ve işitmeye çalışıyor.”
Yazann “meçhul zengin” dediği, ilânda adı verilmeyen Bay (…); o şimdi İstanbul’da çok meşhur. Herkes onu merak ediyor. Seksenlik ihtiyarlar mahalle kahvesine bile çıkamaz olmuşlar. “Çünkü bir köşede nargilesini çeken herhangi ihtiyar karşısında gözleri fildir fildir dönen, şapkalan arkaya atılmış” genç gazeteciler hep aynı soruyu soruyorlar: “Baba, kaç yaşındasın? Evli misin?”
O aralık bir de şarkı çıkmış; evlerde, sokaklarda “bangır bangır” söyleniyor: “Ararım, seksen yaşında bir ihtiyar”! Kimlik belirlenemeden 1956 Mayıs’ı!
Orkestra terasta, kameriyenin altındaymış. Öyle anlaşılıyor ki, orkestra için bir kameriye özel olarak kurulmuş. İkinci bir kameriyede hakem heyeti. Acaba neresi? Bu sahneyi hep gözümün önüne getirmeye çalışırdım: Gülhaııe Parkı’nda kameriyeler nereye kurulmuştu? Eskinin Gülhane Parkı’nı hatırlayan Halide Edib 1930’lartn yeni düzenlemelerinden haberli miydi?
Şimdi hatırlayamıyorum ama, Halide Edib’in romanlarından birinde, belki -1918 tarihli- Mev’tıt Hüküm’de, bir Gülhane Parkı sahnesi vardır. Yazar, “Kubbede Kalan Hoş Sadâ”yı yazarken o eski sahnesini anmış mıydı? İstanbul’dan uzakta neler hissediyordu?
Devam edelim:
“Terasın etrafinı bir polis kordonu tutmuş. Kameriyelerde ve terasın önünde, bir sürü hoparlör var. Çünkü kalabalığın bir kısmı musikişinasları görmek değil, hattâ işitemeyecek kadar uzakta.”
İstanbul Konservatuvarı müdürü yarışmayı başlatıyor: İlk eser, piyanist Saffet Subay’ın, konu Molla Gürani’de bir aşk macerası. Niçin Molla Gürani? Halide Edib neden Molla Gürani’yi hatırlıyordu? Ama üzerinde uzunca duramazdım» yazarın amansız istihzası başlardı: Bu yeni Molla Gürani’de aşk sahneleri “Havai adaları tangoları gibi baygın, opera kahramanı Bay Zımbırtay” Amerikan zenci fokstrotları gibi “sar’a illetine” tutulmuş, bir şeyler söylüyor.
Halk şaşkındır. İhtiyar bir kadın, “Ayol bunun neresi Molla Gürani?” diye sorar. Genç nesil Bay Zımbırtay’ın fokstrotlarından memnundur ama, büyük çoğunluk İstanbul’un seslerini -bir ‘opera’da olsa bile- beklemektedir.
1930’ların sonunda, 1950’lerin ortasındaki ‘bilimkurgusal’ opera yarışmasını kaleme getiren Halide Edib anlatıyor: “Müsabakada sekiz sanatkâr vardı. Bunlardan yedisi İstanbul sokaklarından yahut semtlerinden birindeki bir aşk macerasını temsil ediyordu. ‘Fatih güzelinin sevdiği adam’, ‘Şişli kızlan’, ‘Vefa’da vefasız’, ‘Haliç’te mehtap’, ‘Kasımpaşalı Kasım’, ‘Boğaziçi geceleri’.
Bu operaların mevzuu hoparlör ile hülâsa olarak halka veriliyordu. Çünkü sanatkâr eserinin kendince en güzel sahnelerini çalıyordu. Bu eserlerin içindeki hâkim melodi telâkki edilen şarkıyı da bir koro heyeti söylüyordu. Her sanatkâra yarım saat verilmişti.”
Anılan semtlerin gelecekteki kaderleri üzerinde düşünülebilir. Halide Edib’in “Kubbede Kalan Hoş Sadâ’yı yazdığı yıllarda bütün bu semtler iyi kötü eski çehrelerini koruyabilmişti. İstanbul büyük bir değişime uğramamıştı. Fakat çok geçmeyecek, başta Molla Gürani, bütün bu semtlerde irkiltici dönüştürümler gerçekleştirilecekti.
