Hoşgörü peygamberi Mani’nin inancı ve öyküsü Hıristiyanlık çağının şafağında, İsa’nın ölümünden iki yüz yıl sonra başlar. Bizim çağımızın da kahramanı olabilecek Mani, yaşam öyküsüyle, son nefesine kadar savunduğu inancının oluşturduğu kişisel tarihiyle, o dönemden yani II. yüzyıldan beri hala varolan politik sorunlara da işaret etmiş oluyor. Mani’den bugüne, ”sanat ve coşku kaynağı olan kitaplarından, bağışlayıcı dininden, coşkulu arayışlarından, insan, doğa ve tanrısallık arasında uyum isteyen çağrısından geriye” çok az şey kalmış olsa da; bağnazlık ve iktidar hırsı yapıtını yok etmeye çalışsa da Amin Maalouf onun Aydınlıklar’a açılan inancını ele alıyor ve Mani’nin öyküsüyle bugüne ”ışık” tutuyor.
Giriş
Dicle, akıntıyla inilen ya da yelkenliyle tırmanılan Nil’in tersine, tek yönlü bir nehirdir. Mezopotamya’da rüzgârlar, tıpkı sular gibi dağdan denize akar, asla karaların içine doğru esmez; bu yüzden giderken eşekler, katırlar mecburen kayıklara yük edilir ki, dönüşte, kupkuru yollarda, o yalpalayan ceviz kabuklarını köylere doğru çeksinler.
Hırçın Dicle, yeryüzüne çıktığı en kuzeyde kayaların arasından azgınca akar, üç beş Ermeni kayıkçıdan başka hiç kimse, gözünü köpüren deli sulara dikip de meydan okuyamaz. Yolcuların birbirine rastlamadığı, yan yana geçmediği, kimsenin kimseye ne bir söz söylediği, ne bir işaret ettiği tuhaf bir yoldur bu. İnsan işte bu yüzden, bir koruyucu meleği ya da kıyılardaki hurma ağaçlarından başka yoldaşı olmadan, suda yapayalnız ilerlediğini hissederek sarhoş gibi olur.
Sonra, Babil ülkesinin büyük şehri, Part krallarının yaşadığı Ktesifon şehrine varınca Dicle uslanır, halk korkmadan gelir yanina, artık sadece dev bir akarsu koludur. İnsanlarla malların balik istifi gibi içine doluştuğu, ağız hizasına kadar suya gömülen, bazen topaç gibi dönse de batmayan, düz dipli, yuvarlak küfelerle kıyıdan kıyıya geçilebilir, tufan nehrini dize getiren, kaba saba, örgü sepetlerdir bunlar. Dicle burada öyle uslanır ki, yüzeyde çırpınan sarmaş dolaş uğursuz çiftler açıkça görülebilir: içi boşaltıldıktan sonra dikilip şişirilmiş hayvan derileri ve adeta bir ölüm kalım dansı yaparcasına onlara tutunmuş yüzücüler. Mani’nin hikâyesi Hıristiyanlık çağının şafağında başlar, İsa’nın ölümünün üzerinden iki yüz yıl bile geçmemiştir henüz.
Dicle’nin kıyılarında hâlâ bir yığın tanrı vardır. Kimi tufandan ve ilk İncillerden doğmuş, öbürlerini fatihler ya da tacirler getirmiştir. Ktesifon’da tek bir put belleyip sadece ona dua eden mümin azdır, çoğu hangi tapınakta şölen varsa oradadır. Ziyafetten nasiplenmek için Mitra’nın kurban törenine koşarlar; öğlen vakti İştar’ın bahçelerinde, gölgelik bir köşe ararlar; gün biterken gelen kervanları da Nanai tapınağının etrafında gezinerek beklerler; çünkü seyyahlar geceleri bu Büyük Tanrıça’nın kanadına sığınır. Rahipler yolcuları karşılar, kokulu sular sunar, sonra koruyucuları olan tanrıçanın heykelinin önünde eğilmeye davet ederler onları. Uzaklardan gelenlerin Nanai’ye, daha aşina oldukları bir tanrıçanın adıyla yakardıkları olur, Yunanlar bazen Afrodit der ona, Persler Anahita, Mısırlılar İsis, Romalılar Venüs, Araplar Allat, hepsinin sütanasadır o, ve cömert memesi, sonsuz nehrin suladığı kızıl toprak gibi kokar.
