Tanıma ve anlama meselesi, bilme meselesinden ayrı bir şeydir. Tanıma ve bilme
arasındaki ayrımı bilmeyen biri, ne bir şeyi tanıyabilir, ne de bir şeyi
bilebilir, isterse tanınmış bir bilgin, büyük bir allame olsun. Bir kitap ya da
bir ekol ile ilgili olarak pek çok şey bilen, ama ne o kişiyi, ne o ekolü, ne de
o eseri tanıyan bir sürü insan vardır. İslam âlimlerinden kimileri, İslam’ı
tanımaktadırlar. Kimileri ise İslam âlimidirler ama İslam’ı tanımıyor
olabilirler. Bunun tersine kimileriyse İslam’ı tanımakla birlikte İslam âlimleri
arasında yer almazlar.
ne kültür, ne de ilimdir, İslam bir inanç ekolüdür. İslambilim de tahsil
edilmesi gereken bir kültür ve bilimler dizgesi değildir. Elbette İslam ilimleri
ve İslam kültürü, oldukça değerli ve zengin olup İslam uygarlığının övünç
kaynağıdır. Ama İslambilim, İslam ideolojisi anlamındadır, İslam ilimleri
anlamında değil.
Ayrılık
ALİ ŞERİATİ
23 Kasım 1933’te Horasan eyaletine bağlı Sebzivar’ın Mezinan köyünde dünyaya geldi. 1950’de Meşhed’deki Öğretmen Koleji’ne girdi. 1952’de Meşhed yakınlarındaki Ahmedâbâd köyünde öğ-retmenliğe başladı. 1955 yılında Mekteb-i Vâsıta’yı yazdı. Ebuzer-i Gıfarî’yi tercüme etti. 1956’da Meşhed Üniversitesi’ne girdi. Ulusal Direniş Hareketi’ne üye olduğundan, babası ve di-ğer üyelerle birlikte tutuklandı, altı ay tutuklu kaldı. 1959’da Alexis Carrel’den Dua’yı tercüme etti. Üniversiteden başarıyla mezun oldu. 1960’ta Fransa’ya gönderildi, orada sosyoloji ve dinler tarihi üzerine çalıştı. Cezayir Kurtuluş Hareketi’ne aktif olarak katıldı. Bu faaliyetlerinden dolayı Paris’te tutuklandı; bu arada birçok makale, konuşma ve çevirisi değişik dergilerde yayımlandı. Sosyoloji ve dinler tarihi alanında doktorasını tamamlayarak 1962’de İran’a dönerken sınırda tu-tuklandı; aylarca hapiste kaldı. Hapisten çıktıktan sonra öğretmenlik yapmaya başladı ve Meşhed Üniversitesi ve diğer merkezlerde konferanslar verdi. Hüseyniye-i İrşad 1973 Eylül’ünde kapatıldı. Savak, Şeriati’yi aramaya başladı. Kendisini bulamayınca babasını tutukladı. Babası bir yıl kadar hapsedildi. Şeriati teslim oldu ve on sekiz ay hücrede kaldı. 1975-77 arası Savak’ın takibinden sürekli kaçıp başkalarının evlerinde kalarak çalışmalarına devam etti. Sabahlara kadar süren konuşmalar yaptı. 16 Mayıs 1977’de Avrupa’ya hicret etti. Otuz gün sonra İngiliz İstihbaratı’nın yardımıyla Savak tarafından şehit edildi.
YAYINCININ NOTU
Yayınevimiz, Şeriati düşüncesini külliyat olarak okurlarına sunmakla önemli bir hizmet vermek-tedir. Merhum Şeriati, dünyanın bugün yaşayan iki önemli medeniyeti olan, İslam ve Batı medeniyetini yakından tanıma fırsatı bulmuş ender şahsiyetlerden biridir. Dahası, bir sosyolog gözüyle incelediği konuları, dahiyane bir düşünce işçiliği ile işlemiş ve Fars edebiyatının kendisine kazandırdığı akıcı üslupla ortaya koymuştur. Bilimsel liyakati, özgün bakış açısı, dindarlığı ve inandığı doğrular uğruna can verecek kadar yürekli kişiliği ile sadece İran gençliğini arkasından sürüklemekle kalmamış, dünya Müslümanlarının öze dönüş çabasına katkıda bulunarak bir döneme damgasını vurmuştur. Onun bu özgün ve özgürlükçü tutumu, sadece İslam düşmanlarının tepkisini çekmekle ve onlar tarafından şehit edilmekle kalmamış, dost ve kardeş bildiği Müslümanlardan da çok büyük tepkiler almıştır. Çünkü onun düşünceleri, Batılı saldırı karşısında çok derin ve güçlü bir mukavemet oluştururken İslam geleneğini kirleten ve çöküntüye sebep olan bidat ve hurafelere de ağır darbe indiriyordu. Tabiî bu da bilinçsiz kesimler nezdinde İslam’ın kendisine yapılan bir saldırı olarak algılanıyordu.
