İnsanlık tarihi boyunca gerçekten önemli ve utkulu bir ana ulaşmak için milyonlarca saatin akıp gitmesi gerekir. Zweig’a göre, “tüm zamanların en büyük şairi ve gösteri sanatçısı” olan tarihin akışı gündelik ve sıradan olaylarla doludur. Ancak tarihe yön veren, birbirini izleyen bu sıradan olayları ara sıra kesintiye uğratan olağanüstü ve unutulmaz anlardır. Yazar bu yapıtında insanlığın yazgısını değiştiren bu anlardan on dördünü resim sanatından ödünç aldığı bir biçimle, birer “minyatür” olarak gözlerimizin önüne serer. İstanbul’un fethi sırasında yetmiş geminin bir gecede vadilerden, tepelerden, bağlardan ve ormanlardan aşırılarak Haliç’e indirilmesi; Waterloo Savaşı’nın sonucunu değiştiren bir anlık hata; 74 yaşındaki Goethe’nin 19 yaşında bir genç kıza duyduğu aşkla yarattığı başyapıt; Rus devrimini başlatmak üzere Zürich’ten yola çıkıp Almanya üzerinden mühürlü bir trenle ülkesine dönen Lenin… bu kitapta anlatılan, tek tek bireyler tarafında yaşanan, ancak tarihin akışını değiştiren deneyimlerden bazılarıdır. Zweig insanı, keşfetme, yaratma ve bazen de fiziksel koşulların yol açtığı sınırları aşma kapasitesiyle olduğu kadar zaafları ve yetersizlikleriyle de her zaman geleceği belirleyen başlıca unsur olarak görür.
İçindekiler;
Ölümsüzlüğe Kaçış
Bizans’ın Fethi
Georg Friedrich Haendel’in Dirilişi
Bir Gecelik Dâhi
Waterloo’da Yazgıyı Değiştiren An
Marienbad Ağıdı
Eldorado’nun Keşfi
Bir Kahramanlık Anı
Okyanusu Aşan İlk Sözcük
Tanrı’ya Sığınış
Güney Kutbu İçin Mücadele
Mühürlü Tren
Cicero
Wilson Başarısızlığa Uğruyor
Önsöz
Hiçbir sanatçı gününün yirmi dört saati boyunca kesintisiz biçimde yaratıcı olamaz; ürettiği tüm esaslı ve kalıcı yapıtlar sadece ve sadece o çok nadir esinlenme anlarında oluşur. Aynı biçimde, tüm zamanların en büyük şairi ve gösteri sanatçısı olarak karşısında hayranlık duyduğumuz tarihin yaratıcılığı da kesintisiz değildir. Goethe’nin saygıyla “Tanrı’nın gizemli atölyesi” olarak nitelediği tarihin akışı fazlasıyla gündelik ve sıradan olaylarla doludur. Sanatın ve yaşamın her alanında olduğu gibi burada da olağanüstü ve unutulmaz anlar çok nadirdir. Tarih, çoğunlukla bir zaman dizimcisi gibi kayıtsız bir tutarlılıkla, binlerce yılı birbirine ekleyen o devasa zincirini ilmek ilmek, olay olay örer sadece; çünkü her gerilim bir hazırlık sürecini, her gerçek olay bir gelişim dönemini gereksinir. Bir dâhinin çıkması için bir halkın içinden milyonlarca insanın geçmesi gerekmiştir her defasında, gerçek anlamda tarihsel bir olayın, insanlığın yazgısını değiştiren bir anın gelmesi için de milyonlarca yararsız anın akıp gitmesi gerekir.
Ancak sanat alanında bir dâhi ortaya çıktığında çağların ötesine geçer; dünyanın yazgısını değiştiren böyle bir an bir kez oluşunca on yıllara, yüzyıllara damgasını vurur. Bir paratonerin ucuna nasıl tüm atmosferin elektriği yükleniyorsa böylesi bir anda da ölçüye gelmez yoğunluktaki bir olaylar silsilesi en küçük zaman dilimine sığar. Diğer zamanlarda ağır ağır yan yana veya peş peşe dizilen ne varsa, o her şeyi tayin eden ve her şeye karar veren tek bir anın içinde yoğunlaşıp birleşir: Tek bir evet, tek bir hayır, biraz erken davranma veya biraz gecikme bu anı yüzlerce kuşak boyunca geri dönülmez biçimde erteler ve bir bireyin, bir halkın, hatta bütün insanlığın yazgısını belirler.
