Bir beyefendi, bir hanımefendi ve bir hizmetçi… Macaristan’ın en büyük çağdaş yazarlarından Sándor Márai, sadakat ve yalanı, gerçeği ve arzulananı, toplumsal ilişkilerdeki dürüstlüğü ve tutukluğu, sevgiyi ve ayrılığı ustalıklı bir dille anlatırken, ikinci büyük savaşa doğru yuvarlanan bir dünyada, “yaşamak” ile “var olmak” arasındaki derin uçuruma duyarlılıkla ve cesaretle eğiliyor.
Orta Avrupa’nın burjuva dünyası sessizce çökerken tutku, özlem ve gelip geçicilikle sarmalanmış bir hikâyenin keskin köşelerinde yalnızlıkla sınanan iki kadın ve bir adam: Gerçek aşk daima ölümcül müdür?
“Usta yazar Sándor Márai, aşkın ne kadar ağır olabileceğini son derece büyük bir derinlikle anlatıyor; iki savaş arasındaki toplumun ahlaki portresini, eşine az rastlanır bir duyarlılıkla çiziyor “İşin Aslı, Judit ve Sonrası” kitabında .” – Stern
*
BİRİNCİ BÖLÜM
Şuradaki adamı görüyor musun? Hayır dur, şimdi bakma; bana doğru dön, konuşmaya devam edelim. Bu tarafa gözü kayıp beni görsün istemiyorum, bana selam vermesini istemiyorum. Tamam, şimdi tekrar arkana bakabilirsin. Şu kısa boylu tıknazı mı diyorsun, hani samur kürk yakalı kabanı olan? Yok canım. İşte şuradaki uzun boylu olan, solgun yüzlü, siyah pardösülü; bak şimdi zayıf, sarışın garson kadınla konuşuyor. Şimdi de portakal kabuğu şekerlemesi alıyor. Ne tuhaf, bana hiç portakal kabuğu şekerlemesi getirmemişti.
Neyim mi var? Hiç. Dur bir dakika, burnumu silmeliyim.
Gitti mi? Gidince bana söyle.
Şu anda ödeme mi yapıyor? Nasıl bir cüzdanı var? İyi bak, ben bakamıyorum. Kahverengi, timsah derisi bir cüzdan mı? Öyle mi?
Buna sevindim.
Neden mi? Sevindim işte. Yani aslında cüzdanı ona ben hediye etmiştim; kırkıncı yaş gününde. On yıl önce. Onu seviyor muydum ha? Zor bir soru soruyorsun. Evet, sanırım onu seviyordum. Gitti mi?
Neyse ki gitti. Dur da burnumu pudralayayım. Ağladığım belli oluyor mu? Saçma ama böyle işte. Onu görünce hâlâ kalbim küt küt atıyor. Kim olduğunu mu söyleyeyim? Elbette canımın içi, bu bir sır değil. O adam bir zamanlar benim kocamdı.
Hadi şamfıstıklı dondurma söyleyelim. Neden kışın dondurma yenmez derler, hiç anlamam. Ben bu pastaneye en çok kışın dondurma yemeye gelmeyi severim. Bazen düşünüyorum da insan her şeyi yapabilir, sadece mümkün olduğu için, iyi ya da anlamlı olmasına gerek yok. Yalnız yaşamaya başladığımdan beri kışın buraya gelmek hoşuma gidiyor; saat beşle yedi arası. Geçen yüzyıldan kalma mobilyalarıyla bu kırmızı salonu seviyorum; geçkin garson kadınlar, ayna pencereler ve bu pencerelerin önündeki meydanın büyük şehir havası, içeri girip çıkan insanlar… Bütün bunlarda bir sıcaklık, yüzyıl dönümünden bir esinti var. Hem çayı da en iyi burada yapıyorlar, fark ettin mi?
