“Öğretmensiz kalmaktan korkun da neden, anam babam, neye uğraşıp didiniyoruz zati? Üç gün sonra başa geçtiğimiz vakit, çocuklarımızı, hele kızlarımızı o şartsız herife mi emanet edeceğiz sanıyorsun? Yok kardeşim, yok anam babam yok, okulda fink atmaya paydos artık. İmam, Allah’ın yolunu göstersin çocuklarımıza…”
Kemal Bilbaşar, romanlarında olduğu gibi öykülerinde de Anadolu’nun her bölgesinden çarpıcı kesitler sunuyor okuyucularına. Cumhuriyet döneminin kent ve taşra dokusunu yansıtan bu öykülerde ağalık, köy hayatı, toplumun devlet memurları ve din adamlarıyla kurduğu çarpık ilişkilerin yanı sıra kadının toplumdaki yeri de nüktedan bir gerçekçilikle ortaya konuyor. Bilbaşar, yoksulluk, otorite, eşitsizlik ve ahlaka ilişkin kadim soruları bir kez daha hatırlatıyor.
İçindekiler
PEMBE KURT
Pembe Kurt ………………………………………………………. 13
Ambarcı’nın Uşağı……………………………………………… 41
İzin ………………………………………………………………….. 55
Sümbül ……………………………………………………………. 63
Kaymaklı Tavukgöğsü …………………………………………. 69
Şemsiye Altına Sığınan Adam ………………………………. 77
ÜÇ BUUTLU HİKÂYELER
Üç Buutlu Hikâye………………………………………………. 89
Bir Kucak Gelinçiçeğinin Hikâyesi ……………………… 101
İlk Taksit…………………………………………………………. 147
Tapu ………………………………………………………………. 153
İğreti Elbiseli Adam ………………………………………….. 157
Hacılar……………………………………………………………. 169
Dereyi Kurtarmanın Yolu ………………………………….. 175
Şeftaliler…………………………………………………………. 185
Kurban …………………………………………………………… 195
Dönek ……………………………………………………………. 199
IRGATLARIN ÖFKESİ
Irgatların Öfkesi ………………………………………………. 205
Bir Bardak Su ………………………………………………….. 257
Yağmur, Ördek Ve Tabut …………………………………… 269
Dayak …………………………………………………………….. 281
Kel İmam’ın Fesleri…………………………………………… 291
Müftünün Hüllesi…………………………………………….. 301
Bir Tren Yolculuğu Esnasında……………………………… 307
Gecekondu Ağası……………………………………………… 335
Tekne Kazıntısı ………………………………………………… 353
Akıncılar…………………………………………………………. 361
Dayımın Kurbanlık Bes Koyunları ………………………. 369
Gurbetçi…………………………………………………………. 375
Ayak Oyunu ……………………………………………………. 379
Baba Oğul İle Yörük Kızı …………………………………… 427
Baskın…………………………………………………………….. 439
PEMBE KURT
Beşparmak Dağı’nın, zeytin yüklü tepeciklerle işlemeli yeşil eteklerinin Menderes’e yayılmaya başladığı sınır üzerinde, yakut damlı köylerin en şirini Sakallı kö- yüdür. Köyün yaslandığı sırtlar, teras halindeki kayalıkları, yaşlanmış zeytin ve incir ağaçları, yayılan sürüleriyle, şafak vakti, klasik İtalyan ressamlarının tablolarındaki fon kadar şairane görünür.
Hikâyeme böyle şairane bir dekordan girdiğime bakmayın. Anlatacaklarımı şairane bulacağınızı hiç sanmıyorum. Ama sizi şirin, sevimli kimselerle de tanıştıracağıma eminim.