Kendi tabiriyle içinde doğup büyüdüğü geleneksel Safevî Şiîliğine yönelttiği eleştiriler yüzünden İran’da dışlanırken, Şiî bakış açısı nedeniyle de Sünnî dünyadan önemli tepkiler almıştır. Ancak Şeriati, her ne kadar Ali Şiası ve Safevî Şiası ayrımı yapsa ve Safevî Şiîliğini eleştirse de eleştirdiği düşünceden bütünüyle kurtulamamış ve söz konusu etkilerle Sünnî dünyanın kabul edemeyeceği kimi düşünceler serdedebilmiştir. Sahabiler hakkında kullandığı ifadeler hoşgörü sınırını zorlayan kusurlar olarak değerlendirilebilir. Ayrıca yaşadığı çağ ve çevrenin etkisiyle Fransız sosyalistlerinden etkilendiği ve kimi yorumlarında bu etkinin izlerinin görüldüğü de söylenebilir.
Ali Şeriati’nin de her insan gibi hata edebileceğini, hatalarının ve savaplarının sadece kendisini bağlayacağını okuyucunun takdir edebileceğine inanıyoruz. Fecr Yayınevi olarak, ölçümüzün Kur’an-ı Kerim ve onun numunei timsali olan Hz. Peygamber (a.s) olduğuna inanıyor, Şeriati de dahil bütün insanların bu ölçüler içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Onun her görüşünü onaylamadığımız halde eserlerini yayınlıyor, ama katılmadığımız görüşlerine de müdahale etmeyi uygun görmüyoruz. Çünkü böyle bir müdahalenin düşüncelerin doğru anlaşılmasına engel olacağı, bunun da hem yazar hem okur açısından bir hak ihlali sayılacağı kanaatindeyiz. Buna rağmen kimileri, tasvip etmedikleri düşüncelerden dolayı bilinçsiz okuyucuların olumsuz etkileneceği gerekçesiyle vebal alacağımızı düşünebilirler. Fakat biz, genelde Müslüman olmanın, özelde Şeriati okuru olmanın, okuduğu her şeyi kabullenen değil, eleştiren bir seviye gerektirdiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla bütün olumsuzluklarına ve kusurlarına rağmen Şeriati’nin o engin birikiminin bizlere çok şey kazandırdığına ve kazandıracağına inanarak eserlerini külliyat olarak yayınlamaya karar vermiş bulunuyoruz. Buna paralel olarak hem Fars hem de Türk edebiyatına vukufiyetiyle temayüz etmiş mütercimlerden oluşan bir heyet oluşturarak eserlerin en az hata ile çevrilmesine de özen gösterdik. Bu nedenle tercümeler, sadece söz konusu eserleri dağınık vaziyette sunulmaktan kurtarmayacak, Şeriati okurunun liyakatsiz tercümelerden çektiği sıkıntıları da asgariye indirecektir.
Külliyattaki kitapların bazılarında yazara ait olmayan dipnotlar yer almaktadır, İran’daki Dr. Ali Şeriati Eserlerini Derleme Bürosu tarafından eklenen notların sonunda (Derleyen), yayınevimiz tarafından ilave edilen notların sonunda (Fecr), mütercimlerin ilave ettiği notların sonunda ise (Çev.) ifadeleri kullanılmıştır. Bunların dışındaki dipnotlar Ali Şeriati’ye aittir.
Bütün hassasiyet ve çabamıza rağmen, insan olmamız hasebiyle gözümüzden kaçan kusurlar olursa okurumuzdan özür diler, eleştirilerine müteşekkir kalırız. Bu vesileyle Şeriati’ye Allah’tan rahmet diler; başta değerli mütercimler olmak üzere, editörlere, tashih ve redakte heyetine ve eserlerin sizlere ulaşmasında emeği geçen bütün dostlara gönülden teşekkür ederiz.
FECR YAYINEVİ
FARSÇA YAYINCININ NOTU
Elinizdeki eser, Şehit Muallim Dr. Ali Şeriati’nin 1350-1351 (1971-1972) yıllarında “‹slambilim” adı altında Hüseyniye-i ‹rşad’da verdiği bir dizi dersi kapsamaktadır. Bu derslerin bazıları Şeriati hayattayken kasetten metne aktarılarak yayımlanmış olup kitabı hazırlarken bunları esas aldık. Şehit Muallim’in üzerinde çeşitli değişiklikler yaptığı bu metinler, yeniden kasetle karşılaştırılmış ve o zaman çeşitli nedenlerle çıkarılan bazı konular yeniden eklenmiştir. Geri kalan derslerde ise mevcut kasetlerden kaynak olarak yararlandık ve metinleri emanete tam riayet ederek metne aktardık. Ayrıca bazı derslerin sonunda Şehit Muallim, sorulan sorulara cevap vermiş veya zarurete göre bazı açıklamalar yapmıştır. Soru ve cevaplarla açıklamalar “Ekler” bölümüne alınmıştır.
