Dünyayı değiştirecektik, ama değiştirmeye çalıştığımız dünyanın ne denli değiştiğini kavrayamadık. Artık kimsenin kahramanlara aldırdığı yok. Kahramanların sonu geldi, soyları tükendi. Belkemiğine bir sopa ve işin bitik.
Devrimciler, âşıklar, soylular, alçaklar, bütün yolların kapalı olduğu zamanlar… Uzun mektuplar, eski arkadaşlar, dönüp duran hatıralar, itiraflar, pişmanlıklar… Ense kökünde bir yara, beyninde bir iblis…
Ayhan geçmişinden kurtulmalı; Violet’i, Papaz’ı, Doktor’u, kelebekleri, kumsalı silmeli aklından… Bir şeyleri de unutmamalı… Hep hatırlamalı…
Arada kalan, kaybolan, kayıplarını arayan, savaşı sorgulayan, nefes almaya çalışan ve ölümün eşiğinde yaşayan bir kahraman… Bir 68’ romanı… Tempolu, nefes nefese, Türkçe edebiyatta eşine az rastlanır bir kurgu…
Issızlığın Ortası, usta yazar Mehmet Eroğlu’nun yayımlanan ilk romanı. Şaşırtan, edebiyata tazelik getiren, sakıncalı bulunan, bol ödüllü… Cesur ve yeni…
Bu romandaki kişilerin, olayların
gerçek kişi ve olaylarla ilişkisi yoktur…
Ancak anlatılanların yalnızca
hayal ürünü olduğunu kim söyleyebilir?..
BİRİNCİ KİTAP
Birinci Bölüm
– 1 –
Sigarayı yakıyorum, aç karnıma ikinci bu. Nikotinin acısı dilimin pasına karışırken soluk güneşe karşı uzandığım yerde geriniyorum. Başımı sallasam sabahtan beri beynimde uğuldayan o düşünceleri savurup atabilecek miyim? Bilmiyorum, ama daha fazla dayanamam; zaten neredeyse öğlen olacak. Birden saati merak ediyorum. On bir. Ancak güneş, günü saat gibi yarılayamamış, sokak da şaşılacak kadar sessiz. Kalkmaya çalışsam? Hayır, başımı taşıyamayacağım, taş gibi ağır. Vazgeçip yeniden uzanıyorum. Pencereden dışarısını seyredeceğim. Yelkovana yetişmekten umudunu kesen o soluk güneş şimdi karanlık bir tuvale benzeyen gökyüzünde bir bulutun arkasına sığınıyor. Bir gün daha, duvardaki kadınla başlayan bir gün daha. Parlak bir kâğıda basılmış resme bakıyorum. Belki de bir dergiden alındı; kim kesmişse eli titriyormuş. Makas, gitar çalan kadının çevresinde dolaşırken, ayağını koyduğu yastığı dışarıda bırakmış. Renoir bu tabloyu yaparken yüzyıllarca sonra ona bakarak uyanacağımı biliyor muydu? Sorunun saçmalığı güldürüyor beni. Konuşmadan, ama birbirimize alışık, susuyoruz. Kaç gündür onunlayım. Bir, iki, üç… Parmaklarım bitiyor. Demek on günü geçti. Birden bir bıçak saplanıyor mideme. Artık hep bu hücrede yaşamak zorundayım. O gün, bu evi ilk kez gördüğümde, beynimde uçuşan bu duygu on beş gün öncesine götürüyor beni. Sanki yeniden Murat’la birlikteyiz ve bu odaya giriyoruz. Gözlerimi yumup hatırlamaya çalışıyorum. Çok yorgundum… …yorgunum, Murat kapıyı açıp kenara çekiliyor. Onu dinleyecek gücüm yok.
Elimdeki bavulu bırakıp duvara yaslanıyorum. O, eliyle yatacağım yeri gösteriyor, gözlerimi kaparken başımı sallıyorum. “Neden hemen buraya gelmedin?” diye soruyor. Kirpiklerimi aralıyorum. Duvarda gitar çalan bir kadın var! Sorusunu tekrarlıyor; karşılık vermiyorum. Bu hücreye benzeyen odanın ayrıntıları aylar sonra olsa da bir ev duygusunu kazıyabilecek mi beynime? Murat konuşmasını sürdürüyor: “İstersen o resmi çıkarayım.” Benim için fark etmez, omuzlarımı silkiyorum. Gitmesi için yalvarsam. Yalnız kalmalıyım, hiç olmazsa birkaç saat için. Yeni geldim, biraz uyumak istiyorum, demeye hazırlanırken Murat konuşuyor. “Şimdilik sana birkaç ders uydururuz, haftada biriki kere gidersin, olur.
