Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Weimar Cumhuriyeti’nin kırılgan demokrasisi çöküyor, Nazilerin iktidarı yaklaşıyor… Volker Kutscher, bu dönemin atmosferini, polisiye edebiyatın dünyası içinden anlatıyor.
Cinayet şubesinden ahlâk masasına sürülmüş olan Komiser Rath, Berlin’in canlı pornografi piyasasının, çılgın gece hayatının cürümleriyle meşgul olurken, daha “ciddi” işlere uzanan bir cinayetle karşılaşacaktır. Zaten o yıllarda, Berlin’de yaşanan hemen her hadise Nazi’lerin komünistlere karşı yürüttüğü “sokak savaşına” değmektedir bir ucundan.
Kutscher’in büyük ilgi uyandıran dizisinin bu ilk kitabında diğer “kahramanlarımızla” da tanışıyoruz. “Buda” lakaplı cinayet masası şefi Gennat’la, sıradışı polis sekreteri Charlotte’la, karizmatik mafyacı Marlow’la…
“Günümüz siyasi tarih polisiyelerinde dönemin tarihi asgari dozda aktarılır genellikle. Kutscher tutkulu ve ayrıntıcı anlatımıyla bunun karşı kutbunu oluşturuyor.”
Neue Ruhr Zeitung
*
Spree kıyısındaki Atina öldü,
şimdi Spree kıyısında Chicago büyüyor.
WALTHER RATHENAU
You can’t always get what you want
But if you try sometimes you might find
You get what you need*
ROLLING STONES
BİRİNCİ KISIM
Landwehr Kanalı’ndaki Ölü
28 Nisan – 10 Mayıs 1929
1
Ne zaman geleceklerdi? Kulak kesildi. Karanlıkta her ufak ses bir cehennem gürültüsüne, her fısıltı bir haykırışa dönüşüyor, kulaklarını sessizlik tırmalıyordu. Sonsuz bir uğultu ve hışırtı. Acı onu delirtiyordu, kendini toplamalıydı. Ne kadar gürültü çıkarsalar da, damlaların sesini duymazdan gelmeliydi. Sert, nemli bir zemine düşen damlalar. Betona damlayanın kendi kanı olduğunu biliyordu.
Onu nereye götürdükleri hakkında hiçbir fikri yoktu. Kendisini kimsenin duymadığı bir yerdi burası. Çığlıkları onları tedirgin etmemişti, belli ki hesaba katmışlardı. Bir kilerde olduğunu tahmin ediyordu. Yoksa bir depo mu? Her halükârda penceresiz bir odaydı. Sessiz bir pırıltı dışında içeriye hiç ışık sızmıyordu. Düşünceler içinde, köprünün üzerinde bir trenin arkasından ışıklarına baktığı vakitten beri kendisine kalan son aydınlıktı bu. Darbeyi, planı düşünürken, onu düşünürken yemiş ve karanlığa yuvarlanmıştı. Bu karanlık o zamandan beri yakasını bırakmıyordu.
Titriyordu. Sadece dirseklerine geçirilen halatlar onu dik tutuyordu. Artık eskisi gibi olmayan, sadece birer acıdan ibaret olan ayakları onu taşımıyordu. Tıpkı artık hiçbir şey tutamayan elleri gibi. Bütün gücünü kollarına veriyor ve zemine değmemeye çalışıyordu. Halat sürtüyor, bütün bedeni terliyordu.
Gözünün önüne devamlı resimler geliyordu, onları aklından çıkaramıyordu. Ağır çekiç. O çelik sütuna bağlanmış eli. Parçalanan kemiklerin sesi. Kendi kemikleri. Dayanılmaz acı. Birleşip, tek bir büyük çığlığa dönüşen bağırmaları. Baygınlık. Sonra bedeninin uç noktalarını çekiştiren acılarla bu karanlık geceden sıyrılmıştı. Fakat içine ulaşamamışlardı, onları oradan uzak tutmuştu.
Ona, acısını azaltan uyuşturucularla pusu kurmuşlardı. Bu şekilde itaat etmesini sağlamayı denemişler, kendi zayıflığına karşı mücadele etmek zorunda kalmıştı. Konuştukları tanıdık lisan da onu neredeyse yumuşatacaktı. Fakat bu sesler kulağına, hatırındakinden daha sert geliyordu. Çok daha sert. Soğuk. Kötü.