“Amerikan zenci fokstrottu Molla Gürani’ye şaşıran “Molla Güranili ihtiyar kadın” gibi, Halide Edib de 1950 sonrasında olup biteceklerden habersizdi. Geleceğe yönelik kurgusunda ‘yeni’ Molla Gürani’den söz açmıyordu.
Haldun Hürel İstanbul’un Ansiklopedik Öyküsünde anlatıyor “Bu semtteki camisi 1917 Fatih yangınında yanan ve çok zarar gören Molla Gürani, Fatih döneminin en önemli din bilginlerindendi ve 1487’de ölmüştü. Molla Gürani aynı zaman da Süleymaniye yakınındaki eski Aya Teodosios Kilisesi’ni kendi adıyla camiye çevirmiştir. Camisinin yanında tekkesi de dururdu. Her ikisi birden Menderes döneminde Millet Caddesi açılırken ortadan kaldırılmıştır. Bu cadde çevresinde yakın yıllara dek 18. yüzyılın en önemli eserlerinden Hekimbaşı Ömer Efendi Külliyesi bulunuyordu. Bu da yok olmuştur.”
Gülhane Parkı’ndaki yarışmada, “musikî münekkideri” yedi eseri ya “çok alafranga”, ya “çok alaturka” bulurlar. Aradığı ve özlediği uygarlık çizgisinde salt Doğu’ya ya da salt Batı’ya odaklanmayan, ‘odaklanamayan’ Halide Edib hep bir sentezi aramıştır. “Kubbede Kalan Hoş Sadâ” öyküsü de onun bu incelikli özleminin bir simgesi sayılabilir.
1938’de -bugün handiyse unutulmuş- bir öyküde dile getirdiklerini, Halide Edib sonraları da sürdürecek, tekrar tekrar vurgulayacak, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri’nde tarihsel panoramayla anlatacaktır…
Gülhane Parkı’nda nihayet akşam olur. Yazar “Nihayet akşam erdi” diyor. İstanbul akşamlarına özgü tatlı bir loşluk belirir. Sırada sekizinci eser; orkestra değişir. “Bu orkestra Türkiye’de elli sene evvel kullanılan telli, zilli sazlar, davul, dümbelek, çiftenağra, zurna vs. musiki âlederinden” oluşmaktadır.
Biraz yorgun, biraz bezgin dinleyiciler yeniden canlanırlar. Canlanışta, hoparlörden söylenenlerin de etkisi vardır:
“Bu opera eski bir ut hocasının hayatıdır.” Opera ve ut!, yan yana, bir arada, birlikte…
Kubbede Kalan Hoş Sadâ operasının kahramanı Eyüplü Hacı Selâmi Efendi’ymiş, Enderun’un yetiştirdiği son kişilerden. Opera beş perde, ilk üç perdesi “eski zamanlara ait eski Türk besteleri” esinli; son iki perde “yeni sesleri” müziğe döküyor.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat Mizah Monoğrafi-Otobiyoğrafi Türk Klasikleri
- Kitap Adıİstanbul Mayısta Bir Akşamdı
- Sayfa Sayısı312
- YazarSelim İleri
- ISBN9786051416991
- Boyutlar, Kapak13 x 19 cm, Karton Kapak
- YayıneviEverest Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Düşman Kazanmak Sanatı ~ Tarık Buğra
Düşman Kazanmak Sanatı
Tarık Buğra
Bütün alçakgönüllülüğüme, kadir kıymet bilme çabalarıma rağmen kendini beğenmiş sayıldım ve yığınla düşman kazandım. Sevdiğim üç patrondan birisi, rahmetli Ali Naci Karacan bile, gazetesindeki...
- Belki de Dilimden Bu Şarkı Düşmez ~ Muhammed Berdibek
Belki de Dilimden Bu Şarkı Düşmez
Muhammed Berdibek
’Yeni bir devlet, yeni bir ulus ve yeni bir insan inşa etme çabasının zirvede olduğu dönemlerdi.Doğu’ya özgü ne varsa silinmeli, insanlar sadece Batı değerlerine...
- Bir Mabed İşçisi ~ Dücane Cündioğlu
Bir Mabed İşçisi
Dücane Cündioğlu
Ömrü boyunca harbi değil, muharebeyi kazanmayı hedeflemiş bendenizin harbin kaybedilmesinden ötürü hissesine düşen ızdırabın, yârinin içine atıldığı o büyükçe ateş ormanını söndürebilmek için ağzıyla...