Çağların ötesine geçen bir kararın tek bir tarihe, tek bir saate ve çoğunlukla tek bir dakikaya sıkıştığı böylesi trajik ve yazgıyı belirleyen anlar bireyin ömründe de, tarihin akışında da çok nadirdir. Ben böyle anları, geçiciliğin karanlığını aynı yıldızlar gibi değişmez bir ışıltıyla aydınlattıkları için insanlığın yıldızının parladığı anlar diye adlandırdım ve bu kitapta çeşitli dönemlerde ve çeşitli bölgelerde insanlığın yıldızının parladığı anlardan bazılarını anımsatmaya çalıştım. İçsel ve dışsal olayların manevi gerçekliklerini hiçbir yerde kendi kurgularımla renklendirmeye veya desteklemeye çalışmadım. Çünkü tarih, olayları kusursuz olarak şekillendirdiği böyle benzersiz anlarda hiçbir yardımı gereksinmez. Tarih şairliği ve oyun yazarlığını gerçek anlamda üstlendiği zaman hiçbir şair onu aşmayı denememeli.
ÖLÜMSÜZLÜĞE KAÇIŞ
Pasifik Okyanusu’nun Keşfi 25 Eylül 1513
Bir Gemi Donatılıyor
Kolomb, Amerika’yı keşfedip geri döndüğünde halkın akın ettiği Sevilla ve Barselona sokaklarından zaferle geçerken, tuhaf ve nadir bulunan pek çok şeyi; o zamana kadar hiç bilinmeyen bir ırkın kızıl derili insanlarını, hiç görülmemiş hayvanları, çığlıklar atan rengârenk papağanları, hantal tapirleri, daha sonra hızla Avrupa’da da yerleşikleşecek ilginç bitkileri ve meyveleri, Hint buğdayını, tütünü ve hindistan cevizini kalabalıklar karşısında sergiledi. Bütün bunlar sevinç ve heyecan içindeki halk tarafından merak dolu bir hayranlıkla karşılandı, fakat kral ve kraliçeyle danışmanlarının en çok etkilendikleri şey, birkaç küçük sandığın ve torbaların içindeki altın oldu. Kolomb’un Yeni Hindistan’dan getirdiği altın pek fazla değildi, yerlilerle takas yaparak veya zor kullanarak elde ettiği birkaç parça süs eşyası, birkaç küçük külçe ve bir iki avuç dolusu altın tozu, altından çok altın tozu bütün ganimeti en fazla birkaç yüz altın sikke basmaya yeterdi. Fakat her zaman bağnazca sadece inanmak istediği şeye inanan ve o sırada deniz yoluyla Hindistan’a gitme iddiasında haklı çıkmış olan hayal gücü yüksek Kolomb dürüst bir coşkuyla durumu abartarak bunun sadece küçük bir ilk örnek olduğunu öne sürdü. Bu yeni adada uçsuz bucaksız altın madenleri bulunduğunu güvenilir kaynaklardan öğrenmişti, bu değerli maden oradaki bazı tarlalarda ince bir toprak tabakasının altında bulunmaktaydı. Sıradan bir kazmayla bile kolayca çıkarılabilirdi. Daha güneydeki bölgeler daha zengindi, buralarda krallar içkilerini altın kadehlerle içiyor, altına İspanya’da kurşuna verildiğinden daha az değer veriliyordu. Her zaman para sıkıntısı içinde olan kral kendisine ait bu yeni ülkedeki altın madenlerine dair hikâyeleri kendinden geçerek dinler, henüz Kolomb’un tam bir deli olduğu ve vaatlerinden kuşkulanmak gerektiği bilinmemektedir. Derhal ikinci yolculuk için büyük bir filo hazırlanır, artık tayfa toplamak için çığırtkanlara ve davulculara gerek yoktur. Bu değerli madenin neredeyse çıplak ellerle çıkarılabileceği yeni bir altın ülkesinin keşfedildiği haberi bütün İspanya’nın aklını başından almıştır:
Altın ülkesine, El Dorado’ya gidebilmek için yüzlerce, binlerce insan akın eder.