Çeviri de yapabilirsin…” Her şey ayarlanmış bile. Artık sağıma soluma çizilen çizgilerin belirlediği o dar sınırlar içinde yaşayacağım. Bavulu alıp yatağa doğru ilerliyorum. Şu duvardaki parlak kâğıda basılmış resim de katlanmak zorunda olduğum bir ayrıntı artık. Yatağa otururken Murat, “Adı neydi,” diye soruyor birden; şaşkın gözlerimi yüzüne kaldırıyorum, “o gazeteci kadının?” Yere düşmemek için yatağa tutunuyorum. Demek her şeyi biliyor. Sus, diye bağırmaya hazırlanırken, hızlı adımlarla yaklaşıp iri elleriyle omuzlarımdan kavrıyor. Sanki gözlerimde yanan o umutsuzluğu fark etti. Çaresizim, bir fısıltıyla cevap veriyorum: “Violet.” Önce susuyor, sonra, “Evet, Violet’ti,” diyor. “Violet’i, Papaz’ı, Yüzbaşı’yı, Doktor’u, o savaşları unut. Her şeye yeniden başladığını varsay…” Her şeye yeniden başlamak? Dudaklarından döküldüğü kadar kolay mı sanıyor? Susuyorum. Gözlerim, aylardır peşimden ayrılmayan hayaletleri görmüş gibi, duvarda artık. Evet, hayaletler akşam olur olmaz yine üzerime çullanacak. Ona söylesem! İnanmayacağını biliyorum. Murat beni tutup duvardan ayırıyor. “Demek biliyorsun,” diyorum yavaşça. “Yaralandığında doktor yazmıştı. Üç hafta önce de ikinci mektubu aldım, terhis olduğunu yazıyordu…” Yaralandım mı? Kahkahalarla gülmek geçiyor içimden. Ama hayır, bugünlük bu kadar konuşma yeter. Murat düşüncelerimi okumuş gibi doğruluyor. Şimdi kapının yanında, gitmek üzere. “Onlar yok artık,” diyor birden, “Burası Ankara ve sen bize döndün…” Bize? Kapıyı aralayıp düşündüğüm o soruyu cevaplıyor: “Rezzan seni görmek istiyor.
Nasıl beklendiğini biliyorsun. Ona neden hiç mektup yazmadın?” Rezzan! Zavallı, onu unuttuğumu bilse. “Gidiyorum. Senin yerinde olsam onunla evlenirdim. Unutma, çocukluğundan beri hep seni istedi.” …sonra çıkıp gidiyor. Artık hücremde yapayalnızım. Cümlesi havada sallanıp yere düşüyor. Rezzan’la evlenmek? Bu halimle mi, diye soruyorum önümdeki sessizliğe. Doktor, aramızdaki yüzlerce kilometre öteden cevap veriyor: “Birini bulmalısın, erkek ya da kadın…” Korkuyla duvara bakıyorum.
Yoksa orada mı?.. …o akşam üniforma, palaska ve postallar banyoda yanarken Rezzan geliyor. Bir süre birbirimize bakıyoruz konuşmadan. İçimde bastırmaya çalıştığım iri bir sıkıntı var. Rezzan sarılınca daha da artıyor. Ayların etinin yumuşaklığını unutturduğunu seziyorum. Gözyaşları boynumu ıslatıp göğsüme dökülüyor. Sarılmak gelmiyor içimden. Kollarım, taş gibi kıpırtısız, omuzlarımdan aşağıya sarkıyor. Hıçkırınca geri çekiliyorum. Parmaklarımı göğsüme uzatırken ince bir fısıltıyla soruyor: “İyi misin?” Bileğinden tutup içeriye çekiyorum. Ona gözyaşlarının beni sinirlendirdiğini söylemeliyim. Ağlamamalı. Ama ağlıyor ve sorularını aynı telaşla sürdürüyor: “İyisin, değil mi? Bir şeyin yok.” “İyiyim,” diyorum gülmeye çalışarak. Sözcük dudaklarımı yakarak kayboluyor. İçimde buzdan kocaman bir dağ olsa da iyiyim, demeli, bu yalanı durmadan tekrarlamalıyım. Odaya yürüyoruz. O aylardan ne kaldıysa hepsi bavulda. Bavulu, yatağın üstündekileri yere atıyorum.