Svetlana’nın sesi de aynı lisanı konuşuyordu ama kulağa ne kadar da farklı geliyordu! Onun sesi aşkı dillendiriyor, sırlar açıklıyordu, onun sesi güven ve umut veriyordu. Hatta aydınlık kenti yeniden canlandırmayı bile başarmıştı. Terk ettiği kenti. O kenti hiç unutamamıştı, yabancı diyarlarda bile. Onun kenti kalmıştı, daha iyi bir geleceği hak eden bir kent olarak kalmıştı. Daha iyi bir geleceği hak eden, onun ülkesi olarak kalmıştı.
O da aynı şeyi istemiyor muydu? Orada iktidarı ele geçiren haydutları kovmayı. Şimdi ona sonsuz bir geçmişte kalmış gibi gelen bir yaz gecesini, o uykusuz geçen geceyi düşündü. Svetlana. Sevişmişler, birbirlerine sırlarını anlatmışlardı. Umutlarına bir nebze daha yaklaşmak için, onları tek bir büyük sırra dönüştürmüşlerdi. Her şey o kadar iyi gidiyordu ki. Fakat birisinin onlara ihanet etmiş olması lazımdı. Kendisi kaçırılmıştı. Ya Svetlana? Ona ne olduğunu bir bilseydi keşke. Düşman her yerdeydi.
Onu bu karanlık yere getirmişlerdi. Ne soracaklarını, daha soru bile sorulmadan biliyordu. Yanıt vermiş ama bir şey söylememişti. Farkına bile varmamışlardı. Aptaldı bunlar. Açgözlülük, gözlerini kör etmişti. Artık ok yaydan çıkmıştı. Bunu bilmemeleri gerekiyordu. Asla. Plan gerçekleşmek üzereydi. Uğradığı saldırıdan önce gözlerinin içine bakmış, açgözlülüklerini ve aptallıklarını görmüştü.
En kötüsü ilk darbeydi. Onu takip edenler sadece acıyı yaymıştı.
Ölmesi gerektiğini bilmek onu güçlendirmişti. Bir daha yürüyemeyecek, bir daha yazamayacak, bir daha ona dokunamayacak olmasına böyle dayanmıştı. O artık sadece bir anıydı, bunu kabullenmeliydi. Fakat bu anıya da asla ihanet etmeyecekti.
Ceket. Ceketine ulaşmalıydı. Bu neredeyse imkânsızdı. Düşman eline geçmemesi gereken bir sır taşıyan herkes gibi, onun da bir kapsülü vardı. Ancak hâlâ ceketinin astarının içindeydi. Karanlıkta hayal meyal seçebildiği iskemlenin üzerindeki cekette.
Onu bağlamamışlardı. El ve ayaklarını paramparça ettikten sonra, acı kendisini ayıltır ayıltmaz daha iyi dövebilmek için sadece halatlara asmışlardı. Kimsenin çığlıklarını duymayacağından o kadar eminlerdi ki, bir nöbetçi bile bırakmamışlardı. Bunun son şansı olduğunu biliyordu. Uyuşturucunun etkisi geçiyordu. Halatları saldığı anda acı dayanılmaz hale gelecek, belki de tekrar bayılmasına neden olacaktı. Ne kadar süreyle? Kendisini bekleyen acıyı düşünmek, ardında kalanı hatırlattı ve alnında ter birikti.
Başka şansı yoktu.
Şimdi!
Dişlerini sıktı, gözlerini yumdu. Kolları açıldı, dirsekleri ve bedeni boşta kaldı. Yere önce, eskiden kendi ayakları olan ezik kütle değdi. Daha bedeninin üst kısmı da yere çarpıp, sarsıntı ellerindeki acıyı da eskisi kadar büyütmeden önce bağırdı. Fakat bilincini yitirmemeliydi! Bağır ama ayık kal, kendini kaybetme! Sancı ve sızılar hafifleyince yerde kıvrıldı, nefes nefeseydi. Başarmıştı! Yerde yatıyor, hareket edebiliyordu. Ardında bir kan izi bırakarak dirsekleri ve dizlerinin üzerinde süründü.
Kısa sürede iskemleye ulaştı ve dişleriyle ceketini sıyırıp aldı. Hırsla elbiseye saldırdı. Sağ dirseğiyle ceketi sabitleştirdi ve dişleriyle astarı çekiştirmeye başladı. Acı, bu çekiştirme sırasında duyduğu öfkeyi sadece daha da kabartıyordu. Nihayet astar yüksek sesle yırtıldı.