Biliyorum, bugün artık kadınlar pastaneye değil espresso’ya,1 her şeyin alelacele yapıldığı, insanın rahat rahat oturamadığı yerlere gidiyorlar; bir kahveye kırk fillér veriyor, öğle yemeğinde salata yiyorsun, işte sana yeni dünya. Bense eski dünyaya aidim; mobilyaları, saten duvar kâğıtları, yaşlı kontesleri, arşidüşesleri ve aynalı dolaplarıyla bu zarif pastaneye ihtiyacım var. Sandığın gibi her gün burada oturmuyorum ama kışın ara sıra uğruyorum; hoş bir yer. Eskiden sık sık burada buluşurduk, yani kocamla; çay saatinde, altıdan sonra, kocam bürodan çıktığında.
Evet, şimdi de bürodan çıkmış. Saat altıyı yirmi geçiyor, tam vakti. Adım adım yaptıklarını bugün hâlâ, onun hayatını yaşıyormuşçasına biliyorum. Altıya beş kala zili çalıp odacıyı çağırıyor, odacı onun pardösüsünü ve şapkasını fırçalayıp giyinmesine yardım ediyor, sonra kocam bürodan çıkıyor; arabaya önden gitmesini söyleyip kendisi yürüyerek onu takip ediyor, temiz hava almak için. Çok az hareket ediyor, o yüzden bu kadar solgun. Belki başka sebepleri de vardır, bilmiyorum. Bilmiyorum, çünkü onunla hiç görüşmüyorum, konuşmuyorum; tam üç yıldır. Karı kocanın mahkemeden kol kola çıktığı, şehir parkındaki ünlü restoranda birlikte öğle yemeği yediği, hiçbir şey olmamışçasına birbirine düşünceli ve sevecen davrandığı, başarılı bir boşanma ve başarılı bir öğle yemeğinin ardından da herkesin kendi yoluna gittiği acı tatlı boşanmaları sevmiyorum. Benim aldığım terbiye ve yaradılışım farklı. Kadınla erkeğin boşanmadan sonra arkadaş kalabileceklerine inanmıyorum. Evlilik evliliktir, boşanma da boşanma. Ben böyle görüyorum.
Peki ya sen, sen bu konuda ne düşünüyorsun? Gerçi sen hiç evlenmedin.
Görüyorsun ya, insanların icat edip sonra da yüzyıllar boyunca körü körüne tekrar ettikleri bir şeyin sırf formalite olduğuna inanmıyorum. Benim için evlilik gerçekten kutsal bir şey. Dolayısıyla boşanmayı da kutsala saygısızlık sayıyorum. Böyle yetiştirildim. Fakat buna inanmamın başka sebepleri de var, yani sadece yetiştirilme tarzım ve dinim beni buna mecbur ettiği için değil. Buna inanıyorum, çünkü kadınım; nasıl ki nikâh dairesinde ve kilisede bedenleri ve ruhları birbirine bağlayan töreni boş bir formalite olarak görmüyorsam, boşanmayı da öyle görmüyorum. Neticede boşanmada da aynı şekilde iki kişinin kaderi sonsuza dek birbirinden ayrılıyor, kopuyor. Boşanırken bir an için bile kocamla “arkadaş” kalma hayalleri kurmadım. O elbette her zamanki gibi, terbiye ve adabın gerektirdiği şekilde nazik, düşünceli ve ayrıca cömertti. Bense ne nazik ne de cömerttim, piyanoyu bile aldım, evet, hem de gerçek bir intikam arzusuyla; elimde olsa bütün evi toplayıp götürürdüm, bütün perdeleri, her şeyi. Boşandığımız anda artık onun düşmanı olmuştum, yaşadığım müddetçe de öyle kalacağım. Beni şehir parkında dostça bir akşam yemeğine davet etmesine hacet yok; uşak çamaşırları aşırdığı için eski kocasının evine gidip her şey yolunda mı diye bakan çekici kadını oynama heveslisi değilim. Her şeyini aşırsalar umurumda olmaz; hatta günün birinde hasta olduğunu duysam gene gitmem. Neden mi? Çünkü boşandık, anlasana. İnsan bunu kabullenemiyor.
