Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İslam Nedir ?
İslam Nedir ?

İslam Nedir ?

Nuri Yılmaz

İslam;geçmişte nasıl anlaşılıyor ve nasıl yaşanıyordu? Günümüzde nasıl algılanıyor? Sapma ve bozulma nasıl ortaya çıktı? Bozulma sürecinde dış etkenlerin rolü nedir? Geleceğe bakış… Kısacası…

İslam;geçmişte nasıl anlaşılıyor ve nasıl yaşanıyordu? Günümüzde nasıl algılanıyor? Sapma ve bozulma nasıl ortaya çıktı? Bozulma sürecinde dış etkenlerin rolü nedir? Geleceğe bakış… Kısacası dün, bu gün, yarın İslam algılayışları.

İSLAM NEDİR

HANGİ İSLAM

Nuri YILMAZ

GİRİŞ

İnsanoğlu nice zahmetlerle dünyaya gelir. Çeşitli evrelerden geçerek, nice zorluklarla büyür. Daha gözlerini açar açmaz, kendisini bir toplum içinde bulur: Kurallar önceden konmuş, değerler önceden oluşturulmuş, sistem önceden kurulmuş ve hedefler önceden belirlenmiştir. Kendisinden; ailesine, vatanına ve milletine, hayırlı bir evlat olması beklenir. Bu ise onların, geleneklerini gelenek, kurallarını kural, hedeflerini hedef edinmek anlamına gelir.
İnsanın yaratılışından gelen özelliklerinden birisi de sahiplenme duygusudur. Doğal olarak herkes, kendisini dünyaya getiren anne ve babasını veya kendisinin de bir ferdi olduğu toplumunu sahiplenir. Onlarla arasında, ait olma ve benimseme ilişkisi doğar. Dolayısıyla; onlar gibi olmak, onların kurallarıyla yaşayıp, onların yürüdüğü hedeflere doğru bir yol tutmak, yadırganacak bir durum değildir.
Fakat şöyle bir düşünün!
Şu an içinde bulunduğumuz ailenin değil de, başka bir ailenin çocuğu olsaydık. İçinde doğup büyüdüğümüz toplumun değil de, bir başka toplumun üyesi olsaydık!
Aslında bir şey değişmeyecekti, onları da sahiplenecektik. Çünkü dünyanın her köşesinde milyarlarca insan, yaratılışlarından gelen aynı özellikleri taşıyorlar ve etraflarındakileri sahipleniyorlar. Akılları erdikçe de, onların kültürlerine, geleneklerine uygun bir insan oluyorlar.
Fakat tam da bu noktada, Kur’an’ı Kerim’in dikkatlerimize sunduğu bir mesele var:
“…Ya atalarınız, aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 2/170)
Evet! Ya öyle idiyseler?!
* * *
Eğer bizi dünyaya getiren anne–baba ve içinde doğup büyüdüğümüz toplum, iyi özelliklere, güzel bir ahlaka ve doğru değerlere sahip iseler; onlardan bizim de payımıza bir şeyler düşecektir. Yok eğer kötü özelliklere sahip, bozulmuş, ahlaken çökmüş bir durumda iseler, maalesef, kötülükten de payımıza düşecekler vardır.
Fakat bu nasıl bir durumdur ki; hem anne-babamızı ve hangi toplumun bir ferdi olarak dünyaya geleceğimizi seçemiyoruz, hem de iyilikleri ve kötülükleri bizi etki altında bırakıyor? Ortada bir adaletsizlik mi var? Bir İslam toplumunda dünyaya gelmek büyük bir şans iken, mesela; bir Hıristiyan toplumunda dünyaya gelmek şanssızlık mı, kötü mü?