Bu sırtlardan aşağı inmeden, köyün gerisinde yükselen Bohçanı Kapgel Tepesi’nde, şu mayıs sabahı, bülbüllerin şakıdığı çamlardan birinin dibine bir an ilişelim. Size kuşbakışı bazı şeyler anlatmam gerek: Bohçanı Kapgel Tepesi, Sakallı köyü delikanlılarının, on beşine basan kızları aşka çağırdıkları yerdir. Genç âşıklar, muhtarın nikâhından önce, şu gerimizdeki kuytuluklarda, gönül rızasıyla birbirlerine bağlanırlar. Tepeye tırmanan patika dolambaçlı görünürse de, “dünya evi”ne giden yolların en kestirmesi olduğunu size temin edebilirim. Tepenin şimdi, gözünüze daha da şirin göründüğünü umarım.
Gerimizdeki aşk kuytuluğunda sizi biraz dolaştırabilsem çok memnun kalırdınız, biliyorum ama, ne yazık sayın okuyucularım, vaktimiz dar, köy halkı çoktan uyandı. Sürüye gönderilen hayvanlarla ahırda kalan buzağıların böğürmeleri duyuluyor. Köy meydanında insanlar toplanmaya başladılar bile. Davullar vurulmadan hikâyemizin kahramanı olan Sakallı köyü hakkında söylenmesi zorunlu açıklamaları ancak bitirebilirim. Lütfen aşağıya doğru bakalım:
Sabahın erken saatlerinde, bacalardan yayılan ince mavimsi tül içinde, köyümüzün görünüşü ne kadar çekici değil mi? Dikkat edersek, köyün iki ayrı dere içinde toplanmış olduğunu görürüz. Sağımızdakine Yenimahalle, solumuzdakine Eskimahalle deniyor. Bulunduğumuz tepeden aşağı doğru uzayan sağrının daraldığı yerde, köy camisinin duvarları iki mahalle arasına sınır çekmiş gibidir.
Eskimahalle’nin batısındaki sırtta görünen büyük bina, Hüseyin Ağa’nın konağıdır. Çepçevre kalın duvarlarla mahalleden ayrılan konak, çatısındaki kuleyle derebeyi şatosunu andırıyor, değil mi? Eh, Hüseyin Ağa da ufak çapta bir derebeyi sayılır. Eskimahalle’de beş-on dönüm tarlası olan da, olmayan da onun topraklarında çalışır. Kimisi yarıcıdır, kimisi gündelikçi.
Bütün toprak sahipleri gibi Hüseyin Ağa’nın da adamlarına güveni yoktur. Ovaya inemediği zamanlarda konağın damındaki kuleden, tarlada çalışan yarıcılarını da, kâhyasını da, uzun tek dürbünüyle gözetler. Bu dürbün Hüseyin Ağa’ya Kurtuluş Savaşı sona ererken Yunanistan’a kaçan çiftliğin eski sahibi Kirye Mihal’den miras kalmıştır.
Yenimahalle’de durum daha başkadır. Köy evleri büyücek bir binanın etrafında toplanmış gibidir. O da Ali Onbaşı’nın konağıdır.