Dur biraz, son söylediğimi geri alıyorum, şu hastalık kısmını. Hasta olmasını istemem. Olsa onu ziyaret ederdim; yani sanatoryumda. Ne gülüyorsun? Bana mı gülüyorsun? Hasta olmasını ve böylece onu ziyaret edebilmeyi umduğumu mu düşünüyorsun? E tabii ki bunu umuyorum. Yaşadığım müddetçe de umacağım. Fakat çok da hasta olmasın. Ne kadar solgundu, gördün mü? Birkaç yıldır hep böyle solgun.
Sana her şeyi anlatacağım. Vaktin var mı? Benim çok vaktim var, ne yazık ki…
İşte dondurma da geldi. Dinle şimdi, yatılı okuldan sonra bir büroda çalışmaya başladım. O zamanlar seninle hâlâ yazışıyorduk, değil mi? Gerçi sen hemen Amerika’ya gitmiştin ama bir süre, sanırım üç dört yıl yazıştık. Hatırlıyorum da aramızda ergen kızlara özgü o sağlıksız, aptalca sevgisi vardı; bu şimdi bana pek anlamlı gelmiyor. Belli ki insan sevgisiz yaşayamıyor. Dolayısıyla ben de o zamanlar seni seviyordum. Ayrıca siz zengindiniz, bizse orta halli; üç oda, mutfak, evin arkasından giriş… Seni kendimden üstte görüyordum. Ve genç insanlar arasında böyle bir hayranlık, bir tür duygusal bağ demektir. Benim de mürebbiyem vardı ama kullanılmış banyo suyuyla yıkanıyordu; benden sonra banyo yapmak durumundaydı. Bu tür ayrıntılar çok önemlidir. Yoksullukla zenginlik arasında ürkütücü derecede çok katman vardır. Peki ya sence yoksulluğun içinde, aşağıya doğru indikçe kaç katman ortaya çıkar? Sen zenginsin, ayda dört yüzle altı yüz arasındaki o çok büyük farkı bilemezsin. Ayda iki binle on bin arasındaki fark o kadar büyük değildir. Ben ne dediğimi biliyorum. Bizim eve ayda sekiz yüz girerdi. Kocamsa ayda altı bin beş yüz kazanıyordu. Buna alışmam gerekiyordu.
Onların evinde her şey bizim evdekinden biraz farklıydı. Biz kiralık bir apartman dairesinde oturuyorduk, onlarsa kiralık bir villada. Bizim sardunyalarla dolu bir balkonumuz, onlarınsa içinde iki çiçek tarhı ve yaşlı bir ceviz ağacı olan küçük bir bahçeleri vardı. Bizimki alelade bir buzdolabıydı, yazın içini satın aldığımız buz kalıplarıyla dolduruyorduk; kayınvalidemle kayınpederimin evindeyse hepsi bir örnek, güzel buz küpleri de yapabilen küçük, elektrikli bir buzdolabı vardı. Bizim hizmetçimiz her işi yapıyor, onlardaysa evli bir çift, bir uşakla bir aşçı çalışıyordu. Bizim üç odamız vardı, onların dört; aslında holü de sayarsak beş. Evet, onların bir holü, açık renk şifon kaplama kapıları vardı, bizimse sadece bir koridorumuz, zaten buzdolabı da oradaydı; fırçalıkların ve eski moda bir portmantonun durduğu, karanlık bir Peşte koridoru. Bizde lambalı radyo vardı ve babamın tavsiye üzerine aldığı bu alet, onun çok hoşuna giden şekilde yayınları “yakalıyordu”; kocamın evindeki dolap tarzı mobilyadaysa hem radyo hem gramofon olarak kullanılan bir alet duruyor, plakları otomatik olarak çalıp değiştiriyordu ve onunla Japonya’dan yapılan yayınları bile dinlemek mümkündü. Ben hayat mücadelesi verme prensibi doğrultusunda yetiştirilmiştim. Onun yetiştirilme prensibiyse her şeyden önce adaba ve kurallara uygun, kibar bir hayat yaşamaktı, çünkü en önemli şey buydu. Bunlar çok büyük farklar. Fakat o zamanlar henüz bunu bilmiyordum.