Şehrin az ötesinde, Selefkiler köprüsüne bakan bir tepede Nabu Tapınağı yükselir. Bilginin, yazılı şeylerin tanrısıdır o, gizli ve açık bilimlere hükmeder. Simgesi kalemdir, rahipleri hekimdir, müneccimdir, inananlar ayaklarının dibine en sevdiği sungular olan tablet, kitap ya da parşömenler bırakırlar. Babil’in şaşaalı zamanlarında hükümdarların adının başında bu tanrının adı söylenir, bu nedenle adları Nabunassar, Nabupolassar, Nabukadnezar olurdu. Bugün sadece okumuşlar gelir Nabu’nun tapınağına, halk saygıyla uzaktan geçmeyi yeğler; öbür tanrıların huzuruna giderken Nabu Tapınağı’nın sundurmasının önüne gelince adımlar sıklaştırılır, tapınağa doğru kaçamak, ürkek bakışlar atılır. Çünkü kâtiplerin tanrısı Nabu, aynı zamanda tanrıların kâtibidir, geçmiş ve gelecekteki olayları sonsuzluk kitabına kaydetmek onun görevidir.
Bazı ihtiyarlar tapınağın kızıl duvarının yanından geçerken telaşla yüzlerini kapatır. Belki Nabu onların hâlâ bu dünyada olduğunu unutmuştur, hatırlatmanın ne âlemi var? Okumuşlar çoğunluğun korkularına güler geçer. Bilgiyi güçten ya da zenginlikten, hatta mutluluktan üstün gören kişiler olarak, tanrılar içinde Nabu’yu üstün görmekle kıvanç duyarlar. Bu tanrıya adanmış olan çarşamba günü tapınağın etrafında toplanırlar. Müstensihler, tacirler ya da saray memurları, kıpır kıpır, küçük, konuşkan gruplar oluşturarak, âdet edindikleri şekilde gezinip dururlar. Kimileri ana yoldan, tapınağın etrafını dolaşıp kutsal balıkların yüzdüğü oval havuza doğru yürür. Kimileriyse kurbanlık hayvanların barındırıldığı yere giden, daha gölgelik yan yolu tercih eder. Ceylanlar, kuzular, tavuskuşları ve keçi yavruları normalde bahçeye salınır; sadece birkaç boğayla iki kurt kapalı tutulur; ama törenden önceki gece tapınağın köleleri hem yollar boşalsın, hem de kaçak avlanma olmasın diye bütün hayvanları kapatır.
Çarşamba gezginleri arasında Pattig ilk bakışta dikkat çeker. Yeşil ipekten, Acem usulü, bilekte daralan bir şalvarın içindeki bacakları, diba gömleğin altında sallanan cılız kolları ve alacalı bulacalı kumaşlara sarılmış, ince siluetinin tepesine oturtulmuş, adeta bir dev heykelinden çalınmış gibi duran kafasıyla: kıvır kıvır, kahverengi, gür bir sakal, kabarık saçlar, alnında da saçlarını bastıran, üzerine sınıfının, yani savaşçıların işareti işlenmiş ince bir şayak bant. Aslında bu geçmişin bir kalıntısı sadece, çünkü Pattig artık ne savaşa gidiyor ne ava. Gözlerinde şiddetten eser kalmadı, dudakları da, sanki nicedir tutulmuş bir soru her an fırlayacakmış gibi, devamlı titriyor.
Henüz on sekizinde olmasına rağmen, en köklü Part sülalelerinden birinin oğlu olan Pattig’in önünde herkes el pençe divan dururdu, bakışlarında bütün şaşaasını söndüren o çocuksu saflık olmasaydı. Elâlemin karşısına geçip “Ben gerçeği arıyorum”, diyen bir adama, insan bıyık altından gülmeden edebilir mi?
Pattig bu çarşamba, gruba biraz uzak duran, beyazlar giymiş bir adama da kelimesi kelimesine işte böyle söyledi. Adam oval havuza eğilmişti, elinde korumak istercesine topuzunu okşayıp durduğu, boğumlu, uzun bir asa vardı.
“Gerçeği arıyorsun ha”, dedi adam büyük bir ciddiyetle. “Bunca sofuluğun bunca kâfirlikle yan yana olduğu bir çağda başka çare mi var!”Genç Part, birden adama ısındı.
“Adım Pattig. Ekbatana’lıyım.” “Ben de Sittay, Palmira’lıyım.”
“Hemşerilerin gibi giyinmemişsin.”
“Sen de sınıfının adamı gibi konuşmuyorsun.”