Oturuyor. Viski içer mi? İçmeyecek. Mersin’deki o otel odasını hatırlıyorum. Mavili kadın içmişti, ben de içeceğim… “Ne olur yanıma gel.” İçkiyi alıp yanına oturuyorum. İlk yudum, şişeden midemdeki sıkıntıya dökülüyor. Yüzüne bakıyorum, gözleri kurumuş. Acaba gülebilir mi? “Gül”, diye mırıldanıyorum, ama gülmüyor. Dudaklarını titreten sinirli bir tik var yüzünde. Hiç değişmemiş. Bunu ona söyleyeceğim. Ama o benden daha çabuk davranıyor. “Çok değişmişsin.” Sonra elleri, gözlerimin altında fırlamaya hazırlanan kemiklere uzanıyor. Hafif, serin bir temas bu. Hemen yıllarca öncesine, çocukluğumuzdaki o bahçeye dönüyorum. Gözlerimi kapasam Murat’la ikisini havuzun başındaki otlara uzanırken göreceğim. “Öyle kalsaydık,” diyorum ellerine. Anlamıyor, ben de anlatmaya kalkışmıyorum. Gözlerindeki şaşkınlığı görmemiş gibi bakışlarımı kaçırıyorum. Keşke hep yanımda olsaydı ve parmaklarını yüzümde gezdirseydi. “Neden önce İstanbul’a gittin?” Geri çekerek, parmaklarını tutuyorum. İstediğim, dokunuşu, soruları değil. Cevap bekleyen gözlerini açarak yüzüme eğiliyor. Karşılık vermeyeceğim, şu anda aramıza bir ceset girmemeli. Ona, bir hafta önce, Magosa’dan Mersin’e geldim, oradan da savaşta ölen Rifat’ın annesini görmek için İstanbul’a gittim, diyebilirim. Ama bu kadar kısa bir cümleye, onca korku ve işkenceyi sığdırabilir miyim? Hayır, beni anlayamaz. Rezzan, “Murat,” diye konuşmasını sürdürüyor. Sesi hâlâ sulu ve titrek. Sonra Murat’tan vazgeçip, “Neler oldu, hadi bana anlat,” diyor. Korkuyla geri çekiliyorum.
O iğrenç öfke parmaklarıma düğümlenirken, ilk kez onun bir kadın olduğunu hatırlıyorum. Sabırlı, sesini kontrol etmeye çalışarak sorusunu yineliyor: “Neler oldu? Bana anlatmalısın.” Hayır, anlatacak cesaretim yok artık. Yalnızca sessizce düşünebilirim. Askere gittim. Sonra… Sonra o kumsala çıktık. O gün ve o gece ölümle koyun koyuna yattım. Çevremde insanlar öldü. Kelebekler de… Evet, kelebeklerin de öldüğünü unutmamalıyım. Gecenin yarısında dağa tırmandık. Dağ?.. O aydınlık saatlerin dehşeti birden beynime saldırıyor. Yine kalın bir burgu parçalayacak kafatasımı. Titriyorum. Rezzan telaşlanıyor, korkumu saçlarımı okşayarak kaçıracakmış gibi parmaklarını başıma uzatıyor.