Aniden hıçkırmaya başladı. Anılar onu, vahşi bir hayvanın kurbanını yakaladığı gibi yakalamış ve sarsmıştı. Onun anısı. Onu bir daha görmeyecekti. Kendisini tuzağa düşürdüklerinden beri biliyordu bunu ama bir anda ürkütücü bir netlikle farkına vardı. Onu ne kadar çok seviyordu! Ne kadar çok!
Yavaş yavaş tekrar sakinleşti. Diliyle kapsülü aradı, önce pislik ve iplik tadı aldı, fakat sonunda pürüzsüz ve serin bir yüzeye değdi. Öndişleriyle astardan çekip aldı. Başarmıştı! Kapsül ağzındaydı! Her şeyi bitirecek kapsül! Acıdan kırışmış yüzünden bir zafer gülücüğü geçti.
Hiçbir şey öğrenemeyeceklerdi. Birbirlerini suçlayacaklardı. Aptallardı.
Yukarıda bir kapının kapandığını duydu. Ses karanlıkta gök gürültüsü gibi yankılandı. Betonda adımlar duydu. Geri geliyorlardı. Bağırdığını mı duymuşlardı? Dişleri, ısırmaya hazır, kapsülü tutuyordu. Artık hazırdı. Her an bitirebilirdi. Biraz daha bekledi. İçeri girmelerini istiyordu.
Zaferinin tadını son âna kadar çıkarmak istiyordu. Görmelilerdi! Ne yapacaklarını bilemeden, onun ellerinden nasıl kaçtığını görmelilerdi.
Kapıyı açtıklarında ve aydınlık bir ışık karanlığı yardığında gözlerini yumdu. Sonra ısırdı. Ağzındaki cam sessiz bir çıtırtıyla kırıldı.
2
Çarpıcı bıyığı ve insanı delip geçen bakışıyla adam biraz II. Wilhelm’i andırıyordu. Tıpkı imparatorluk zamanında her iyi Alman’ın evinde asılı olan ve İmparator on yıldan uzun süre önce tahtını bırakmış ve o zamandan beri Hollanda’da lale yetiştiriyor olduğu halde, hâlâ bazı evlerde asılı olmaya devam eden portredeki gibi. Aynı bıyık, aynı şimşek gibi çakan gözler. Fakat benzerlikler orada bitiyordu. Bu imparatorun miğferi başında değil, kılıcı ve üniformasıyla birlikte yatağın başucunda asılıydı. Bu adamın, uçları yukarı kıvrılmış bıyığı ve etkileyici ereksiyonundan başka hiçbir şeyi yoktu. Önünde, çıplaklıkta ondan hiç de aşağı kalmayan, etine dolgun kıvrımları olan bir kadın, belli ki imparatora gerekli saygıyı göstermek için dizlerinin üstüne çökmüştü.
Rath, tek amacı şehvet duygularını tahrik etmek olan fotoğrafları isteksizce karıştırdı. Daha başka görüntülerde imparator dublörü ve sevgilisi iş üstündeydi. İki beden nasıl birbirine kenetlenirse kenetlensin, çarpıcı bıyık her resimde görülüyordu.
“Pislik!”
Rath arkasına döndü. Bir toplum polisi omzunun üzerinden bakıyordu.
Mavi üniformalı adam başını iki yana sallayarak, “Bu nasıl bir pislik,” diye devam etti, “bu majestelerine hakarettir, eskiden bunun cezası hapisti.”
“Ama imparatorumuz o kadar da hakarete uğramış gibi durmuyor,” dedi Rath. İçinde fotoğrafların bulunduğu dosyayı kapadı ve kendisine tahsis edilmiş sallanan masanın üzerine attı. Toplum polisi miğferinin altından kötü bir bakış fırlattıktan sonra hiçbir şey söylemeden dönerek, arkadaşlarının yanına gitti. Odadaki sekiz üniformalı polis kısık sesle sohbet ediyor, çoğu elini kahve fincanlarıyla ısıtıyordu.
Rath onlara baktı. 220. Karakol’daki toplum polislerinin o sırada, Alex’teki Asayiş Şubesi’nden gelen bir polise dostça yardım eli uzatmaktan daha başka dertleri olduğunu biliyordu. Üç gün sonra işler ciddileşecekti. Çarşamba günü 1 Mayıs’tı ve Emniyet Müdürü Zörgiebel bütün 1 Mayıs gösterilerini yasakladığı halde, komünistler gösteri yapmak istiyordu. Polis huzursuzdu. Ortada dolaşan bir darbe söylentisine göre, Bolşevikler devrimcilik oynamak ve on yıl gecikmeyle de olsa Sovyet Almanyası’nı kurmak istiyordu. 220. Karakol’daki polisler Berlin’in diğer ilçelerindeki polislerin birçoğundan daha da huzursuzdu. Neukölln bir işçi semtiydi. Oradan daha kızıl, bir tek Wedding vardı.