Aman, mahallenin sakinleri, “Ali Onbaşı,” dediğimi duymasınlar, belki de bana gücenirler. Çünkü bazı sebeplerden ağalarına onbaşı denmesini istemezler: Bir kere onbaşılık rütbesini ağalığa yakıştıramazlar. Bu gibi rütbeler, olsa olsa, kendileri gibi donsuzların harcıdır. Üstesine onbaşılık, Eskimahalle halkının kınamaları yü- zünden daha da aşağılık bir mertebe gibi görünür gözlerine. Ali Onbaşı’nın ağalığını bir türlü tanımayan Eskimahalle halkı, Yenimahallelilerin bu zaafını çok iyi bilirler, ondan söz açarken Ali Onbaşı demekten, domuzuna zevk duyarlar. Biri, “Ali Ağa,” diyecek olsa, önce anlamamazlıktan gelirler, “Ali Ağa mı, hangi Ali Ağa?” diye sorarlar, sonra birden hatırlamış gibi yaparlar, “Ha, ağnadım, Ali Onbaşı demek isten,” derler. Dudak bükerek, burun kıvırarak devam ederler: “Hadi bubam, hadi get! Ağa kim, o kim? Ganlı eşkıya çarığını ayağından çıkaralı taa kaç yıl geçti? Türediden ağa mı olu heç? Ağa dediğin bizimki gibi soydan gelmeli…”
Bu sözler Yenimahalle köylüsünü çileden çıkarır. “Bu kınamanın hikmeti ne? Neden Eskimahalle Ali Ağa’nın ağalığını tanımak istemez?” diyeceksiniz. Dedikodu olacak ama, ne yapalım, söz açıldı bir kere… Efendim, Ali Ağa’nın ağalığı İstiklal Savaşı’ndan sonra başlar. Bir zamanlar o da Eskimahalle köylülerindendi. Eskimahallelilerin birçokları gibi o da Kirye Mihal’in çiftliğinde “bedellik” yapardı. Savaştan önce Yenimahalle, Kirye Mihal’in çiftliğiydi.
Rum kâhyanın bir tokadı Ali Ağa’yı katil etti, dağa çıkardı. Ali Ağa, Kıllıoğlu’nun kızanları arasına katıldı ama, mert adamdı, soygunculuğa bir türlü ısınamadı. Az sonra da, Mustafa Kemal’in hizmetine girip Yunanlılarla savaşan Demirci Efe’nin çetesine yazıldı. Ali Ağa’ya eş- kıya denmesi bundan.
Savaştan sonra Hüseyin Ağa’ya Kirye Mihal’in yalnız dürbünü değil, çiftliği de miras kalmıştı ya, nasip değilmiş. Ali Ağa’nın o zaman ortaya çıkışı işleri berbat etti. Hüseyin Ağa, köyün bütün topraklarına sahip olma keyfini bir yıl bile süremedi. Bir sabah silahlı atlıların peşi sıra, üzerinde feraceli kadınlarla çocukların oturduğu eşya yüklü arabalar, çift araçlarını taşıyan hayvanlar köy meydanına yığıldı. Atlıların başında Ali Ağa vardı. Göğ- sünde İstiklal Madalyası ışıldıyordu. Dağda yaşamanın ve otuz yaşının pervasızlığıyla tüfeğini dizleri üzerinde tutuyordu. Adamları ona, “Ali Onbaşı,” diyorlar, büyük saygı gösteriyorlardı. Onbaşılığı da bundan kalmıştır.
Ali Ağa’nın elinde, çiftliğin kendisiyle mübadillerine ait olduğunu bildiren bir iskân senedi olmasaydı bile, Hüseyin Ağa’nın, gözlerini kan bürümüş bu silahlı adamlarla, toprak davasına kalkışacak cesareti kendinde bulacağını hiç sanmıyorum. Eh, onun böyle bir senet getirmesi, hiç olmazsa, Hüseyin Ağa’nın haysiyetini kurtarmasına yaramıştı.
Ali Ağa, Kirye Mihal’in çiftliğine ait zeytinlikleri ağaç hesabıyla, ovadaki on bin dönüm araziyi, aslan payını kendine aldıktan sonra, ellişer, altmışar dönüm olarak İskeçeli mübadillerine tapuladı. Çiftliğin ortasındaki arma söküldü. Kilise yakıldı, maşatlık ortadan kaldırıldı.
İskeçeliler az zamanda buğday, darı, fasulye ve mercimekten başka şey dikmeyen Sakallı’yı bir tütüncü köyü kılığına soktular. İster istemez Hüseyin Ağa da işi tü- tüncülüğe döktü. Hüseyin Ağa’nın arazisi daha geniş, yıllık geliri daha fazlaydı. Fakat köydeki eski itibarı kalmamıştı.