Şükürler olsun ki Rabbimiz, iyilik ve kötülüğü içinde bulunulan ortama değil, insanoğlunun tercihine bağlı kılmıştır. İnsan, içinde bulunduğu ortamdan iyiye ve kötüye dair bir takım özellikler alır. Ama bu aldıkları, onu iyi veya kötü yapmaya yeterli gelmez. İyi ahlak ve adil düzen sahibi bir topluluğun kendi içindeki bir bireye katkısı; o bireyin, toplumunun değerlerine sahip çıkması ve ona uygun bir hayat sürmesi oranındadır. Toplum genel olarak iyilik üzereyken, birey onlarla tamamen ters düşebilir. Ahlak yönünden çökmüş ve iyice zalimleşmiş bir topluluğun kendi içindeki bir bireye zararı ise; o bireyin, toplumun kötülüğünü paylaşmasına bağlıdır. Toplum zulme ve ahlaksızlığa boğulmuş iken, içlerinden dosdoğru insanlar çıkabilir.
Yani; bir topluluğun üyesine olan katkısı, sadece iyilik ve kötülüğünü paylaştığı orandadır. Bundan başka kimsenin kimseye bir katkısı dokunmaz.
“Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz; sonunda dönüşünüz Rabbinizedir.” (En’am 6/134)
“Onlar geçmiş birer ümmettir. Kazandıkları kendilerine, kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.” (Bakara 2/134)
“Sizlerden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için. Herkes kazancına bağlı bir rehindir.” (Müddessir 74/37-38)
Ayetlerde ifade edilen gerçekler; sapmış ve yoldan çıkmış toplumlarda, o ortamdaki kötülük ve zulmün çarkı haline gelmiş bir ailede dünyaya gelen çocuklar için bir müjdedir. Çünkü Allah her insanı; ihtiyaçlarını karşılasınlar, büyütsünler diye farklı farklı şefkat kollarına (ailelere) emanet etmiştir, ama büyüyüp kendi iradesini kullanacak yaşa gelince de, iyilik ve kötülük arasında kendi tercihini yapma özgürlüğü vermiştir. Kimsenin suçundan dolayı bir başkasını yargılamaz. Bir insan veya toplumun ahlaksızlığını ve zulmünü, soyundan gelenin kaderi olarak yazmaz. Yeterki kişi, sırf “soylarından geldim” diye ahlaksızlık ve zulümlerine ortak olmasın.
Allah’a itaat ve kulluk içerisinde iyilik ve güzelliklere ulaşmış olan ailelerin çocukları için ise bir uyarıdır! Çünkü yukarıdaki ayetler aynı zamanda şu gerçeği ortaya koymaktadırlar ki, iyilik ve hayır, anne ve babadan miras yoluyla devralınan bir özellik değildir. Anne ve babanın Müslüman olması, onların çocuklarının da Müslüman sayılacağı anlamına gelmez. Her bir birey o sıfatı, kendi tercih ve yaşantısıyla kazanmak zorundadır.
* * *
İyilik ve hayırlardan nasibini almış her aile, çocuklarının da kendileri gibi olmasını ister. Yaşamın gerçek manasını kavramış olmanın verdiği bir haklılık ve ölüm sonrasıyla ilgili gerçeklerin yol açtığı korkuyla, çocuklarını hatalardan ve yanlışlardan korumaya çalışır.
Onlar, dünya hayatının bir imtihan alanı olduğunu bilmişlerdir. Hesap günü herkesin Allah’ın huzuruna çıkacağını ve dünyada iken yaptıklarının hesabını vereceğini; o gün geri dönüşün olmadığını ve pişmanlığın fayda sağlamayacağını; defterlerin açılacağını, herkese iyilik ve kötülüğünün tek tek bildirileceğini; sonra da kazandıklarına bağlı olarak ya sonsuz bir cezaya çarptırılacaklarını, ya da sonsuz bir ödüle erişeceklerini anlamışlardır. Allah’ı memnun edebilmek kaygısıyla, iyilik, hayır ve ahlak üzere bir hayat sürmeye çalışmaları bu yüzdendir.