Birden sanki hastanedeki son gece beni sorguya çeken adamın önündeymişim gibi irkiliyor ve olanları sessiz sözcüklerle anlatmaya koyuluyorum. Dağdan inince savaşlar bitti. Yüzbaşı, beni Karpaslar’daki o köye karakol komutanı olarak atadı. Deniz kenarında sakin bir yerdi ve o garip Papaz’la günler geçip gidiyordu. Sonra o gazeteci kadın geldi köye. Adı?.. “Adı Violet’ti,” diyorum yavaşça. Saçlarımdaki el geri çekiliyor. Gözlerimi açıyorum; Rezzan. Gözleri iri iri açılmış. Saçmaladım. O sorgulayan adam değil, Rezzan’dı karşımdaki. Kadının adını soran da Murat’tı. Hem artık sabah da değil, çatılardaki karanlık birazdan sokağa inecek. Rezzan şaşırmakla suç işlemiş gibi kızarıyor. Vakit kazanmak için yeni bir soruya sığınıyor. “Yaralanmışsın?” Daha konuşacak, ama elimdeki şişe kayıp yere düşüyor. Ayağa kalkıyorum.
Aynı sözcüğü bir kez daha duyarsam kusacağım. Bu da kocaman bir yalan. Dudaklarımın ucuna gelen çığlığı dişleyip tutuyorum. Hayır, gerçeği söylemeyi göze alamam. Elim enseme gidiyor, sanki hâlâ o hastane odasındayım ve Doktor’un parmakları başımdaki kanlı sargı bezinde dolaşıyor. “Evet,” diyorum kusmadan. “Yaralandım ve bir ay hastanede yattım.” Bir ay diye tanımlanabilir mi o günler? Artık bitti. Oysa Doktor’la ilk konuştuğum gün hiç bitmeyecek sanıyordum. Ama sonunda bitti. Beni bırakmak zorunda kaldı. Birden hastanenin kapısını, taburcu edildiğim günü hatırlıyorum.
Düşüncelerimi o hayaletlerin ulaşamayacağı kadar uzağa taşıyabilecek miyim? Yeniden, ama bu kez Rezzan’dan iyice uzağa oturuyorum. Boşuna, beynim, ne kadar direnirsem direneyim, hatırlamaya mahkûm benim. Gözlerimi kapıyorum. Rezzan şaşıracak; şaşırsın. Öğle vaktiydi… Geçmişle aramdaki perde yavaş yavaş aralanıyor… …çevremi kuşatan yılan dilli bir alev vardı, ama ben sıcağı hissetmiyorum. Deniz kıyısına, limana çıkarsam bomba seslerini duymaktan korkuyordum. Oysa savaşlar biteli çok olmuştu, ama hâlâ kulaklarımda patlıyordu o gürültüler.
Kasaba beyaz evleri ve terk edilmiş sokaklarıyla ıssızdı. Köşedeki nöbetçinin önünden altıncı kez geçiyordum, er yine selam veriyordu. Doktora yanıldığını kanıtlayacaktım; az önce hastaneden çıkmıştım. Bacaklarımda yürümek için yeterli güç olduğunu gösterecektim. O ilk sivil günümdü. Hastanede biten serüveni bir daha hiç yaşamayacağımı, adadan ayrılır ayrılmaz her şeyi unutacağımı düşünüyordum. Bir balkonun altında durup sigara yakmıştım, ama duman daha ciğerlerime inmeden duydum onu: “Demek taburcu ettiler sizi?” Geriye döndüm, önce tanıyamadım kadını. Etek giymişti, ama o ses? Sesini unutmak elde değildi. Oydu. “İkimiz de iyiyiz,” dedi, şaşkınlığıma aldırmadan. Birden şakaklarım zonklamaya başladı.
Kaçmalıydım. Ama geç kalmıştım. Kadın önümdeydi ve elini uzatmıştı. “Sizi gördüğüme çok sevindim,” diyordu. Yüzündeki o uzun çilli gülümsemeye bakmamaya çalışarak, “Şanslıydınız,” dedim sıkıntıyla. “Bomba sizin tarafınıza atılsaydı, hastaneden çıkan siz olacaktınız.” Hemen cevap vermedi. Sanki önce o garip gülümsemesini bitirmek zorundaydı. Bitirince, “Belki de haklısınız,” dedi. “Şanslıydım.” Elini sıktım, arkadaki nöbetçi bizi seyrediyordu, başındaki şapkanın gülünç olduğunu düşünmüştüm. “Şimdi kendinizden söz edin. İyi misiniz?” Gözbebekleri küçük ve uzun yüzünde renksiz iki nokta gibi belirsizdi. “İyiyim,” dedim yavaşça. “Burada ne yapıyorsunuz?” Ya siz, diye sormak geçti içimden, ama hemen vazgeçtim.