“Tarih ve Dinlerin Tanınması” derslerinin devamı olan “‹slambilim” dersleri, üç cilt halinde tanzim edilmiş olup ‹rşad’da “‹slambilim” adı altında anlatılanların tamamını içermektedir.
Son olarak, okuyucuların dikkatini aşağıdaki hususlara çekmek istiyoruz:
1- Şehit Muallimin nezaretinde tanzim edilen derslerde alt başlıklar aynen kullanılmıştır.
2- Bir kelime veya ifade eklenmesi durumunda bunlar [ ] köşeli parantez içerisinde verilmiştir.
3- Kasetten anlaşılmayan, hatta tahmin edilebilir bile olmayan kelimelerin yerleri …* şeklinde gösterilmiştir.
4- Bazı sorular zorunluluk yüzünden özetlenmiştir.
Bu cilt, Hüseyniye-i ‹rşâd’da verilen ‹slambilim derslerinin sekizi yanı sıra beş bölümden oluşan ekler kısmını içermektedir. Söz konusu derslerin veriliş tarihi aşağıdaki gibidir:
Onuncu Ders 8/2/1351 (28 Nisan 1972)
On Birinci Ders 15/2/1351 (5 Mayıs 1972)
On ‹kinci Ders 22/2/1351 (12 Mayıs 1972)
On Üçüncü Ders 29/2/1351 (19 Mayıs 1972)
On Dördüncü Ders 5/3/1351 (26 Mayıs 1972)
On Beşinci Ders 12/3/1351 (2 Haziran 1972)
On Altıncı Ders 19/3/1351 (9 Haziran 1972)
On Yedinci Ders 26/3/1351 (16 Haziran 1972)
Başlangıçta Yayın Kurulunun kararı, ‹rşad ‹slambilim derslerinin birbirini izleyen dokuz dersine (10-19. dersler) bu ciltte yer verme yönündeydi. Fakat konuyu bilen kişilere sorup araştırdıktan sonra 18. Dersin (Tarih, Dinlerin Tanınması ve ‹slambilim Dersleri silsilesinden 32. ders) verileceği oturumun gerçekleşmediği anlaşılmıştır. Hatta bazıları, söz konusu oturumda bütün öğrencilerin bulunmayışı nedeniyle, ‹slambilim derslerine devam etmek yerine “Âdem’in Mirası” veya “Âdem’in Vârisi Hüseyin” metninin bir bölümünün Şehid Muallim tarafından yeniden okunup açıklandığını ısrarla belirtmişlerdir. ‹slambilim dersleri zaman bakımından sistemli bir şekilde (yedi günde bir) düzenlendiğinden, söz konusu dersin (28/3/1350 – 18 Haziran 1971 tarihinde verilen “Âdem’in Mirası” dersi) tarihi, önceki derslerin zamanlamasına uymadığından ve ayrıca “Âdem’in Mirası” kasetindeki metnin “Âdem’in Vârisi Hüseyin” konferansının metninin aynısı olup Dr. Şeriati tarafından tam ve dikkatli bir biçimde tashih edilip külliyatın 19 numaralı kitabına alındığından, Yayın Kurulu, Şehit Muallim eserlerinin okuyucularının dikkatlerini dağıtmamak için -çünkü “Tarih, Dinleri Tanıma ve ‹slambilim Dersleri Silsilesi” 41 derstir- sadece “Âdem’in Mirası” kasetindeki metnin giriş kısmını “Ekler” bölümünde yayımlamayı ve bu dersi ‹slambilim derslerinden biri olarak düşünmemeyi uygun görmüştür.
Zorunlu açıklama olarak şunu belirtelim ki “Ekler” bölümünde Tarih ve Dinlerin Tanınması derslerine ilişkin (külliyatın 14. ve 15. eserleri) iki soru-cevap yer almaktadır. Birinci soru-cevap, 9/2/1350 (29 Nisan 1971) tarihli olup Tarih ve Dinlerin Tanınması derslerinin ikincisiyle ilgilidir. ‹kinci soru-cevap ise 31/2/1350 (21 Mayıs 1971) tarihli olup Tarih ve Dinlerin Tanınması derslerinin dördüncüsüyle ilgilidir. Bu iki soru-cevap metni elimize geç (yani 14. ve 15. Kitapların basımından sonra) ulaştığı için bunları bu kitabın Ekler bölümüne almayı gerekli gördük.