Fakat bütün kentlerden, bütün kasaba ve köylerden insanları hırsın yollara döktüğü bu akın ne kadar da iç karartıcıdır aslında. Gelenler asalet armalarını altınla iyice yaldızlamak isteyen dürüst soylular, gözü kara maceracılar ve cesur askerler değildir yalnızca, aksine İspanya’nın tüm pisliği ve balçığı da Palos ve Cadiz’e akar. Altın ülkesinde daha kârlı işler yapma peşine düşen damgalı hırsızlar, yol kesiciler, gaspçılar, alacaklılarından kaçan borçlular, huysuz karılarından kurtulmak isteyen kocalar, sabıkalılar ve İspanyol polisi tarafından aranan bütün desperadolar* filoya katılmak için başvurur; kısacası bir anda zengin olmaya ve bu uğurda her türden şiddeti ve suçu göze almaya karar vermiş umutsuz insanların ve hiçbir işte dikiş tutturamayanların oluşturduğu gözü kararmış bir güruhtur bu. İçlerinde kendini Kolomb’un hayallerine tümüyle kaptırmış hali vakti yerinde insanlar da vardır, şimdiden karşılarında parıldayan altın külçelerini görür gibidirler ve değerli madeni hemen büyük miktarlarda taşıyıp götürebilmek için yanlarına uşaklarını ve yük hayvanlarını da alırlar. Bu yolculuğa kabul edilmeyi başaramayanlar da başka yolları zorlarlar; gözü kara maceracılar altın ülkesine hızla varmak ve olabildiğince altın çıkarabilmek için kralın iznini almadan kendi olanaklarıyla gemiler donatırlar; böylece İspanya bütün huzur bozanlardan ve en tehlikeli çapulculardan bir anda kurtulmuş olur.
Española (sonraları San Domingo veya Haiti denecektir) valisi yönetimindeki adaya bu davetsiz konukların akın etmelerini dehşet içinde izler. Gemiler her yıl yeni yükleriyle gelip adaya her seferinde daha da belalı tipleri indirmektedir. Ne var ki gelenler de acı bir hayal kırıklığı yaşamaktadır, ne yol üstünde kolayca toplanacak altın külçeleri vardır ne de canavarca saldırdıkları talihsiz yerlilerin elinden alınacak bir zerre altın tozu kalmıştır. Böylece bu azgın insan sürüleri valiye de, zavallı yerlilere de dehşet salarak ortalıkta dolaşıp serserilik ederler. Vali her birine toprak ve hayvan sağlayarak, hatta kişi başına altmış yetmiş kadar yerliyi köle olarak vererek bu adamları yerleşik hale getirmek için boşu boşuna çabalar. Oysa ne gelenler arasındaki soylu kişiler ne de bir zamanların çapulcuları buraya yerleşip çiftçilik yapmaya niyetlidir. Buraya buğday ekip hayvan yetiştirmek için gelmemişlerdir; ürün ve hasatla uğraşmak yerine zavallı yerlilere eziyet etmeyi -ki birkaç sene içinde bütün yerlileri katledip köklerini kurutacaklardırveya batakhanelerde pineklemeyi yeğlerler. Kısa sürede çoğu öylesine bir borca gömülür ki sahip oldukları eşyaların dışında paltolarını, şapkalarını, hatta son gömleklerini sattıktan sonra bile tüccarların ve tefecilerin elinden yakalarını kurtaramazlar.