Nasılsa beşte ayrılacaktım Girne’den. “Saat altıda Magosa’ya gideceğim,” dedim. “Akşama da gemiye binmiş olacağım. Askerlik bitti.” Önce sustu, sonra, “Sizin adınıza sevindim,” dedi çabucak. Yalan söylediğini biliyordum: O, ellerimi tutmak için bir neden bulmaktan sevinçli, parmaklarımı kavramıştı. “Neden burada ayakta duruyoruz? Haydi gelin, limana gidelim.” Ellerimi geri çektim. “Aldırmayın,” dedi. Anlayışlıydı, sanki hastanede neler olup bittiğini biliyordu. “Lütfen aksilik etmeyin, hem biraz rüzgâr buluruz belki.” Çaresizdim, yüreğimde büyüyen gümbürtüyle peşinden yürüdüm. Nöbetçinin önünden geçtik, yine selam verdi, yine selamı aldım. Az sonra limanın çevresine dizilen kahvelerden birinde, garsonun gösterdiği bir masada oturuyorduk. Arkamı denize vermiştim, çevrede birkaç karacı subaydan başka kimse yoktu. Kadın, iri bir şemsiyenin altındaydı ve çay istemişti. “Çay,” dedim garsona; getirdi. Bir süre konuşmadık, sonra, “Papaz ölmüş,” dedi yavaşça. Ellerimdeki titremeyi önlemeye çalıştım, ama boşunaydı. Çayı masaya bırakıp, “Öldü,” diye mırıldandım. Kadın bana bakmadan, “O köye geldiğimde bana söylediklerinizi Papaz’a aktarsaydım belki ölmeyecekti,” dedi. Yüzüne baktım, yine o günkü gibi terlemişti.
Sessizce bir küfür mırıldandım. “Hatırlayın o günü.” O günü hatırlamak… İçimde her şey savruluyordu. Boğazını sıkmayı düşünüyor, onu karşıma çıkaran rastlantıya lanetler yağdırıyordum. “O akşamüstü de çay içmiştik,” diye sürdürmüştü konuşmasını. “Unuttunuz mu?” Hayır, unutmadım. Kaderim o gün kararlaştırılmamış mıydı? Saate baktım, üçtü; kadın hâlâ konuşuyordu: “Eğer benimle yatmak istediğinizi söyleseydiniz olağan karşılayacaktım, ama Papaz’ın o köyden gitmesi için yardım etmemi istemenize çok şaşırdım doğrusu.” Köydeki o akşamüstü… Blucininin rengine uyan uzun çizgili bir gömlek vardı sırtında ve terliyordu. O gün saçları daha kısaydı… Kadın birden, “Neden gitmesini istemiştiniz?” dedi düşüncelerimi keserek. Neden? Çünkü yüreğimi dağlayan doğrular istemiyordum. Çünkü Papaz’ın beni itmek istediği o kuyu gerçeklerle dolu olsa bile, sıradan bir insan olmanın peşindeydim. O anda ellerimde nemli bir ürperti dolaştı.
Gözlerimi açtım. “Soruma karşılık vermediniz,” diyordu kadın. Vermeyecektim. Limandaki boş teknelerin kirli ve yeşil gölgeleri suda titreşiyordu. Artık yola çıkmalıydım. Kadına döndüm, vaktin geldiğini söyleyecektim, “Ya o adam,” dedi ansızın, “bombayı atan adamı buldunuz mu?” Her şey bulandı, düşecektim, zorlukla tutundum sandalyeye. Ona rastlamamalıydım, buraya gelmemeliydim, diye bağırıyordum, ama sesim çıkmıyordu.
Sözcükler boğazımda donup kalmıştı. “Çok soru sordum galiba,” dedi. Elim telaşlıydı, bir gece önceki sorgulamayı hatırlatıyordu her şey. “Geceye kadar ne yapacaksınız?” Sonunda sigarayı buldum ve “Bu da bir soru,” dedim öfkeyle, “alışkanlıklarınızdan kolay kolay vazgeçmiyorsunuz.” Güldü, yüzündeki çiller artık her tarafına yayılmıştı. Yeniden elime uzandı, geri çekildim. “Pekâlâ, sinirlenmeyin,” dedi. Dudakları yeni bir daveti sunmaya hazırlanırken gülümsemeye benzer bir titreme yüzünü yokluyordu.