Anne veya baba olunduğunda daha iyi anlaşılacağı gibi, bütün anne babalar; kendileri için istediklerinden daha fazlasını çocukları için isterler. Çocuklarının; sonucunda bir azap ve ceza olduğunu bile bile, zulmün, ahlaksızlığın ve kötülüğün bir parçası olmalarını istemezler. Göz göre göre azap çukuruna doğru yuvarlanmalarına, gönülleri razı olmaz. Bu yüzden ahlaklı, doğru ve iyi bir insan olmaları için her türlü fedakarlığı yaparlar. İyiyi ve doğruyu öğrettiğini düşündükleri kurslara, okullara gönderirler. Okunması için teşvik ettikleri kitapların, paralar dökerek aldıkları filmlerin ve içinde yer almalarını sağlamaya çalıştıkları kimi sosyal etkinliklerin gerekçesi hep budur! Yeter ki çocukları iyi birer insan olsun… Eğer çocuklarında bir istek ve ışık görürlerse dünyalar onların olur, sevinirler.
Bu durumdan bahsetmemiz, çocukların; anne-babalarının endişelerini daha iyi anlayabilmeleri içindir. Yoksa memnun edilmesi gereken onlar değil, merhametinin yanında hesaba da çekecek olan Allah’tır.
Anne ve baba ne kadar isterse istesin ve ne kadar çaba gösterirse göstersin, çözüm çocukların tercihinde ve taşıdıkları duyarlılıktadır. Hiç kimse bir başkasının günah yükünü üstlenemez. Başkası istedi diye iyi bir insan olmayacağı gibi, başkası engellediği için kötülüğe de dalmaz. Anlık hatalar ve tökezlemeler olabilir. Ama işin özünde temel belirleyici olan, dış etkenler değil, insanın kendi tercihleridir.
Olmanın yolu bilmekten geçer.
Ne olmak gerektiğini ve nasıl olunacağı bilinmezse, doğruya ulaşma imkanı da kalmaz. Belki bize çevremizden, “doğru” diye öğretilenler yanlış veya eksik… Belki farkında olmadan kötülüğe, zulme ortak olup gitmekteyiz.
Kimse bizim yerimize bilmek, bizim yerimize yapmak durumunda değildir. Yapsa da bu durum, Allah katında kabul görecek değildir.
“Kimsenin kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.” (Bakara 2/123)
Şu halde herkesin kendi sorumluluğunu üstlenmesinin vaktidir.
–    Doğru yapıyorsak doğruluğundan emin olmak zorundayız.
–    Yanlış yapıyorsak bilip düzeltmek zorundayız.
Bu kitap, böyle bir niyet ve çaba ile hareket eden duyarlılık sahibi Müslümanlara yardımcı olmak ve katkı yapmak için hazırlanmıştır. Öncelikle İslam’ın nasıl anlaşıldığı sorgulanmakta ve farklı anlayışların kaynağı ortaya konmaya çalışılmaktadır. Ardından, Kur’an’ın İslam’ı ne şekilde anlattığı araştırılmakta ve sonra da, Kur’an’ın ortaya koyduğu İslam anlayışı ile bugünkü anlayışlar arasındaki farkın nedenleri gündeme getirilmektedir.
Bu kitabın okuyucuya yapacağı katkı, sadece hayırda yardımlaşmak noktasındadır. Hayrın ortaya çıkması ise kişinin onu dilemesi ve ona ulaşmak için iyi niyetli bir çaba ortaya koymasına bağlıdır.
İSLAM NASIL ANLAŞILIYOR?
İslam, peygamberinin ağzından ilk duyurulmaya başlandığında, “İman nedir? Kitap nedir?”  bilmeyen bir topluma hitap edilmekteydi. Çağrıya muhatap olanlar ilk defa duymuş oluyor ve ona göre; ya kabul ediyor, ya da reddediyorlardı.