İşte bu yüzden, adada saygın bir kişi olarak tanınan hukukçu Martin Fernandez de Enciso’nun 1510 yılında yeni bir ekiple adadaki sömürgelerinin yardımına gelmek için bir gemi donattığı haberi Española’daki bütün bu kayıp insanlar tarafından büyük bir sevinçle karşılanır. İki tanınmış serüvenci Alonso de Ojeda ve Diego de Nicuesa 1509’da Kral Ferdinand’dan Panama Boğazı ve Venezuela kıyıları yakınlarında bir sömürge kurmak için imtiyaz almışlardır, sömürgeye acele bir kararla Castilia del Oro, Altın Kastilya, adını verirler; ismin yaptığı çağrışımlar ve uydurma hikâyelerle başı dönen bu deneyimsiz hukuk adami bütün servetini bu girişime yatırır. Fakat Uraba Körfezi kıyısında yeni kurulan sömürge San Sebastian’dan altın yerine keskin bir imdat çığlığı gelir sadece. Adamlarının yarısı yerlilerle yapılan savaşlarda, gerisi de açlıktan telef olur. Enciso yatırdığı parayı kurtarmak için servetinin geri kalanını ortaya koymayı göze alır ve bir yardım seferi düzenler. Enciso’nun asker aradığı haberini alır almaz Española’daki bütün umarsız tipler, bütün serseriler bulundukları durumdan kurtulmak için bu fırsatı kullanmak ister. Yeter ki oradan kaçsınlar, alacaklılardan ve valinin sıkı denetiminden kurtulsunlar! Ne var ki alacaklılar da tetiktedir, ağır borçlar altındaki bu adamların kaçmaya hazırlandıklarını ve bir daha yüzlerini göremeyeceklerini fark ettiklerinde özel bir izin vermediği hiç kimsenin adadan ayrılmaması için valiye baskı yaparlar. Vali alacaklıların bu isteklerini kabul eder. Sıkı bir denetim uygulanır, Enciso’nun gemisi limanın dışında demirlemek zorunda kalır, hükümetin tekneleri devriye gezerek izinsiz kimselerin gemiye kaçak olarak girmesini engeller. Ölümden veya gırtlaklarına kadar borca batmaktan dürüst bir işte çalışmak kadar korkmayan bu yitik insanlar, Enciso’nun gemisinin onları almadan yeni maceralara doğru yelken açışını derin bir hayal kırıklığıyla izlerler.
Sandıktaki Adam
Enciso’nun gemisi Española’dan ayrılmış pupa yelken Amerika kıtasına doğru yol almakta, adanın silueti mavi ufukta gitgide gözden yitmektedir. Yolculuk dingin geçmekte, şimdilik olağandışı bir şey görülmemektedir, sadece iri yapılı bir tazı bu ünlü Becericco’nun yavrusudur ve kendisi de Leoncico adıyla ünlenmiştir— güvertede huzursuzca bir aşağı bir yukarı gidip gelerek her yanı koklamaktadır. Bu heybetli hayvanın kime ait olduğunu ve gemiye nasıl bindiğini kimse bilmemektedir. Sonunda köpeğin gemiye son gün yüklenen olağandışı büyüklükte bir erzak sandığının başından ayrılmak istemeyişi dikkati çeker. Gelin görün ki sandık umulmadık bir biçimde kendiliğinden açılır, içinden Kastilya’nın azizi Santiago gibi kılıç, miğfer ve kalkanla tepeden tırnağa donanmış otuz beş yaşlarında bir adam çıkar. Şaşırtıcı gözü pekliğinin ve becerikliliğinin ilk işaretini bu şekilde veren bu adam Vasco Nuñez de Balboa’dır. Soylu bir ailenin çocuğu olarak Jerez de los Caballeros’ta dünyaya gelen bu adam sıradan bir asker olarak Rodrigo de Bastidas’la birlikte Yeni Dünya’ya yelken açmış ve pek çok serüvenden sonra gemisiyle birlikte Española’da karaya vurmuştur. Vali, Nuñez de Balboa’yı yerleşik bir sömürgeci haline getirmek için boşu boşuna uğraşmışsa da daha birkaç ay geçmeden Balboa kendisine verilen toprağı yüzüstü bırakmıştır, öylesine batmış bir durumdadır ki yakasını alacaklılarının elinden nasıl kurtaracağını bilememektedir. Fakat diğer borçlular sahilde durup dişlerini gıcırdatarak Enciso’nun gemisine binmelerini engelleyen devriye teknelerini izlerken, Nuñez de Balboa boş bir erzak sandığına girip yola çıkışın curcunası içinde bu kurnazca hileyi kimsenin fark etmeyeceği bir anda kendini yardımcıların yardımcıları tarafından gemiye taşıttırarak Diego Kolomb’un devriye kordonunu gözü pekliğiyle aşar. Kaçak yolcu, ancak geminin karadan kendisi için geri dönmeyi göze alamayacak kadar uzaklaştığına emin olduktan sonra ortaya çıkar. İşte artık gemidedir.