Ona inanmamalıyım, diye mırıldandım. “Buraya çok yakın bir evim var,” dedi, “kumsalda, isterseniz akşama kadar kalın, Magosa’ya ben götürürüm sizi…” “…iyi misin?” Kaçıncı soru bu? Kirpiklerim aralanıyor. Rezzan’la karşılaşıyorum. Akşam, odaya çökmüş, artık koyu bir karanlığın içindeyiz. Hâlâ uzaktayım ondan. Ayağa kalkıp yanına yürüyorum. Gözleri ıslak; yine ağlamış. Bu kez benim parmaklarım onun yanaklarında dolaşıyor. Gözlerinden aşağıya inen o gümüş çizgilere dokunuyorum. Omuzlarını tutmak için eğildiğimde, birbirimize yabancı olduğumuzu yeni anlamış gibi, hıçkırıkları gövdesini sarsıyor. Ona anlatabilsem, beynimi kemiren iblisten söz edebilsem… Birkaç dakika sonra susup duvarı işaret ediyor; gidip düğmeyi çeviriyorum. Lambadan dökülen kör ışık acımasız. Bakışları beni ilk kez görüyormuş gibi yakın, ama ürkek…
Üçüncü sigarayı da yakıyorum. Başım sanki bir kuklanın abartılmış kafası; kaldırmaya davrandıkça omuzlarıma düşüyor. Murat ve Rezzan’la başlayan o ilk gün hiç değişmeden sürüp gidiyor. Haftada bir ya da iki kere dışarıya çıkıp o aptal çocuğa ders vermeye gidiyorum. Rezzan’a uğruyorum dönüşte. Başka gidebileceğim hiç kimse kalmadı. Zafer? Ali, Naci? Hatırlamak bile korkutucu. Düşüncelerim ne zaman geçmişle arama gerilen o kalın perdeyi aralamaya kalkışsa, içimi daha da soğutan buzdan bir korkuya çarpıyorum. Ama Zafer? Onsuz Ankara’ya nasıl dayanacağım? Mac. Intosh’un dediği doğru muydu? Kaderimi Zafer’inkiyle birleştirdim mi ben? Bu kez kalkacağım… Zorlukla doğrulup lavaboya yürüyorum.
Muslukta su yok. Küfredip dar pencereye yaslanıyorum. Çatılardaki binlerce televizyon anteni kara ufku garip geometrik şekillere bölmüş. Görüntü midemi bulandırıyor. Odaya geri dönüyorum. Metin’in mektubu! Hayır, okumamalıyım. Akşamdan beri masada duran buruşmuş kâğıttan uzaklaşıyorum. Yatsam? Hiç uyuyamayacağımı bile bile uzanmak neye yarar? Bir çocuk sesi yükseliyor sokaktan. Pencereye yaklaşıyorum. Karşıdaki apartmanın kapıcısının oğlu, yediği dayağı avaz avaz kusuyor. Alışmalıyım. İnsanlara, kalabalığa, seslere, günlerin sürüklediği bütün ayrıntılara alışmak zorundayım. Masaya dönüp kapağı yıpranmış nüfus cüzdanını açıyorum. Sayfa bir: Fotoğraftaki yüzün bana ait olduğunu kimse söyleyemez artık.