Fakat bugün nitelik olarak farklı bir toplumla karşı karşıya bulunmaktayız. İslam geniş bir coğrafyada, insanlar tarafından bilinmekte ve milyarlarca insan onu sahiplenmektedir. Dünyadaki en yaygın dinler sıralamasında Hıristiyanlıktan sonra ikinci gelmektedir. Nüfus artış hızları göz önünde bulundurulduğunda, İslam’ın birinci sıraya yerleşmesi için fazla bir zaman kalmamıştır. İslam ülkeleri geniş bir coğrafyaya yayılmış ve çok ciddi bir nüfusu sınırları içerisinde barındırmaktadırlar. Kısacası dünya çapında büyük bir halk kitlesi, kendisini Müslüman olarak nitelemekte ve İslam’a ait görmektedir.
Sayısı milyarları bulan bir insan kitlesi kendisini Müslüman olarak görüyor olmasına rağmen, bunların kendilerini tanımlamalarında, birbirlerine bakışlarında ve birbirlerini kabul etmelerinde problemler vardır. Günümüzde, herkesin üzerinde birleştiği bir İslam tanımlaması yoktur. Farklı farklı anlayışların sonucu olarak birçok kimse için, hayat görüşünü ifade eden tek kimlik olmaktan çıkmıştır. İbadet ve ahlak alanlarındaki tercihi yansıtan sınırlı bir kimlik haline dönüşmüştür.
Bu problemli durum sebebiyle, farklı İslam anlayışına sahip insanlar arasında bir “kabul” sorunu bulunmaktadır. Farklı görüş mensupları, birbirlerinin İslam anlayışını doğru bulmamakta ve dışlamaktadırlar.
Böyle bir ortamda, Allah resulünün yaptığı gibi İslami bir çağrı gerçekleştirmeyi arzulayanlar, nasıl bir tutum içerisinde olmalıdırlar?
–    “Hepimiz Müslüman’ız” deyip, yönlerini bilmeyenlere mi çevirmeliler.
–    Yoksa “bugünkü şartlarda doğru bilgi, öncelikle kendisini İslam’a ait gören insanlara lazım” diyerek, içe dönük bir çaba mı ortaya koymalılar.
Bilmeyenlere duyurmak, Müslüman olmanın gerektirdiği bir sorumluluktur.
Fakat aslına bakılırsa bugün doğru bilgi, öncelikle kendisini Müslüman olarak niteleyen insanlara gerekmektedir. Çünkü “Müslüman’ız” diyenler o kadar ayrı yollar tutturmuşlar ki; doğru ile yanlış, hak ile batıl birbirine karışmış durumdadır. İnsanlar birbirleriyle neredeyse taban tabana zıt görüşlere ve uygulamalara sahip olmuşlardır. Birinin doğru dediğini diğeri, diğerinin doğru dediğini ise beriki kabullenmemektedir. Hatta duruma göre, inanç noktasındaki farklılıklardan dolayı, birbirlerini dinin dışında olmakla bile itham edebilmektedirler.
Velhasıl evde bir yangın çıkmış durumdadır. Evde yangın varken, hem onu söndürmeye, hem de komşuya yardım etmeye çalışmak bir ayrıcalıktır, ahlaki bir üstünlük ve erdemdir. Ama temenni edilmesine rağmen, evdeki yangını söndürürken başka yerlere su yetiştirememek de vardır. Bu durum doğru bilgiyi, ihtiyacı olan başka insanlardan esirgemek anlamına gelmez. İmkan elverdiği oranda, herkesin doğruya ulaşması yönünde bir çaba ortaya koymak esastır. Ama çabanın yönü doğal olarak, önce kolayca ulaşılabilecek en yakındaki kimseden başlar ve nihayet yeryüzünde duymayan kimse kalmayıncaya kadar devam eder. Sonuçta herkes güç yetirebildiğinden mesuldür.
Nitekim Yüce Allah bu duruma şu şekilde açıklık getiriyor:
“Önce en yakın hısımlarını uyar.” (Şuara 26/214)
EN GENEL ANLAMDA DAVETİN MUHATAPLARI, TÜM GENİŞLİĞİ VE BÜYÜKLÜĞÜ İLE BÜTÜN YERYÜZÜ VE TÜM İNSANLIKTIR. BU GENİŞ MUHATAP KİTLESİNE NASIL GİDİLECEĞİNİ DE, BU DAVETİN SAHİBİ OLAN ALLAH BELİRLEMİŞTİR. SORUMLULUK ÖNCELİKLE İÇİNDE BULUNULAN TOPLUMDAN VE O ÇEVRENİN İNSANLARINDAN BAŞLAR. ONLAR İÇERİSİNDE BİLE, DAVETİN KENDİSİNE DAHA KOLAY ULAŞTIRILABİLECEĞİ ÖNCELİKLİ KİMSELER OLABİLİR.