Evliliğimizin başında bir gün kocam kahvaltıda şöyle dedi: “Yemek odasındaki şu leylak rengi sandalye kılıfları biraz yorucu. Rengi o kadar cırtlak ki, sanki birisi mütemadiyen bağırıyor. Şehirde dolaşıp sağa sola bak da sonbahara yeni kılıflar al sevgilim.”
Daha az “yorucu” kılıflar bulunması gereken on iki sandalye. Afallamış bir halde kocama baktım ve şaka yaptığını düşündüm. Fakat kesinlikle hayır, gazetesini okurken ciddi bir ifadeyle önüne bakıyordu. Söylediği şeye kafa yorduğu ve leylak renginin onu gerçekten rahatsız ettiği belliydi. Doğrusu ben de biraz bayağı olduğunu yadsıyamam. Bunları annem bulmuştu; kılıflar yepyeniydi. Kocam evden çıktıktan sonra kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. O kadar da kalın kafalı değildim, ne demek istediğini gayet iyi anlamıştım. Doğrudan, açık açık söylenemeyecek bir şeydi bu: Onun zevkiyle benimki arasında bir fark olduğunu, her şeyi becerebilsem, her şeyi öğrenmiş olsam ve onun gibi orta sınıftan sayılsam bile aslında başka bir dünyadan geldiğimi ifade etmek istiyordu. Benim etrafımdaki her şey onun alışık olup sevdiğinden bir parça başka, bir ton farklı renkteydi. Burjuva, bu tür ayrımlara aristokrattan daha duyarlıdır. Burjuva, ömrünün sonuna dek kendini onaylamak zorundadır. Aristokratsa daha dünyaya gelirken onaylanmıştır. Burjuva devamlı kendine bir şey katmaya ya da olanı korumaya mecburdur. Kocam kendine bir şeyler katan kuşaktan değildi ve aslında olanı koruyan ikinci kuşaktan da sayılmazdı. Bir keresinde bundan bahsetmişti. Almanca bir kitap okuyordu ve bu kitapta hayatın büyük sorusunun cevabını bulduğunu söyledi.
Ben öyle “büyük soruları” sevmem, bana öyle gelir ki, bir insan daima küçük küçük binlerce soruyla çevrilidir ve önemli olan sadece bunların bütünü, toplamıdır; dolayısıyla biraz alaycı bir edayla, “Sen şimdi ciddi ciddi kendini artık tamamen tanıdığını mı söylemek istiyorsun?” diye sordum.
“Kesinlikle” dedi. Sonra da bana gözlüğünün arkasından öyle çocuksu bir açık yüreklilikle baktı ki, soruyu sorduğuma pişman oldum.
“Ben bir sanatçıyım, sadece sanat alanım yok. Bu, burjuvalarda sık sık görülür. Ailelerin sonu böyle gelir.”
Bu konuyu bir daha hiç açmadı.
O zamanlar onu anlamıyordum. Bir şey yazmıyor, resim ya da müzik yapmıyordu. Amatörleri küçümsüyordu. Fakat çok ve – kendi deyimiyle– “sistematik” okuyordu; benim zevkim için biraz fazla sistematik. Ben tutkuyla, canımın isteğine ve ruh halime göre okurdum. O ise kutsal bir vazifeyi yerine getirir gibi okuyordu. Bir kitaba başladı mı, onu kızdırsa ya da canını sıksa bile bitirene kadar elinden bırakmazdı. Okumak onun için kutsaldı; basılmış kelimelere, tıpkı rahiplerin kutsal metinlere ettikleri gibi hürmet ediyordu. Resme yaklaşımı da böyleydi; müzeye, tiyatroya, konsere bu zihniyetle gidiyordu. Bütün bunlara hakiki bir ilgisi vardı. Ruha hitap eden her şeye ilgisi vardı. Benim ilgimse sadece ona yönelikti.