Adı: Ayhan. Soyadı: İlyasoğlu. Doğum tarihi: 1949… İkinci sayfayı çeviriyorum. Bedence sakatlığı ya da noksanlığı: Bu soruya o gazeteci kadının, gemiye binerken, kulağıma fısıldadığı sözcüklerle karşılık vereceğim: “Zavallı bir çılgın.” Yatağa yürüyüp uzanıyorum. Düşüncelerim Violet’ten Mac. Intosh’a, sonra Zafer’e atılıyor. Kaç yıl geçti onunla dost olduğumuz o ilk günden bu yana? Gözlerimi kapayıp beynimdeki korkuya aldırmadan sayıyorum. On üç ya da on dört uzun yıl. Evet, on dört yıl olmuş. O gün ilk kez sigara içmiştim, ilk kez Rezzan’a mektup yazmıştık ve yine ilk kez onun yüzünden cezalandırılmıştım…
Evet, on dört yıl önce onu tanıdıktan kısa bir süre sonra, o gün Zafer, tahtanın başında Arjantin’i kekeliyordu. Uzun yüzü ter içindeydi. Gece yatakhaneden kaçıp revirdeki Hemşire’yi ziyarete gitmişti, uykusuzdu. Ama Coğrafyacı da kalın gövdesini uykuya hazırlıyordu. Konuşsa, saçma olsa bile bir şeyler anlatsa, hoca uyuyacaktı. Dayanamadım, “Konuş,” diye fısıldadım oturduğum yerden. Hafta sonu ikimiz de izinsizdik. Cumartesi günü, “Aldırma,” dedim Zafer’e, “Zaten bu dağ başında cumartesi nereye gidilir ki?” Oysa banka müdürünün kızıyla buluşacaktı, biliyordum.
Ama ben hoşnuttum, eğer izinsiz olmasaydık onlar bir kuytuda konuşurlarken gözcülük görevi bana düşecekti. Düşünceliydi, karşılık vermemişti. Elinde bir sigara vardı, az sonra bir tane de bana uzatmıştı. İlk sigaramdı, beğenmesem de içecektim. Duman genzimi yakarken günlerdir aklımda olan o öneriyi yaptım Zafer’e. Belki sıkıntımız dağılırdı. Kabul etti, o gün ilk kez bir başkasının ağzından mektup yazdım Rezzan’a. Aldığım karşılıktan sonra Rezzan sevgilim oldu. “Aslında senin sevgilin,” diyordum. Zafer gülüyordu… Üç ya da dört ay sonra Mac. Intosh’un önündeydim ve sorguya çekiliyordum. Şarap kırmızısı suratıyla karşımda, masadaydı.
Öğretmenler odası boştu, çünkü geceydi. O masada, ben karşısında, aramızdaki sessizlik dakikalardır sürüyordu. Şöminede odunlar vardı ve garip bir temmuz sıcaklığı yayılmıştı odaya. Masanın kaplamasındaki çatlak, kafasına kadar uzayıp gidiyor diye düşünüyor ve gizlice gülüyordum. Oysa durumum ağlanacak kadar kötüydü. Hemşire’nin lojmanının arkasındaki duvarın dibinde yakalamıştı beni. Ama Zafer’in kurtulduğunu hatırladıkça seviniyordum. Eğer yakalansaydı kovabilirlerdi onu. Mac. Intosh’un sorularını karşılıksız bırakıyordum. Daha doğrusu ilk söylediğimde direniyordum. “Bendim,” diye karşı koyuyordum, “Duvarda Hemşire’yi gözetliyordum…” İnanmamıştı. İnanmadığına değil, beni erkek yerine koymamasına içerliyordum. “Zafer’di,” diye üsteliyordu Mac. Intosh, “Ben geldiğimde duvardan atlayıp kaçan Zafer’di.” Susmuştum, gerçeği benim ağzımdan öğrenemeyecekti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıIssızlığın Ortası
- Sayfa Sayısı310
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750515743
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sakinler ~ Hande Ortaç
Sakinler
Hande Ortaç
“25 Eylül Pazartesi, 20:00 Sevgili dinleyicim, kusura bakma fısıldayarak konuşmak zorundayım. Umarım söylediklerim anlaşılıyordur. Sabaha karşı bahçedeki güllerin dibine sakladığım teybin yanına çömeldim. Bu...
- Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar ~ Serhan Ergin
Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar
Serhan Ergin
Bize kalsa böyle geçerdi akşamlar. Ama Filiz geldi. Filiz’in istekleri senin de isteklerin oldu (zaten her ilişkinde kendini değiştirmeye teşne oldun), sizin isteklerinize de...
- Arzunun Serbest Dolaşımı ~ Ahmet Tulgar
Arzunun Serbest Dolaşımı
Ahmet Tulgar
“Şefler işçi sınıfına devrimdeki öncülüğünü teslim ettikleri konuşmalarında bile işçilerden biraz küçümsermiş gibi bahseder, onlara soğuk sandviç ve meyve sulu kumanya taşır gibi siyasi...