Fakat meselenin bir de şöyle bir yönü vardır:
“Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da, başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez misiniz?” (Bakara 2/44)
Bütün insanlığı uyarmak Müslümanlar üzerinde bir sorumluluktur. Ancak uyarmak sadece dışa dönük bir eylem değildir. Hatta denebilir ki, başkalarını doğru bir şekilde uyarabilmek için önce bireyin kendisini uyarması gerekir. Uyarının doğru bir şekilde gerçekleşebilmesi ise, bireyin kendi içinde bulunduğu durumu doğru analiz edebilmesine bağlıdır. Bu gerçekten hareketle şu soruları sormak gerekir:
–    Acaba evdeki yangın ne durumdadır?
–    Ve büyüklüğü hangi çaptadır?
* * *
Bugün, İslam toplumu olarak nitelenen coğrafyalar, değişik yabancı kültürlerin etkisinde bulunmaktadırlar. Etki sadece değişik görüşlerin yandaş bulması veya taraftar kazanması anlamında değildir. Çünkü Müslüman bir anne babadan gelip başka dinlere yönelen insanlar, her çağda var olmuştur, olacaktır. Hatta bugün için, sistematik çabaların bir sonucu olarak, farklı dinlere yönelen insanların sayısında artış olduğu da söylenebilir. Fakat bu durum hiç bir zaman gerçek anlamda bir tehlike oluşturmaz.
Esas tehlike yabancı kültürlerin, yüzyıllar süren bazı gelişmeler sonucunda kafalara tesir etmiş olmasıdır. İyi niyetli ve samimi insanların anlayışları bile, farkında olmadan bu yabancı kültürler tarafından şekillendirilmektedir. Bu ise, tesir eden kültürün çeşitliliği kadar çok ve farklı anlayışın ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Değişik İslam anlayışlarını daha iyi tespit edebilmek ve sınıflayabilmek için, “etkileyen unsurlara” müracaat etmek gerekmektedir. Tesir eden inanç ve kültürler doğru bir şekilde tespit edilebildiği zaman, bunların tesiriyle ortaya çıkan anlayışların, okur tarafından görülmesi de kolaylaşacaktır.
İslam hakkındaki farklı anlayışları, kökenleri itibariyle iki farklı gurupta toparlayabiliriz:
1-    Batı kültürünün tesiriyle ortaya çıkanlar.
2-    Doğu kültürünün tesiriyle ortaya çıkanlar.
Batı kültürü hayatı, madde, para ve güç penceresinden gören bir anlayışa sahiptir. “Dini ve ahlaki değerlerin, gelenek, örf ve adetlerin ve de namus, edep, haya gibi duyguların; insan özgürlüğünü kısıtlayan sınırlamalardan ibaret olduğu” temel fikri ile ortaya çıkmış görüşlerin ortak adıdır. İnsanın özgürleşmesi ve kendini sınırlayan baskılardan kurtulması için; Allah, din, cennet, cehennem, ahlak, namus gibi kavramların reddedilmesi gerektiğini söyler. Böylece insan bütün bağlardan ve kısıtlamalardan kurtularak özüne dönebilecek, tabiattaki kurallara göre yaşama şansı elde edebilecektir.