Bitirirken hatırlatalım ki “Âdem’in Mirası” metninin giriş bölümüyle Tarih ve Dinlerin Tanınması derslerinin 2. ve 4.’nün soru ve cevaplarının bu kitaba alınmasının temel sebeplerinden biri, bunların konu bakımından ‹slambilim dersleriyle genel anlamda uyumlu olmasıdır.
Şehit Muallim Dr. Şeriati Külliyatı Tedvin
ve Tanzim Bürosu
ONUNCU DERS
KUR’AN ve EKOLLER
AÇISINDAN TARİH
Bugün, İslambilim planının ikinci bölümüne, yani ideolojiyi koruyan ve tevhidin dünyagörüşü üzerine kurulu o üç sütunun açıklamasına geçiyoruz. Bu üç sütun, şekilde şöyle gösterilmiştir: Ortadaki sütun insandan ibarettir. Sağdaki sütunu tarih, soldaki sütunu toplum oluşturmaktadır.
Kural olarak insandan başlamamız gerekiyordu. Çünkü öncelikle insanın kim olduğunu, bu büyük düşünce tasvirinde, bu öğretide nasıl algılandığını bilmek, onun öz ve gerçeğinin nasıl çözümlenip anlatıldığını kavramak durumundayız. Daha sonra da insanı tarihte ve toplumda tanımalıyız.
Bu üç sütunda, ortadaki sütun olan insan, felsefî yönüyle, yani bu öğretinin kendisine özgü görüşündeki insanın hakikati, özü ve gerçek anlamı olarak tanınmaktadır. Bu sütunda insan, soyut bir gerçek olarak, tümel ve zihinsel bir cevher biçiminde ortaya çıkmaktadır. Tarih felsefesinde insan, zamanda, zamansal hareket durumunda; sol sütundaysa insan, toplumsal sistem içerisinde ya da toplumsal şekliyle betimlenmiştir.
Dolayısıyla, insanbilimde soyut insandan söz edilmektedir. Her iki yanındaki iki sütundaysa insan, nesnel, gerçek, dışsal olarak ve zamanda ya da toplumda gerçeklik kazanmış durumuyla açıklanmaktadır. Kural olarak öncelikle, insanın tümel anlamda ne olduğunu bilmek durumundayız. Daha sonra da insanın tarihsel yüzünü bir sütunda, ardından toplumsal yüzünü başka bir sütunda açıklamalıyız. Bu, inceleme, araştırma ya da öğretimin mantıklı kuralıdır. Ama hangi mantıktan söz ediyoruz? Bizim şu anda benimsediğimiz mantıktan; benim açıkladığım, bütün zihinlerin beklediği mantıktan; zihinlerin alışılagelmiş mantık yönteminden söz ediyoruz. Mantık yöntemi veya mantık ya da mantıksal bakış veya Avrupalıların deyişiyle Descartes mantığı dediğimizde ister Doğu’da, özellikle bugünkü ‹slam uygarlığında, ister Batı’da olsun, formel mantık ve soyut aklın mantığı olan Aristo mantığı amaçlanmaktadır.
Ne ki bilim, özellikle de insan bilimleri, yeni yönteminde Aristo mantığı kalıplarından kurtulmaya çalışmaktadır. Şu anlamda ki “Önce insan tümel olarak tanınmalı, sonra da nesnel biçimiyle tanınmalıdır; önce insanın soyut gerçeği ortaya konulmalı, sonra da zamansal, mekânsal, toplumsal ya da bireysel veya tarihsel gerçekliği ortaya konulmalıdır.” diye dile getirilen o mantıksal gereğin tersine yeni bilimsel görüş, insanın ya da başka bir fenomenin ve başka bir bilimsel konunun soyut gerçeğine varmak için tümelden başlanmamalı ve başlangıçta soruna soyut, genel ve tümel felsefî şekliyle girilmemelidir. Önce özsel gerçekliği tanıyıp sonra da tikelleri ve dışsal varlıkları ele alma zorunluluğu yoktur. Tersine, deneysel yöntem olan genel bilimsel araştırma ve inceleme yöntemi, Aristo mantığının tersine, tikel ve nesnel gerçekliklerden başlamamızı zorunlu görmektedir. Yani örnek olarak insanı tanımak istediğimizde önce insan gerçeğinin tümel bir tanımını -insan şöyle bir varlıktır, şöyle bir hayvandır, diye- vermeye çalışan geçmiş âlimlerin yaptıklarının tersine bugün, var olan insanı, soluk alan dışsal insanı, yürüyen insanı, yaşayan insanı dakik, somut, deneysel ve nesnel [olarak] incelemeli, sonra da nokta nokta tanımalı ve ondan çıkardığımız gerçekliğe, hakikate, yasalara ve bağıntılara dayanarak tümel ve gerçek anlamda adı insan olan o şeye ulaşmalıyız. Dışsal gerçekliği bulunan bu insanı nerede bulalım? ‹ki yerde: Biri tarihte, diğeri toplumda.