Toplum polisleri aralarında fısıldaşıyordu. Arada bir mavi üniformalılardan biri kriminal polis komiserine kaçak bir bakış atıyordu. Rath sigara paketine parmağıyla vurarak bir Overstolz çıkardı ve yaktı. Bir gece kulübünde Hıristiyan Yardım Ordusu’nun varlığı ne kadar sevinç uyandırıyorsa, kendisinin oradaki varlığının da orada onları o kadar sevindirdiğini kimsenin kendisine anlatması gerekmiyordu, bu çok netti. Ahlâk Şubesi’nin ünü polis çevrelerinde pek iyi değildi. Daha iki yıl öncesine kadar, E Dairesi’nin asıl işi kentteki fuhuşu denetlemekti. Bu bir çeşit resmî pezevenklik sayılırdı, çünkü sadece poliste kaydı bulunan fahişelerin çalışmasına izin verilirdi. Cinsel hastalıklarla mücadele etmek amacıyla çıkarılan yeni bir yasayla bu görev ahlâk polisinden sağlık müdürlüklerine devredilene kadar, birçok memur fahişelerin bu bağımlılığını utanmazca kullanmıştı. O zamandan beri de E Dairesi yasadışı gece kulüpleri, pezevenkler ve pornografiden sorumluydu ki, bu da ününü pek düzeltmiyordu. Memurların meslek icabı uğraşmak zorunda oldukları pisliğin bir kısmı hâlâ onlara yapışıp kalıyor gibiydi.
Rath, sigarasının dumanını masanın üzerine üfledi. Yağmur suları, askılara asılı polis miğferlerinden, tıpkı Alexanderplatz’taki kriminal polis bürolarındakine benzeyen yeşil muşambayla kaplı zemine damlıyordu. Bütün bu siyah cila ve parıldayan polis yıldızları arasında onun gri şapkası adeta yabancı bir madde gibiydi. Mavi toplum polisi paltoları arasında asılı kendi paltosu da öyle. Üniformalılar arasında bir sivil.
Yamulmuş bir emaye fincan içinde masasına bıraktıkları kahvenin tadı berbattı. İğrenç, siyah bir bulamaç. Demek 220. Karakol’da da polis kahve pişirmeyi bilmiyordu. Zaten Neukölln bu bakımdan neden Alex’ten farklı olacaktı ki? Buna rağmen kahveden bir yudum daha aldı. Yapacak başka işi yoktu. Sadece beklemek için orada oturuyordu. Telefonun çalmasını bekliyordu.
Yazı masasının üzerindeki dosyaya bir daha el attı. Hohenzollern Hanedanı’nın ve Prusya’nın diğer ünlülerinin dublörlerini çok açık pozisyonlarda gösteren broşürler hiç de öyle alışılagelmiş ucuz mallardan değildi. Matbaada değil, iyi düzenlenmiş bir dosyada bir araya getirilmiş ve en kaliteli şekilde basılmış, değerli fotoğraflardı bunlar. Böyle bir şey satın almak isteyenlerin epeyce Mark’a kıyması şarttı. Bunlar daha cebi dolgun çevrelere göreydi. Bu broşürleri, Alexanderplatz İstasyonu’nda seyyar bir dergi satıcısı, E Dairesi’ne birkaç adım mesafede satıyordu. Sadece sinirleri dayanmadığı için devriyenin dikkatini çekmişti. Boynuna asılı tezgâhtan düşen zararsız bir resimli dergiyi göstermek için iki toplum polisi satıcıya yaklaştığı sırada, o bütün mallarını onların önüne fırlatıp, tabanları yağlamıştı. Dergilerle birlikte parlak pornografik fotoğraflar da, kulaklarına kadar kızaran iki genç toplum polisinin önüne saçılmıştı. Fotomodellerin sanatına duydukları hayranlıktan, neredeyse toz olan satıcının peşine düşmeyi unutacaklardı. Nihayet takibe başladıklarında da adam Alex’teki şantiyelerin yarattığı kaosta yitip gitmişti. Kısa bir süre sonra, ele geçirdiklerini Lanke’nin masasının üzerine koyup, rapor verdiklerinde, iki toplum polisi bir kere daha kulaklarına kadar kızarmıştı. E Dairesi’nin şefi sesini epeyce yükseltebiliyordu. Daire Müdürü Werner Lanke, dostça davranmanın otoritesine gölge düşüreceğine inanan bir insandı. Rath, yeni müdürünün birkaç hafta önce kendisini nasıl karşıladığını düşünmeden edememişti.