İnsanlığın başlangıcından beri bu mantığı içeren anlayışlar buluna gelmiştir. Ancak, bugünkü hayat görüşleri ve bugünkü isimlerle ortaya çıkışı, Kilise’nin temsil ettiği Hıristiyanlık değerlerine karşı bir düşmanlığın ortaya çıkması ve düşmanlığın bir kaçışa dönüşmesiyle başlar. Hikaye kısaca şöyledir: Hz. İsa, bir peygamber olarak Allah’ın sözünü insanlığa duyurmak üzere görevlendirildi. Fakat çağrısına ilk muhatap olan toplum onu kabullenmeyerek öldürmeye kalkıştı. Hz. İsa’nın ölümünün ardından da zaman içerisinde, çağrısı tamamen unutturuldu ve tümüyle bir insan sözüne dönüştürülerek, adına “Hıristiyanlık” dendi. Avrupa tarihinin “ortaçağ” diye isimlendirilen diliminde, bu din adına konuşma yetkisiyle ortaya çıkan din adamları ve dini kurumlar öylesine zulümler işlediler, öyle kötülükler yaptılar ki; ortaçağ, “karanlık çağ” olarak anılmaya başlandı. Yüzyıllar süren baskı, adaletsizlik ve zulüm, en sonunda büyük tepkiler doğurdu ve kendisine karşı bir düşmanlığın vücut bulmasına neden oldu.
Fakat ne yazık ki “Hıristiyanlık düşmanlığı”, kısa sürede bütün dinlere karşı bir düşmanlık şeklini aldı. Din karşıtı olan insanlar, Hıristiyan din adamlarının zulüm ve kötülüklerini bütün dinlere mal etmeye yöneldiler. Allah korkusu, din ve ahlak gibi değerlerin; insana lazım olmayan, kısıtlayan ve gelişmesini engelleyen zararlı inançlar olduğunu ilan ettiler. Onlara göre: “Kainat tesadüfen veya kendi kendine oluşmuştu. Hayat, Allah’ın var ettiği bir imtihan alanı değildi. Canlıların doğasında orman kanunu yasaları vardı. Nasıl ki güçlü hayvan, zayıf hayvanı yok ederek hayatta kalıyorsa, insanların yaşamlarını sürdürmesi de bu ilkeler çerçevesinde gerçekleşmeliydi. Bütün bağlardan ve kurallardan kurtulmalı, kendi haline kalmalıydı.”
Bu anlayışların sonucunda artık; “insanlar, şirketler ve ülkeler daha güçlü olmak için birbirleriyle rekabet etmek, savaşmak zorundaydılar. Tabiatta bir dengenin var olabilmesi ve kesintisiz bir ilerlemenin gerçekleşebilmesi için “güçlünün zayıfı yok etmesi” gerekiyordu. Zayıfların yok olması ve güçlülerin ayakta kalmasıyla gerçek ve hızlı bir ilerleme imkanı ortaya çıkacaktı. Mesela; bir sürü zayıf işletmenin var olduğu bir yerde hiç bir işletme gelişme ve ilerlemeye yatırım yapma imkanı bulamazdı. Ama sermaye yönünden güçlü bir ticari yapı ortaya çıktığında, rekabette diğerlerini kolayca alt edebilirdi. Böylece birçok zayıf işletmenin geliri tek elde toplanırdı. Ve bu güçlü yapı -gücünü kalıcı kılabilmek için mecburi olarak-, araştırmaya, geliştirmeye ve teknolojiye gerekli yatırımları kolayca yapar ve hızlı bir gelişimin önünü açardı.
Allah, din, ahlak, doğruluk, dürüstlük, yardımlaşma, acıma gibi özellikler insanları zayıflatmakta, frenlemekte ve tabiattaki doğal gelişmeyi yavaşlatmaktaydılar. Bir nevi uyuşturucu etkisi yaparak, hızlı bir gelişmenin önünü kesmekteydiler. . Var olan bir ekmeğinin yarısını başkasına veren bir kimsenin, yarın kendisi de ekmeksiz kalır ve savaşı kaybederdi. Bu yüzden; dinin yol açtığı bu kötü etkilerden korunabilmek için, onu hayattan tamamen uzaklaştırmak gerekmekteydi. İsteyen –uyuşturucu ve kısıtlayıcı etkisini bile bile-, Allah ile kendisi arasında özel bir inanca sahip olabilirdi. Ama bu durum kendisini, diğer rakipleri karşısında zayıf düşürecekti. Olumsuzluklardan başkalarının da zarar görmemesi için bu inanç, toplumsal hayata ve yaşam kurallarına karıştırılmamalıydı.”