Şunu apaçık aklî değil, apaçık bilimsel bir ilke olarak kabul etmeliyiz: Toplumun dışında, tarihin dışında insan yoktur ya da varsa bile biz tanımıyoruz ve şimdiye dek insan adıyla tarihten soyut olarak, toplumun dışında böyle bir varlığı tanımadık, görmedik. Bu yüzden eski ve yeni felsefede şimdiye değin insanın neliği ve nasıllığı konusunda yapılan ve insanın tarih ve toplum ötesi soyut gerçeğini incelemeyi amaçlayan bütün tartışmalar, temelsiz ve gerçeklikten uzak tartışmalar olup tümü felsefî tahayyüller ve zihinsel kurgular biçimini almıştır ve hiçbir düğümü çözmemiş, hiçbir bilinmezi açığa çıkarmamıştır. Hatta bugün bu gerçeklikten başlama görüşünün, hem dilbilgisi öğreniminde hem de çocukların eğitim ve öğretiminde yaygın olduğunu görüyoruz. Şimdi hâlâ akıllarımıza egemen olan eski mantık, yani Aristo mantığı şunu söylüyordu: Önce, anlatım yapısının temel taşı, söyleyiş ve cümlenin temeli olan kelimenin gerçeğini tanımalı, sonra kelimenin mantıklı bir tanımını vermeli, daha sonra çeşitli türlere -ad, eylem, harf, zarf, sıfat vb. diye- ayırmalıyız. Sınıflandırmayı yaptıktan sonraysa her bir kelimeyi ayrı olarak, soyut biçimde, yani cümle dışında, metin dışında, anlatım dışında ve kullanım dışında anlamlandırmalıyız; tıpkı “dictionary”lerde ve sözlüklerde adlandırıldığı gibi (sözlüklerde kelimeler, soyut biçimde anlamlandırılırlar). Çocuk bunları tanıdıktan sonra “Söz grubu ya da cümle kur!” ya da “Söz grubunu ya da cümleyi ayrıştırıp çözümle!” diyoruz. Oysa bilimsel yöntem, öğrenciye öncelikle cümleyi öğretmeyi gerektirmektedir. Çünkü cümle dışında kelime yoktur, cümle dışında kelimenin anlamı yoktur; bizim varsaydığımız hayali zihinsel bir görevdedir kelime. Gerçek ve somut varlık taşıyan kelime, cümle adı verilen gövde içerisinde varlık, anlam ve ruh kazanır, anlamı aktarır. Bu yüzden öncelikle cümle tanınmalıdır ve algılanan cümle, ayrıştırılıp çözümlenmelidir. Bir kişinin gözünü ya da bir kişinin beyninden bir hücreyi çıkarıp alırsak, bu gözün ya da hücrenin bir anlamı olmaz. Bunlar ancak gövde içerisinde anlam kazanırlar ve niteliklerini ortaya koyarlar. Bütün toplumsal konularda ve bütün insanî bilimlerde durum böyledir…
Bu yüzden önce gerçek insandan başlamalıyız, var olan insanı tanımalıyız. Sonra da felsefî soyut biçimiyle insanın genel tanımına varmalıyız. ‹şte bu yüzden tarihten başlamalıyız işe. Ne var ki burada insanın, dışsal biçimiyle, tarihte ve toplumda olmak üzere iki yerde var olduğunu söylediğimiz halde niçin toplumdan başlamadığımız sorusu gündeme gelmektedir. Fakat bu ders boyunca gerçek insanın toplumda değil, tarihte tanınabileceğini ortaya koyacağız. Çünkü tarihsiz toplum, sonsuz yönünde akış durumunda olan gerçekliğin bir kesiti ve parçasıdır sadece. Şu anlamda ki biz, kilometrelerce uzunlukta çeşitli yataklarda, çeşitli topraklarda akmakta olan bir ırmağı bir noktada durağan olarak algılarsak bu, eksik bir algılamadır ve insanın bir yanıdır. ‹nsan, tam gerçek anlamıyla toplum değildir; toplumda da değildir. Tersine, sonsuzluktan geçip şu ana dek akıp gelen zaman boyunca akan bir ırmaktır ve onu tanımak için bu bütünün gidiş çizgisini izlemek, doğuşunun başlangıcından başlayıp çeşitli gidiş çizgileri boyunca, çeşitli iniş çıkışları, aldığı değişik biçimleri şu ana dek adım adım takip etmek, onunla birlikte gelerek nesnel gerçek insanın boyutlar dizgesini tanımak gerekir.