Sittay sözünü sinirli bir hareketle tamamladı. Pattig hiçbir şey fark etmeden devam etti:
“Palmira ha! Orada ‘bilinmeyen tanrının’ uğruna, heykelsiz bir tapınak diktikleri doğru mu?”
Öteki neden sonra, büyük bir bıkkınlıkla karşılık verdi: “Öyle diyorlar.”
“Demek sen de hiç gitmedin oraya! Şehrinden ayrılalı çok oldu herhalde.”
Palmiralı şöyle bir boğazını temizlemekle yetindi. Yüzü sertleşmişti, gecikmiş bir arkadaşını bekler gibi uzaklara bakıyordu, Pattig de daha fazla üstüne gitmedi. Hemen izin isteyip, göz ucuyla onu izlemeye devam ederek en yakın topluluğa katıldı. Adının Sittay olduğunu söyleyen adam olduğu yerde, yalnız başına, asasıyla oynayıp duruyordu. İkram edilen bir kupa şarabı aldı, kokladı, dudaklarına götürecekmiş gibi yaptı, ama Pattig, hizmetkâr arkasını döner dönmez içkiyi son damlasına dek bir ağacın dibine boşalttığını fark etti; şişe dizilmiş çekirge izgarası verildiğinde de aynı şeyi yaptı: İlk başta reddetti, ısrar edilince bir şiş aldı, ama hemen elinden bırakıp topuğuyla vurduğu gibi yere gömdü, ardından havuza eğilip elini temizledi. Bu manzaraya dalmış olan Pattig, söylenenleri dinlemez olmuştu, konuşanlar sonunda darılıp gitti. Pattig ancak genç bir rahibin sesiyle dalgınlığından sıyrılabildi, törenin başlayacağını haber veriyor, herkesi tapınağa çıkan büyük merdivene davet ediyordu. Bazılarının elinde hâlâ bir kupa ya da riton vardı, yürürken konuşmaya devam ediyorlardı. Ama az sonra adımlar hızlandı, törenin başını kaçırmayı kimse istemezdi.
Hele bugün. Bir dedikoduya göre Nabu önceki gece durduk yere huzursuzlaşmış, besbelli canı hareket etmek istemiş. Hatta şakaklarında, alnında, sakalında ter birikmiş, Büyük Rahip de diz çöküp, bu çarşamba gün batarken bir ayin alayı kuracağına söz vermiş. Geleneksel inanışa göre Nabu alaylarına kendi yol gösterir; rahipler ellerini iyice yukarı uzatarak onu başlarının üstünde taşımakla yetinirler. Tanrı da dışarıdan fark edilmeyen müdahalelerle onlara kılavuzluk eder. Nabu bazen dans ettirir kendisini taşıyanları, bazen de inmek istediği yere kadar, dümdüz yürütür. En hafif hareketlerini bile, kafaları kazınmış kâhinler hemen bir kehanet addedip yorumlamaya girişirler; çünkü put hasattan, savaştan, salgın hastalıklardan bahseder, kimi zaman da şu veya bu insana sevinç ya da ölüm vaat eder.
Müminlerin gruplar halinde tapınağa girdiği, rahiplerinse ilahilere başladığı sırada Sittay, dışarıda bir başına, büyük merdivenle doğu kapısı arasındaki avluda bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Güneş Dicle’nin ötesinde bir kor parçasıydı şimdi. Meşaleciler sunağın etrafında yarım daire şeklinde dizilmişti, rahipler Nabu’nun heykelinin önünde buhurdanlıkları sallıyor, ilahiciler tekdüze bir nakkare sesi eşliğinde ilahi okuyordu:
Nabu, Marduk’un oğlu, kulağımız sözlerinde! Dört bir yandan geldik seni seyretmeye! Soru sorduğumuzda, senden gelir cevap! Sığınak aradığımızda sensin koruyan! Sen bilensin, sen söyleyensin! Kim senden daha layık ardından gidilmeye! Kim senden daha layık hediyelerimize! Nabu, Marduk’un oğlu, ey parlak yıldız! Tanrılar katında büyüktür yerin. Nabu meşalelerin titrek ışığında gülümsedi, bakışlarıyla ona sığınan müminleri sarıp sarmalıyordu adeta. Ayaktaydı, sakalı bol bir gömleğin örttüğü göğsüne kadar iniyordu, yol yol çizgili ahşap tuniği giderek açılıyor, bir kaideye dönüşüyordu. Altı rahip, heykeli yerinden kaldırıp tahta bir sedyeye yerleştirdikten sonra, önce omuz hizasına ve nihayet başlarından yukarıya çıkardılar. Alay kurulurken Tanrı havalanacakmış gibi, her adımda biraz yükseliyordu. Taşıyanlara pek hafif geliyordu, gergin eller belli belirsiz değiyordu heykele, Nabu coşkulu çığlıklar atan kalabalığın üzerinde kanatlanmıştı adeta. Taşıyıcılar oldukları yerde döndü, sonra daha büyük bir daire çizerek çıkışa yöneldi. Müminler çekilip yol verdiler.