Ali Ağa’ nın altın madalyası ağır basıyordu. Hatırlı misafirler hep Ali Ağa’nın konağında ağırlanıyor; muhtar hep onun mahallesinden seçiliyordu. Ziraat Bankası bile krediyi Ali Ağa’nın emrine veriyordu.
Şüphesiz Hüseyin Ağa yıllarca süren bu durumun hazımsızlığıyla rahatsızlandı, kinlendi. Ama bunu son yıllara kadar açığa vurmaktan daima sakındı, sadece el altından, Ali Ağa’yı dile düşürmekten geri durmadı.
“Bu olup bitenlerden Eskimahalle köylüsüne de ne oluyor?” diyeceksiniz. Onlar ağalarının hıncına, tamamıyla başka bir sebeple ortak çıkıyorlar. Kendileri bu köyde doğup büyüdükleri halde topraksızdırlar. İlin yabanı, Ali Ağa sayesinde gözlerinin önünde, otuz-kırk kök zeytinin, elli altmış dönüm toprağın sahibi oluvermişti. “Ah gözünü sevdiğim, hem de ne toprak!”
İşte hınçlarının kökü burada. Kendi yoksulluklarının sefaletlerinin vebali de Ali Ağa’nınmış gibi geliyor onlara. Ondan nefret ediyorlar. Onu kendi ağalarından aşağı tutmakla, eşkıyalığını dile dolamakla, belki de, gönülleri ferahlıyor.
İki mahallenin cemaziyülevveli hakkında bu kadar gevezelik yeter.
Daha yakınlara gelelim: İkinci Dünya Savaşı’na kadar köyün yaşayışında göze batar bir değişiklik olmadı. Ali Ağa’nın yıldızı, göğsünden eksik etmediği madalya gibi ışıl ışıl parladı. Eskimahalle, daima Yenimahalle’ye tabi yaşadı. Savaşın sarsıntısı dünyanın altını üstüne getirir de, Sakallı köyünün yakasını bırakır mı? Durumda ilk değişiklik şöyle başladı: Köy kahvesinde savaşa katılıp katılmayacağımız konuşulurken Ali Ağa Alman tarafını, Hüseyin Ağa İngiliz tarafını tutacağımızı öne sürdüler. Ali Ağa, “İsmet Paşa Alaman’ı Kikirik’e feda etmez,” dedi. Bir şey bildiğinden değil, gönlü böyle istiyordu da ondan. Eh, Ali Ağa için Alman taraftarlığı biraz da baba mirası sayılır. Rahmetli İttihatçıydı. On beş yıllık tütüncülüğü esnasında, Ali Ağa hep Alman’ın methini duymuş, aleyhinde söz işitmemişti. Niçin Alman’ı tutmasın?
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü Dizisi
- Kitap AdıIrgatların Öfkesi / Öyküler 2
- Sayfa Sayısı448
- YazarKemal Bilbaşar
- ISBN9789750726002
- Boyutlar, Kapak13x19, Ciltsiz
- YayıneviCan Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap ~ John Flanagan
Gölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap
John Flanagan
John Flanagan, şimdiye dek yayımlanan on Gölgelerin Efendisi kitabında unutulmaz maceralar kaleme aldı. Bu maceraların yanı sıra detaylı anlatmadığı pek çok olaya da değindi....
- Ben Bir Ağacım ~ Orhan Pamuk
Ben Bir Ağacım
Orhan Pamuk
Herkes için Orhan Pamuk “Bu kitapta, şimdiye kadar yazdığım sayfalardan, en kolay anlaşılabilir ve en güçlü olanları seçmeye çalıştım.” Çocukluk ve okul hikâyeleri ve...
- Gezgin ~ Sadık Yalsızuçanlar
Gezgin
Sadık Yalsızuçanlar
Gezgin, Mağribli bilge İbn Arabi`nin kendi ruhunda yaptığı ve bereketli bir ömre yayılan manevi gezinin öyküsü. Kartallar gibi kimsenin uçamadığı sarp kayalıklarda gezinen, hiçbir...