Dolayısıyla, konuları bilimsel yöntemle incelemek istersek, önce insanı tarihte tanımalı, sonra da toplumda tanımalıyız. ‹şte o zaman soyut felsefî biçimiyle insanın genel gerçeğine ermiş oluruz. Burada benim işim, araştırma değil, öğretim olmakla, yani anladığımı aktarmak olmakla birlikte öğretim işini sürdürürken kullandığım ve kendisinden yararlanarak bu sonuçlara ulaştığım araştırma yöntemini öğretimde de yansıtmayı arzuluyor; böylece sizin hangi yöntemle, hangi araştırma biçimiyle bu sonuçlara ulaştığımı bilmenizi istiyorum.
Konferansların birinde -neredeydi bilmiyorum- belirttiğim sözel bir güçlüğümüz bulunmaktadır. Bu güçlüğü burada yeniden dile getireceğim. Çünkü tarihe ilişkin tedrisimiz süresince bu kelimedeki ikircilliğin açık anlatımı engellemesi ve yanlış yoruma ve anlamaya yol açması olasıdır, hatta kesindir. Bu güçlük, hem bizim dilimizdeki hem de Avrupa dillerindeki tarih kelimesinde var olan ikircillikten ortaya çıkmaktadır.
Avrupalılar “history” ya da “histoire” dediklerinde ve biz “tarih” dediğimizde birbirinden ayrı olan iki anlam dile getirilmiş olur. Bu iki anlam birbirinden ayrı olduğu için kimi zaman bir yazar ya da konuşmacı tarih ya da “histoire” derken başka bir anlamı amaçlamışken, dinleyici ya da okuyucu öteki anlamı aklına getirmiş olabilir veya bunun tersi de olabilir.
Bu yüzden güçlüğe düşmemek için, [tarihin] hangi anlamları taşıdığına, ikircilliğin nereden kaynaklandığına şimdiden açıklık getirmeliyiz. Bu konuyu ben ilk kez Gurvitch’ten duydum. Daha sonra Raymond Aron’un Tarihsel Vicdanın Boyutları -ki çok kapsamlı ve incelenmeye değer bir kitaptır- adlı oldukça önemli kitabının girişinde bu konuyu kendine mal ederek dile getirdiğini ve bunun başkasına ait olduğunu söylemediğini gördüm (Anlaşılıyor ki orada da bu tür şeylerin geçmişi var!). Ben, bizim dilimizde de aynı güçlüğün bulunduğunu, yani tarih için kullandığımız kelimede de onların dile getirdikleri güçlüğün tıpkısının söz konusu olduğunu gördüm. Bir bilimde bir kelimeyi, bir terimi kullandığımızda kimi zaman bu terim, bilimin konusunu, kimi zaman da bilimin kendisini anlatmaktadır. Bilimse bilimin konusundan apayrı bir şeydir. Bilim, dışsal bir şeyin ve dışsal bir gerçekliğin benim kafamdaki (insanın kafasındaki) zihinsel tasvirinden ibarettir. Bu, bilimdir ve o dışsal şey ve dışsal gerçeklik bu bilimin konusudur. Örneğin gördüğümüz binalar bir bilimin konusudur. [Oysa] mimari ya da “architecture”, fennin ve bilimin kendisidir. Bilimin konusunun ya da bir tekniğin konusunun bilimin kendisinden, tekniğin kendisinden farklı olduğunu ve ayrı adlar taşıdıklarını görüyoruz. “Tıp” dediğimizde bilimin adını anmış oluruz. Bu bilimin konusu ise insan hastalıklarıdır. “Coğrafya” dediğimizde bilimin adını belirtmiş oluruz. Konusu ise yer ya da güneş sistemidir; sözlükte yer amaçlanmış, sonradan anlam genişlemiştir. Fizik bilimdir; tabiat ise konusudur. Kimya, bilimin kendisidir; elementlerse onun konusudur.
Diğer insanî bilimlerde böyle olduğu hâlde tarihte böyle değildir. Örneğin, toplumbilim bir bilim olup konusu toplumdur. Ama “tarih” dediğimizde ister Avrupa dillerinde, ister Arapça ve Farsçada olsun, hem bilimin kendisi hem de bilimin konusu anlaşılır. Bu güçlüğün ortaya çıkmaması için tarihi, konusu anlamında kullanıyoruz burada. Dolayısıyla tarih dediğimizde amacım, insanın şu ana kadarki geçmişi ve zaman boyunca beşerî yazgıda ve seyirde akıp giden gerçekliği olup bu gerçeklik, tarih ilminin konusudur. Bizim, bu akışla, bu dışsal gerçeklikle, bu konuyla ve bu gerçekle ilgili edindiğimiz algı, bilgi ve zihinsel imgeyi anlatmak istediğimde tarih ilmi ya da tarih felsefesi diyeceğim. Öyleyse burada birlikte şu antlaşmayı yapıyoruz: Soyut anlamda tarihten söz ettiğimizde tarih ilmini, tarih felsefesini, tarih sanatını, tarihin şiirini değil, tarihin konusunu söylüyoruz (tıpkı yeri konu edinen ve bilim adı olan yerbilim gibi), tarih ilminin konusunu kastediyoruz. Tarih ilminin kendisinden söz etmek istediğimdeyse, “tarih ilmi” ya da “tarih felsefesi” diye belirtiyorum.