Enciso bir hukukçudur ve hukukçuların çoğu gibi romantizmle ilgisi yoktur. Yeni sömürgenin alcalde’si, yani emniyet müdürü olarak dolandırıcıları ve karanlık işler çevirenleri orada görmek istememektedir. Bu yüzden Nuñez de Balboa’ya onu yanında götürmeye niyeti olmadığını, üzerinde insan yaşasın yaşamasın, önünden geçecekleri ilk adaya bırakacağını sert bir dille bildirir.
Fakat iş bu noktaya varmaz. Çünkü henüz gemi Castilia del Oro’ya doğru seyrederken hincahınç dolu bir tekneyle karşılaşırlar -o dönemlerde henüz bilinmeyen bu denizlerde dolaşan teknelerin sayısı bir düzineyi geçmezken neredeyse bir mucizedir bu karşılaşma-, tekne, adını kısa süre sonra tüm dünyanın öğreneceği bir adamın, Francisco Pizarro’nun yönetimindedir. Adamlar Enciso’nun sömürgesi San Sebastian’dan gelmektedirler, ilk başta onların görev yerlerini keyfi olarak terk etmiş isyancılar olduğunu sanırlar. Ne var ki teknedekiler Enciso’yu dehşete düşüren bir haber verirler: Artık San Sebastian diye bir yer yoktur, onlar da eski sömürgeden son hayatta kalanlardır. Komutan Odeja bir gemiyle kaçmıştır, ellerinde iki küçük tekneden başka bir şey kalmayan kendileriyse bu teknelere sığabilmek için yetmiş kişi kalıncaya kadar diğerlerinin teker teker ölmesini beklemişlerdir. Diğer tekne de yolda batmıştır, Pizarro’nun teknesindeki bu otuz dört kişi Castilia del Oro sömürgesinden hayatta kalan son adamlardır. Şimdi nereye gitmelidirler?Pizarro’nun anlattıklarına göre Enciso’nun adamlarının terk edilmiş sömürgenin korkunç bataklık iklimine ve yerlilerin zehirli oklarına teslim olmaya hiç niyetleri yoktur; Española’ya geri dönmek tek olasılık gibi görünmektedir. Bu kritik anda birdenbire Vasco Nuñez de Balbao ortaya çıkar ve Rodrigo de Bastidas’la yaptığı ilk yolculuğunda Orta Amerika’nın tüm sahillerini dolaştığını söyler, o zamanlar altını bol bir nehrin kıyısında barışçıl yerlilerin yaşadığı Darien adında bir yer bulduklarını hatırlamaktadır. Yeni sömürge bu belalı yerde değil orada kurulmalıdır.
Bütün mürettebat hemen Nuñez de Balboa’nın tarafına geçer. Onun önerisi uyarınca Panama kıstağı boyunca yol alarak Darien’e giderler, yerlileri her zamanki gibi barbarca katlettikten sonra yağmaladıkları eşyaların arasında altın da bulunduğu için desperadolar burada bir sömürge kurmaya karar verirler ve kutsal bir şükran duygusu içinde yeni kentlerine Santa Maria de la Antigua del Darien adını verirler.
Tehlikeli Yükseliş
Sömürgenin tüm parasal kaynaklarını sağlayan talihsiz Enciso, o sandıktan içindeki Nuñez de Balboa’yla birlikte zamanında kurtulmadığı için çok geçmeden fazlasıyla pişman olacaktır, çünkü bu gözü pek adam birkaç hafta içinde iktidarı tümüyle ele geçirmiştir. Bir hukukçu olarak disiplin ve düzen anlayışıyla yetişmiş olan Enciso, henüz bir vali atanmamış olan sömürgede emniyet müdürü olarak İspanya Kralı adına düzeni sağlamaya çalışmaktadır ve yerleştiği sefil bir yerli kulübesinde de aynı Sevilla’daki hukuk bürosundaki düzen ve ciddiyetle emirlerini yağdırmaktadır. Daha insan ayağı basmamış bu vahşi bölgede bulunan altın rezervleri krallığa ait olduğu için askerlerine yerlilerin elindeki altını almalarını yasaklar, bu başıbozuk güruhu düzene ve yasalara uymaya zorlar; ne var ki bu serüvenci insanlar içgüdülerine uyarak kalemi değil, kılıcı kullanan adamın yanında yer alırlar. Çok geçmeden Balboa sömürgenin gerçek hâkimi olmuştur; Enciso canını kurtarmak için kaçmak zorunda kalır ve sonunda kralın düzeni sağlamak için gönderdiği Vali Nicuesa geldiğinde Balboa onun karaya yanaşmasına bile izin vermez ve kralın kendisine tahsis ettiği topraklardan kovulan talihsiz Nicuesa dönüş yolculuğu sırasında boğularak ölür.