Tek mesele şuydu ki “alanı” yoktu. Fabrikayı yönetiyor, sık sık seyahat ediyor, sanatçılara da iş veriyor ve onlara özellikle iyi para ödüyordu. Fakat çalışanlarının ve danışmanlarının çoğundan daha ince olan zevkini kimseye dayatmamaya da büyük özen gösteriyordu. Her bir cümlesinde adeta surdin pedalına basıyor, her zaman zarifçe ve nazikçe bir şeyler için özür dilermiş gibi görünüyordu; çaresiz ve yardıma muhtaç gibi. Öte yandan önemli kararlarda, işle ilgili meselelerde gayet inatçı da olabiliyordu.
Kocam neydi, biliyor musun? Son derece nadir görülen bir varlıktı. Tam bir erkekti.
Fakat teatral bir İspanyol âşık anlamında değil. Erkeksi olduğu söylenen bir boks şampiyonu gibi de değil. Kocamın ruhu erkeksiydi; derin düşüncelere sahip ve tutarlı, huzursuz, arayış içinde ve güvensizdi. O zamanlar bunu da bilmiyordum. İnsan böyle bir şeyi ancak büyük çaba sarf ederek keşfedebiliyor.
Sen ve ben yatılı okulda böyle bir şey öğrenmedik, öyle değil mi?
Aslında belki de beni arkadaşı Lázár’la, şu yazar olan adamla tanıştırdığı günden başlamalıydım. Sen tanır mısın? Kitaplarını okudun mu? Ben hepsini okudum. Hatta kitaplarında benim hayatımın sırrı da olan bir sır varmış gibi hepsini adeta yuttum. Fakat sonunda bir cevap bulamadım. Böyle sırların cevabı yoktur. Sadece hayat cevap verir, hem de bazen tamamen sürpriz biçimde. Daha önce bu yazarın yazdığı tek bir satırı bile okumamıştım. İsmine aşinaydım ama kocamın onu şahsen tanıdığını, arkadaş olduklarını bilmiyordum. Bir akşam eve geldiğimde kocamla yazar oradaydılar. Ve çok tuhaf bir olay oldu. Evliliğimizin üçüncü yılında, ilk kez kocamı tanımadığımın bilincine vardığım bir an yaşadım. Bir insanla birlikte yaşıyor ve onu tanımıyordum. Bazen onun hakkında her şeyi bildiğimi düşünürdüm ama sonra ortaya çıktı ki gerçek zevkleri, merakları, arzuları konusunda en ufak bir fikrim yoktu. O akşam ikisi ne yaptılar, biliyor musun?
Oyun oynadılar.
Fakat çok tuhaf, huzursuz edici bir biçimde!
Remi oynamadılar, hayır, kesinlikle öyle bir şey değil. Zaten kocam iskambil oyunu tarzı mekanik eğlenceleri sevmezdi. Onlar daha ziyade grotesk ve biraz tekinsiz bir oyun oynadılar; ilk başta tek kelime anlamadım ve delilerin arasına düşmüş gibi, kalbim sıkışarak konuşmalarını dinledim. Kocam bu insanın yanında bambaşka biri olmuştu.
Evet, evliliğimizin üçüncü yılında bir akşam eve geldiğimde kocamla yabancı bir adamı oturma odasında buldum; adam samimi bir edayla bana yaklaştı ve kocamı göstererek, “Merhaba Ilonka. Péter’i de getirdiğim için bana kızmadın, değil mi?” dedi.