Fakat tarihte büyük bir devrim gerçekleşmiştir. Elbette burada tarihten amacım tarih ilmi ve tarih felsefesidir. Bu devrim, tarihin -yani tarih ilminin- tavrında, gidişinde ve âdetinde ortaya çıkmıştır: Tarihin aristokratik tabiatı, devrimci bir biçimde halkçı bir tabiata ve tavra dönüşmüştür. Aynı şekilde günümüz insanının görüşü de kendisinde değerlerde ortaya çıkan oldukça büyük ve görkemli bir değişimi barındırmaktadır. Ne yazık ki biz olaylar ve dünyaya egemen olan güçler konusunda yargıda bulunurken hep içinde bulunduğumuz çağa karşı kötümserliğe kapılmaktayız. Oysa ben, kitleleri hesaba katarsak insanlığın, adaletin, özgürlüğün ve hakperestliğin, bugün dünyada olduğu ölçüde asla taraftarı ve bağlısı olmadığına inanmaktayım.
Tarihe bir bakınız: Her birkaç yüzyılda bir, kimi zaman bir yerde bir peygamberin çıktığını; birkaç yıl için, küçük bir grubun yüreklerinde insanlık, özgürlük, beşerî şeref ve kokuşmuşlukla savaşım duygusunu dirilttiğini; sonra da garip, mahkûm ve suskun bir biçimde yok olduğunu görüyoruz. Mesajının evrensel bir yankısı yoktur. Daha sonra mesajı evrensel yankı bulduğunda bu, Peygamberin kendi düşmanları aracılığıyla, bu dinin ruhanîleri ya da halifeleri ya da varisleri adıyla gerçekleşmiştir. Ama bugün bu anlamlar oldukça geniş ve güçlü bir biçimde insan kitlelerinin vicdanlarının derinliklerinde, ufuklarda, ülkelerde, soylarda ve düzenlerde yayılmakta ve dünyanın bütün güçlerini tehdit etmektedir. Şu anda dünyada kudret karşısında savaşan iman vardır. Dünyada güç ve baskı cephesi bugünkü kadar güçlü olmamıştır; ama öte yandan hak ve adalet cephesi de bugünkü kadar bilinçli, azimli ve güçlü olmamıştır. Sadece bugün insan, dünyadaki hak-zulüm savaşında kesinlikle hakkın üstün geleceğine iman etmiştir. Dünyadaki zulüm kutbuna karşın sermaye, makine, bilimler, hileler, sanatlar ve tüm olanaklar bu kutbun elinde olmasına, iman kutbu hâlâ silahsızlandırılmış olmasına karşın yine de iman son derece güçlü ve bilinçlidir; özveri ve “isâr”a eğilim, azimle coşmaktadır ve insan başarılı olacağına kesinlikle inanmaktadır. Sadece bu çağda insan, dünyada adalet cephesinin kesin üstün geleceğine inanmaktadır. Tarihte böyle bir duygu asla ele geçmemişti.
Adalet ve insanlığın Yeniçağ’da dünya çapında elde ettiği en büyük zaferlerden biri tarihin gidişinin değişmesi olup bu değişim insanların bakışlarının değişmesinden kaynaklanmıştır. Böylelikle temelde aristokratik ve egemen değerler yıkılmış ve eskimeye yüz tutmuş, güçler değilse de değerler halkın tekeline geçmiştir. Dün halk içinden çıkmış bireyler bile kendilerini yalan yere egemen ve aristokratik değerlere bağlıyorlardı. Çünkü prestijlerini bu yolla sağlıyorlardı ve değerler onların tekelindeydi. Yönetilense değerden yoksundu. Ama bugün tam tersine, dünyada aristokrasiye ve egemen kesime mensup olan kimselerin kendilerini doğru ya da yanlış olarak halkın ve kitlenin değerlerine bağladıklarını görüyoruz. Bu yüzden Batı’da kapitalizmin kurucusu ve koruyucusu olan en sağcı tutucu partiler bile bir sosyal, bir demokrat, bir liberal ve bir popüler adın ardına düşmüşlerdir. Tüm bu yalanlar her ne olursa olsun halka ait olan bütün nitelik ve değerlerin önem taşımalarından dolayıdır. Böyle olmasaydı onları aldatma örtüsü olarak yüzlerine çekmezlerdi. En faşist sistemler bile -ne olursa olsun- sahte olarak kendilerini halka bağlarlar ve halkçı görünürler.