Tören alayı şimdi dışarıda, küçük avludaydı. Tanrı kutsal su kuyularının etrafında kısa bir danstan sonra merdivene yöneldi. İşte o anda rahiplerden biri tökezledi. O dengesini bulmaya çalışırken, arkasındaki rahip de topaç gibi dönüp düşüverdi. Boşta kalan heykel anıtsal merdivene kendini bıraktı adeta, taş kesilmiş kalabalığın gözü önünde sıçrayarak basamakları indi.
Bir savaşçı olmasına, bir Part olmasına rağmen Pattig gözyaşlarını tutamadı. Yüreğini sıkıştıran şey, bunun uğursuzluk işareti olması değildi. Onun derdi başkaydı, sevgisi, şevki kırılmıştı. Nabu’ya inanmak istemişti, bütün haşmetiyle tahtında duran, asla yanılmayan, imparatorlukların çöküşüne gülen, felaketlere aldırmayan bu yaşı belirsiz tanrıyı her hafta görmeden edemez olmuştu. Birdenbire bu düşmek de nereden çıkmıştı şimdi!
Ama aklına gelen bir şey üzüntüsünü böldü. Dramın yaşandığı yerde diz üstü çökünce, iki mermer taşın arasına sıkıştırılmış asa ucunu eliyle koymuş gibi buluverdi. Yerinden çıkarıp inceledi. Üstten bilerek kesilmiş olduğuna hiç şüphe yoktu. “Lanet olasica Palmiralı!” diye mırıldandı Pattig, Sittay’ın avluda dolaşması, birden durup asasını yere sokuşu, şöyle bir çevirip ayrık otu gibi çekip çıkarışı geldi gözünün önüne. Pattig doğruldu, gözleriyle etrafı tarayarak beyazlı adamı aradı. Çabası boşunaydı. “Lanet olasica Palmiralı!” diye homurdandı gene, içinden “katil”, “tanrı katili” diye haykırmak, kızgın kalabalığı kâfirin peşine takmak geliyordu.
Ama rahipler, gereksiz bir özenle heykelin kırık parçalarını toparlamaya başlamışlardı bile. Omuzdan ayrılmamış bir kol parçasını, kulağa tutunmuş bir tutam sakalı sözgelimi. Pattig’in öfkesi, yerini mütevekkil bir hüzne bıraktı. Böyle bir manzaraya çanak tuttuğu için Nabu’ya neredeyse kızacaktı. Böylece uzaklaştı, şafak sökene dek tapınağın etrafındaki yollarda dolaşacaktı. Ayakları onu kendiliğinden oval havuza giden yola götürdü. Hâlâ buğulu olan gözleriyle, lanetli adamın durduğu yere baktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıIşık Bahçeleri
- Sayfa Sayısı240
- YazarAmin Maalouf
- ISBN9789750811951
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bakirenin Aşığı – Kraliçe Soruyor: Aşk mı, Taht mı? 3. Kitap ~ Philippa Gregory
Bakirenin Aşığı – Kraliçe Soruyor: Aşk mı, Taht mı? 3. Kitap
Philippa Gregory
Boleyn Kızı ve Kraliçenin Soytarısı romanının yazarından, Kraliçe Elizabeth döneminin ilk yıllarını ve o tehlikeli günleri anlatan, nefes kesici bir roman. İngiltere’nin yeni kraliçesi...
- Martin Eden ~ Jack London
Martin Eden
Jack London
Genç adam, şapkasını çıkarmış, anahtanyla kilidi açmaya çalışan adamı izliyordu. Sonunda kilit açıldı ve önündeki adamı izleyerek odaya girdi. Kaba ve üzerine denizin kokusu...
- Ölüm Çiçekleri ~ Edgar Wallace
Ölüm Çiçekleri
Edgar Wallace
“Edgar Wallace’ın romanları hem çok yaratıcı hem de çok sürükleyici.”–G. K. CHESTERTON Edgar Wallace, klasik cinayet romanlarının formülünün ve yapısının belirlenmesinde ve türün popülerleşmesinde...