Ve tam o sırada ayağa kalkıp mahcup gözlerle bana bakan kocamı işaret etti. Herhalde delirdiler, diye düşündüm. Fakat benimle öyle uzun boylu ilgilenmediler.
Yabancı adam kocamın omzuna vurduktan sonra, “Aréna Sokağı’nda karşılaştık. Düşünsene, durmak bile istemedi, öküz herif, sadece selam verip yürümeye devam etti. Tabii bunu kabul edemezdim. Ona dedim ki: ‘Péter, seni ihtiyar kurt, moralin mi bozuk?’ Sonra da kolundan tuttuğum gibi buraya getirdim. Eee çocuklar” dedi kollarını açarak, “Sarılın bakalım. Hatta küçük bir öpücüğe bile izin veriyorum.”
Kendimi nasıl hissettiğimi tahmin edersin. Şapkam, eldivenlerim ve çantamla odanın ortasında sersemlemiş bir koyun gibi durmuş, ikisine bakıyordum. İlk aklıma gelen, telefona koşup aile doktorumuzu ya da ambulansı aramak oldu. Ya da polisi.
Fakat tam o sırada kocam bana yaklaştı, çekingen bir tavırla elimi öptü ve başını eğerek, “Her şey unutuldu ve affedildi Ilonka. İkinizin mutlu olmasına sevindim” dedi.
Ardından akşam yemeği için masaya oturduk. Yazar Péter’in yerine oturmuş, evin beyi havalarında emirler yağdırıyordu. Bana sen diye hitap ediyordu. Tabii hizmetçi kız da aklımızı kaçırdığımıza kanaat getirmişti; öyle ki korkudan salata kâsesini düşürdü. O akşam bana oyunu açıklamadılar. Çünkü zaten işin esprisi benim hiçbir şey anlamıyor olmamdı. Beni beklerken aralarında böyle anlaşmışlardı ve tıpkı iki profesyonel aktör gibi rollerini mükemmel canlandırıyorlardı. Oyuna göre ben yıllar önce Péter’den boşanmış ve bu yazarla, kocamın arkadaşıyla evlenmiştim. Péter büyük bir yürek yarasıyla kaçıp gitmiş ve her şeyi bize bırakmıştı; evi, bütün mobilyaları, her şeyi. Şimdi benim kocam yazardı; Péter’le sokakta karşılaşmış, onu kolundan yakalamış ve “Böyle yapma, olan oldu, gel bizde akşam yemeği yiyelim, Ilonka da seni tekrar gördüğüne memnun olur” demişti. Böylece Péter de onunla gelmişti. Şimdi de eskiden Péter’le yaşadığım evde üçümüz beraberdik ve samimi bir ….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİşin Aslı, Judit ve Sonrası
- Sayfa Sayısı312
- YazarSándor Márai
- ISBN9789750846304
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İmdat! Büyükanne Geri Dönüyor ~ Salah Naoura
İmdat! Büyükanne Geri Dönüyor
Salah Naoura
Müjde!!! Duyanlar duymayanlara haber versin! Çılgın ve sürprizlerle dolu Cordula Nine, çıktığı dünya turundan geri dönüyor! Bu beklenmedik geri dönüşe hazırlıksız yakalanan Kazma Ailesini...
- Mutluluk Şarkısı ~ Gillian Cross
Mutluluk Şarkısı
Gillian Cross
Mert, okuldan arkadaşlarıyla kurduğu müzik grubunu çok sevmektedir. En büyük eğlenceleri ise her cumartesi günü yaptıkları müzik çalışmalarıdır. Ta ki Mert’in küçük kız kardeşi...
- Ölümüne Sev Beni ~ Allison Brennan
Ölümüne Sev Beni
Allison Brennan
Altı yıl önce Lucy Kincaid, bir manyak tarafından saldırıya uğramış ve ölmekten kıl payı kurtulmuştur. O hayatta kalmayı başarmış ama saldırganı başaramamıştır. Şimdi Lucy’nin...