Bu bakış değişikliğinin etkilerinden biri de tarihin gidişinin değişmesidir.
Tarih, tarih ilmi, geçmiş tarihi bize anlatan ve aktaran o kalem, büyük olayların aktarıcısı olmaktan ve aynı biçimde güç odaklarının ve aristokrasinin hikâyecisi olmaktan başka bir şey değildi. Sıradan bir bireyden ve sadece bireyden değil, milletten ve halk kitlesinden söz etmek, onun için anlamsız ve hatta utanç vericiydi. Şahnâme’nin altmış bin beytine bir bakınız -ki Şahnâme bizim tarihsel belgemizdir- altmış bin beyit, ‹ran tarihinin başından başlayıp Sasanîlerin sonuna dek olanları anlatmıştır. Tek bir yerde bile ‹ran halk kitlesinin nasıl yaşadığından ve bu sistemlerde, bu çağlarda onlara ne olduğundan söz edilmemiştir. Siz şimdi, tarih kitapları adıyla elinizde bulunan kitapların topunu -evet hepsini- buraya toplayınız ve bu on bin sayfalık toplamdan, bu tarih kitaplarının nüshalarından halkın geçmişte nasıl yaşadığına ilişkin on sayfalık da olsa bir bilgi toplamaya çalışınız, sonuca ulaşamazsınız. Çünkü tarihin kalemi, sokağa bir uğrayıp, kayıp yüzlerden ve sıradan insanlardan söz etmeye utanmıştır. Halkın sözünü kimse dinlemezdi. Aslında bu tür insanlar destanları ve hayatları anlatılacak değerde değildiler. ‹hvân Umîd’in, şiir kitabında “Eski Kürk”1 adlı oldukça değerli bir eseri vardır. Farsçada hiçbir eser, tarihi bu güzellikte didik didik etmemiştir: Atalarından söz edip “Benden ve ailemden söz etmek isteyen tarih sadece babamın kürküdür” diyor. Çünkü:
Bu akılsız, ahmak ve kalpsiz öğretmen; tarih,
Zaman zaman süslü defterini
Atalarımın perişan sergüzeştiyle ıslamak isteyince
Titremeye başlıyordu elleri
Titrek parmaklarında titriyordu kalem
Çünkü âdil emîrin sesi gök gürültüsünü andırıyordu:
“Hey! Nerdesin, sevgili amca? Yaz
Yeni ayı dün gece yarısı kullarımızla birlikte gördük.
Kırmızı yeleli kısrağımız sabaha dek tam üç kez doğurdu.
Hangi devirde olmuştur böylesi ya da öylesi; yaz”
Bay Tarih bunları yazmış olmalıydı. Tarih konusunda bizim övünç duyduğumuz eserlerden biri olan Târîh-i Beyhakî’ye bir bakın: Târîh-i Beyhakî’nin içinde örneğin, çok yediği için Sultan Mes’ud’un sağlığının kaç kez bozulduğunu tespit edebilirsiniz; ama tüm Selçuklular2 döneminde milletimizin ne günler geçirdiğine ilişkin tek bir bilgi bile bulamazsınız. ‹şte bu yüzden şimdi de tarihçilerimiz yine bu büyük ve tarihî araştırmalara(!) kendilerini kaptırmışlardır. Sayın Dr. Rıza Dâverî’nin, Edebiyat Fakültesi öğrenci dergisinde yayımladığı bir makalesini gördüm (O dergide birkaç konuşmayı yayımlamışlardı, biri de onun konuşmasıydı). Bu makalede Dâverî, Reşîduddin Fazlullah hakkında bir şeyler yazmak istediğini, Edebiyat Fakültesi hocalarının son araştırmalarından birine baktığını, acayip zahmetler çektiklerini gördüğünü, Reşîduddin Fazlullah’ın -örneğin- falan yılın Rebiülevvel ayının üçüncü gününde -ki bütün tarihçiler bunda müttefiktirler- öldüğünü, gece mi yoksa gündüz mü öldüğünü araştırmak için bütün eski kaynakları elden geçirdiklerini; ama elbette bir sonuca ulaşamadıklarını yazıyordu. ‹şte bunlar tarihtir!
Dipnotlar
1 Şiirin asıl adı “Miras”tır. (Derleyen)
2 Gazneliler demeliydi (Çev.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İslam Felsefesi
- Kitap Adıİslam Bilim II
- Sayfa Sayısı298
- YazarAli Şeriati
- ÇevirmenProf.Dr. Hicabi Kırlangıç
- ISBN9786055482152
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviFecr Yayınları / 2011