Artık sandıktaki adam Nuñez de Balboa sömürgenin tek hâkimidir. Fakat elde ettiği başarıya rağmen içi huzursuzdur. Çünkü açıkça krala başkaldırmıştır ve tayin edilen valinin ölümünde de suçlu olduğu için bağışlanma umudu da pek yoktur. Kaçan Enciso’nun şikâyetlerini iletmek üzere İspanya yolunda olduğunun ve er veya geç başkaldırısı hakkında suç duyurusu yapılacağının farkındadır. Fakat yine de İspanya uzaklardadır ve bir gemi okyanusu iki kez geçinceye kadar zaman kalmaktadır. Bu gözü pek olduğu kadar da zeki adam, zor kullanarak ele geçirdiği iktidarı olabildiğince uzun süre elinde tutmasını sağlayacak bir çare arar. İçinde yaşadığı dönemde başarının her türlü suçu haklı gösterebileceğini ve kraliyet hazinesine girecek yüklü miktarda altının her türlü cezayı hafifletebileceğini veya erteletebileceğini bilmektedir; yani önce altını ele geçirmelidir, çünkü altın iktidar demektir! Francisco Pizarro’yla birlikte yakın bölgelerdeki yerlileri boyunduruk altına alır ve yağmalar; bu olağanlaşan katliamlar sonunda da kesin bir başarı elde eder. Konukseverliğini hileyle ve en kaba yollarla çiğnediği Careta adındaki bir kabile reisi öldürülmek üzereyken Balboa’ya, yerlilerle düşman olmaktansa bir ittifak kurmasını önerir ve güvence olarak da kızını ona vereceğini söyler. Balboa Careta’nın önerisini kabul eder ve daha da tuhafi bu genç yerli kıza ömrünün sonuna kadar büyük bir şefkatle bağlı kalır. Reis Careta’yla birlikte çevredeki diğer bütün kabileleri hâkimiyetleri altına alır ve yerliler arasında öyle bir otorite kurar ki sonunda reisler arasında en büyüğü Comagre saygısını göstermek için onu davet eder.
Büyük Reis’e yaptığı bu ziyaret, o zamana kadar bir hayduttan ve Kastilya mahkemelerinin asılarak veya boynu vurularak ölüme mahkûm ettiği, krala başkaldıran gözü pek bir asiden başka bir şey olmayan Vasco Nuñez de Balboa’nın …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat Modern Klasikler Dizisi
- Kitap AdıRahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor
- Sayfa Sayısı288
- YazarStefan Zweig
- ISBN9786254054877
- Boyutlar, Kapak12.5 x 20 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ateş Anıları I – Yaratılış ~ Eduardo Galeano
Ateş Anıları I – Yaratılış
Eduardo Galeano
Eduardo Galeano, Amerika kıtasının tarihini rengârenk bir mozaik halinde anlattığı dev eseri Ateş Anıları Üçlemesi’nin birinci kitabı olan Yaratılış’ta, Eski Dünya ile Yeni Dünya...
- Yazmak Üzerine ~ Raymond Carver
Yazmak Üzerine
Raymond Carver
Tıpkı yaşarken olduğu gibi, yazarken de özensiz olmaktan vazgeçin.Yazmayı konuştuğumuzda ne konuşuruz? Yazmak Üzerine, adı modern öyküyle eşanlamlı hale gelen Raymond Carver’ın yazın hayatını...
- Sıradan Hayat ~ Adele Van Reeth
Sıradan Hayat
Adele Van Reeth
Sıradan Hayat bir yanda ilk çocuğuyla, öbür yanda birlikte olduğu erkekle ve onun çocuklarıyla ilişkisine tanık olduğumuz bir kadının hikâyesi. Adèle Van Reeth bir...