“İlişkilerinizin iyi olduğunu biliyorum Rath,” diye azarlamıştı Lanke onu. “Fakat şayet bu nedenle ellerinizi pisletmeniz gerekmediğini düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz! Biz burada kimseyi kollamıyoruz! Hele kendi talep etmediğim bir adamı hiç kollamam!”
E Dairesi’ndeki ilk ayını neredeyse tamamlamıştı. Bu süre ona bir ceza gibi gelmişti. Belki öyleydi de. Rütbesini düşürmedikleri ve sadece başka yere atadıkları halde. Köln’ü de, Cinayet Masası’nı da terk etmek zorunda kalmıştı. Fakat hâlâ kriminal komiserdi! Ahlâk’ta sonsuza dek kalmaya da hiç niyeti yoktu. Amca’nın buna nasıl dayandığını anlayamıyordu ama o E’deki işinden sanki zevk bile alıyordu.
Babacan tarzı nedeniyle birçok meslektaşının Amca dediği Başkomiser Bruno Wolter, hem soruşturma ekibini, hem de bugünkü operasyonu yönetiyordu. Wolter, dışarıda, polis karakolunun avlusunda duran ekip arabasında, Kadın Asayiş Şubesi’nden iki hanımla ve toplum polislerinin şefiyle planlanan operasyonun ayrıntılarını konuşuyordu. Operasyon her an başlayabilirdi. Sadece Jänicke’nin telefonunu bekliyorlardı. Rath, bu acemi memurun, atölyeyi izlemek için el koydukları rutubet kokulu evde, bir eli dürbünde, diğer eli huzursuzca telefon ahizesinde nasıl oturduğunu kafasında canlandırdı. Kriminal Asistan Stephan Jänicke de Ahlâk Şubesi’ne nisan başında katılmıştı. Bazen Wolter onunla, meşeden taze düşen palamut diye dalga geçiyordu, çünkü Jänicke Eiche* Polis Okulu’ndan dosdoğru Alex’te göreve çağrılmıştı. Fakat bu sarışın ve sessiz Doğu Prusyalı, yaşlı polislerin sataşmalarına aldırmıyor, mesleğini ciddiye alıyordu.
Yazı masasında duran telefon çaldı. Rath, sigarasını söndürdü ve simsiyah parlayan ahizeyi kaldırdı.
Ekip arabası, Hermannstrasse’de kiralık evlerle dolu bir binanın tam önünde durdu. Üniformalı genç polisler kamyonun arkasından aşağı atlarken, yoldan geçenler kuşkulu gözlerle onlara baktı. Kentin bu tarafında polis pek sevilmiyordu. Jänicke, elleri paltosunun cebinde, yakasını kaldırmış ve şapkasının siperliklerini indirmiş şekilde arka avluya açılan yarı karanlık kemer yolunda bekliyordu. Rath kahkahasını bastırdı. Çok gün görmüş bir büyük şehir polisi gibi görünmeye çalışsa da, her zaman al olan yanakları, Jänicke’nin taşralı bir genç olduğunu ele veriyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıIslak Balık - Gereon Rath’ın İlk Vakası
- Sayfa Sayısı480
- YazarVolker Kutscher
- ISBN9789750522963
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gece Yarısı Çığlığı (Gece Yarısı Serisi IV) ~ Lara Adrian
Gece Yarısı Çığlığı (Gece Yarısı Serisi IV)
Lara Adrian
Gazeteci Dylan Alexander için her şey onu sırların ortasına atan gizli bir mezarın keşfiyle başlar. Ancak hiçbir şey, gölgelerin arasından çıkıp onu karanlık tutkularının...
- Babasız Evler ~ Heinrich Böll
Babasız Evler
Heinrich Böll
“O”, yani çocuk dünyaya geldi ve Leo korkutmaya başladı: “Görevinden ayrılırsan, çocuğu bakımevine veririm.” Ama anne, sonunda görevini bırakmak zorunda kaldı. Uygun koşullarda belediye...
- Hınzır Kız ~ Mario Vargas Llosa
Hınzır Kız
Mario Vargas Llosa
Sadece ahmakların mutlu olduğunu söyleseler de, itiraf ediyorum ki kendimi mutlu hissediyordum. Günlerimi ve gecelerimi Hınzır Kız’la paylaşmak hayatımı dolduruyordu. Geçmişteki buz gibi soğuk...