Yukarıdaki kısa özette ifade edilmeye çalışıldığı gibi Batı kültürü; insanlık adına yıkıcı ve zararlı birçok unsuru, bu şekilde kendisinde toplamıştır. Onun gözünde insan, sıradan bir eşya veya doğadaki bir tür hayvan konumuna düşmüştür.
Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ortaya çıkan gerilemeler ve yenilgilerin bir sonucu olarak Batı kültürü, İslam dünyasında da karşılık bulmaya ve ilgi görmeye başlamıştır. Batıda eğitim görmüş ve onların kültürlerinin etkisinde kalmış bazı toplum önderleri ve aydınlar, ezberci bir şekilde batıda duyduklarını kendi toplumlarında tekrarlamışlardır. Osmanlı imparatorluğunu parçalamak isteyen batılı güçlerin de sistemli destek vermeleriyle bu kültür, İslam dünyasında hızla yayılmaya başlamıştır. Sonuçta; Batıdaki ilerlemeyi dinin terk edilmesine, İslam dünyasındaki gerilemeyi ise İslam’ın etkisine bağlayan bir anlayış vücut bulmuştur. Ve bunun neticesinde, Batıdaki din anlayışına benzer İslam anlayışları doğmuştur.
Mesela etkinin niteliği, şu tanıdık sözlerde görülebilir:
“Muhammed çok akıllı bir insan ve değerli bir lider idi. Yıllarca birbirlerine düşman olmuş, savaşmış, bölük pörçük durumdaki kabilelerden, medeni bir toplum kurdu. O toplumda adaleti ve barışı sağladı. Kendisi de mütevazi ve ahlaklı bir insandı. Ancak o yıllar bugün çok geride kaldı. Zaman değişti. Artık o günkü kurallar ve değerler, bugünün şartlarında geçerliliğini yitirmiştir. Bu yüzden herkes inancında serbest olmalı, istediği gibi inanmalı ve istediği gibi ibadetlerini yerine getirmeli; ancak yaşamı düzenleyen kurallar, uluslararası çağdaş değerlere göre oluşturulmalıdır.”
Batı toplumlarının din algılayışını yansıtan bu sözler ve bu sözlerin zihinlerde oluşturduğu etki; İslam ve Müslümanlık hakkında farklı anlayış ve görüşlerin doğmasına yol açmıştır.
Kimine göre İslam, “Müslüman’ız!” demekle gerçekleşiveren bir dindir. Kimi Türk olmayla Müslüman olmayı eş görmüş, İslam’ın Yahudilik gibi bir milliyet dini olduğunu zannetmiştir. Kimi Müslüman olmak için nüfus kağıdının din hanesinde “İslam” yazmasını yeterli görmüş,

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İslamilik Problemi ~ Nuri Yılmazİslamilik Problemi

    İslamilik Problemi

    Nuri Yılmaz

    Teşekkür Bu çalışmayı ortaya çıkaran sorular zihnimde ilk defa “İslami Yorum Dergisi”ni çıkarırken oluşmuştur. Ve cevapları da acemi arayışlar şeklinde ilk olarak orada verilmeye...

  2. Müslüman Olmak ~ Nuri YılmazMüslüman Olmak

    Müslüman Olmak

    Nuri Yılmaz

    Bütün hedefler yürünmesi gereken bir yolun sonundadır. Uzun veya kısa,zorlu veya kolay her yol, yürüyeni olduğu zaman biter. İşte bunun gibi islam da, kendisine...

  3. Allah Yolunda Yürürken ~ Nuri YılmazAllah Yolunda Yürürken

    Allah Yolunda Yürürken

    Nuri Yılmaz

    Allah yolunda yürürken kazanılan tecrübeler neyi öğretti? Müslüman bireyin sorumlulukları nelerdir? Birey toplum ilişkisi ve toplum olmanın gerekliliği? Allah yolunda mücadeleyi doğru anlamak için...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur