Dazai’nin yarı otobiyografik romanı İnsanlığımı Yitirirken, içinde yaşadığı toplum tarafından kabul görmediğini hisseden ve yalnızlığın varoluşsal kaygısıyla yüzleşmek zorunda kalan Yozo adında bir adamın hikâyesini anlatır. Yozo’nun erken çocukluk döneminde başlayan etrafındaki dünyayla uzlaşma girişimleri, duyduğu yabancılaşma hissini maskelemek için maskaralıklar sergilediği lise yıllarına kadar devam edecek ve yetişkinliğinde uç noktalara varacaktır.
İlk kez 1948’de yayımlanan ve modern Japon edebiyatının en ünlü romanlarından biri olan İnsanlığımı Yitirirken, bireyin topluma yabancılaşmasını tüm gücüyle ortaya koyan bir eser.
“Dazai’de sevmediğim şey, tam da kendimde en çok gizlemek istediklerimi ortaya çıkarması.”
Yukio Mişima
Giriş
Adamın üç fotoğrafını görmüştüm. İlki, adamın çocukluk yılları olarak adlandırabileceğimiz dönemdendi, bu fotoğrafta on yaşında ya var ya yoktu. Çocuk, bahçedeki göletin yanında, etrafında kalabalık bir kadın grubuyla (ablaları, kız kardeşleri ve kuzenleriydi diye düşünüyorum), altında çizgili hakama pantolonuyla ayakta durmuş, boynunu hafif sola yatırmış, çirkin çirkin gülümsüyordu. Çirkin diyorum ama… Kalın kafalı kişiler (yani güzellik ve çirkinlik konularına karşı duyarsız kişiler), umursamaz bir ifadeyle, “Ne sevimli bir çocuk,” diye yarım ağızla iltifat etse kulağa yapmacık gelirdi diyemem. Başka bir deyişle, “sevimlilik” denilen kavramın zerresi dahi bu çocuğun gülümsemesinde bulunmuyordu demiyorum ancak güzellik konusunda birazcık bile görmüş geçirmiş bir kişi, ilk bakışta muhtemelen, “Ne kadar rahatsız edici bir çocuk,” diye büyük bir memnuniyetsizlikle mırıldanır, ellerini böcek kovalar gibi hareket ettirerek bu fotoğrafı itelerdi. Gerçekten de çocuğun gülümsemesine baktıkça ne olduğu tam olarak belli olmayan, rahatsız edici, tekinsiz bir şey hissetmeye başlıyordunuz. Aslında bu bir gülümseme değildi. Çocuk biraz olsun bile gülümsemiyordu. İki elini de sımsıkı yumruk yaparak dikilmesi bunu kanıtlıyordu işte! İnsan dediğin ellerini sımsıkı yumruk yapıp da gülümsemez. O bir maymundu. Bu, bir maymunun gülümsemesiydi. Yüzünde çirkin kırışıklıklar oluşturmuştu o kadar. Öyle bir yüz ifadesi vardı ki bu fotoğrafta, insanın “buruşuk velet” diyesi geliyordu, gerçekten iğrençti. Tiksinmeden edemiyordunuz nedense ve tuhaf bir şekilde mideniz bulanıyordu. Ben o zamana kadar böyle sıra dışı ifadesi olan bir çocuğu hiç görmemiştim. İkinci fotoğrafta yüzü, insanı gafil avlayacak kadar değişmişti. Artık bir öğrenciydi. Fotoğraf lise yıllarına mı, üniversite yıllarına mı aitti tam olarak bilemiyorum ama insanı hayrete düşürecek kadar yakışıklı bir öğrenciydi. Oldukça tuhaf ama bu ifadesi de bende kanlı canlı bir insan izlenimi bırakmıyordu. Üzerinde okul üniforması, göğsündeki cebinden çıkan beyaz mendiliyle hasır iskemleye bacak bacak üzerine atarak oturmuştu ve yine gülümsüyordu. Bu seferki, bir maymunun buruşuk gülümsemesi değildi, sahiden usta bir gülümsemeydi ama nedense insan gülümsemesine benzemiyordu. “Kanın ağırlığı” mı desem, “hayatın sertliği” mi desem, eksik olan bir şeyler vardı. Bir kuş gibi değildi de, bir tüy kadar hafifti sanki…
Bembeyaz boş bir kâğıt parçasıydı sadece ve gülümsüyordu. Yani, baştan aşağı yapay gibiydi. Kibirli desem yetersiz kalır. Samimiyetsiz desem yetersiz kalır. Çapkın desem yetersiz kalır. Züppe desem de elbette yetersiz kalır. Üstelik dikkatli bakınca bu yakışıklı öğrencide de hortlaklara benzeyen, ürpertici bir şeyler hissediliyordu. Ben bu zamana kadar böylesine sıra dışı, yakışıklı bir genç adam hiç görmemiştim. Diğer fotoğraf ise çok daha tuhaftı. Kaç yaşında olduğunu kestirmek mümkün değildi. Saçları çoktan ağarmaya başlamıştı. Bu fotoğrafta oldukça pis bir odanın (oda duvarının üç yerinden parçalandığı net bir şekilde görünüyordu) köşesindeydi, elleri geleneksel mangalın üzerindeydi. Bu kez gülümsemiyordu. Yüzünde bir ifade yoktu. Ellerini mangalın üzerine koyup oturmuşken tüm doğallığıyla ölüyor gibiydi sanki.
Gerçekten rahatsız edici, tekinsizlik kokan bir fotoğraftı bu. Tuhaflık yalnızca bundan ibaret de değildi. Diğerlerinin aksine bu fotoğrafta adamın suratı daha yakından çekildiği için bu yüzün yapısını ayrıntılarıyla inceleyebilmiştim. Kafasının şekli sıradandı, alnındaki kırışıklıklar sıradandı, kaşları sıradandı, gözleri sıradandı. Burnu da, ağzı da, çenesi de sıradandı. Bu suratta hiçbir ifade olmaması yetmiyormuş gibi bir de insanda hiçbir izlenim bırakmıyordu. Kendine özgü hiçbir yanı yoktu. Diyelim ki fotoğrafa bakıp gözlerimi kapattım. Surat ânında aklımdan silinip giderdi.
Odanın duvarlarını ve küçük mangalı hatırlayabilirdim ama o odadaki ana karakterin suratının bıraktığı izlenim tamamen silinip giderdi ve ne yaparsam yapayım hatırlayamazdım. Resmini yapamazdım. Karikatür şeklinde ya da başka türlü çizilemeyecek bir surattı. Sonra gözümü açıp baktığımda, “Aa, demek böyle bir surattı,” diye hatırlayıp sevineceğim bir surat bile değildi. Abartacak olursam, gözümü açıp o fotoğrafa bir kez daha baksam bile aklımda kalmazdı. Üstelik yalnızca yeniden rahatım kaçar, sinirim bozulur ve hemen gözlerimi kaçırmak isterdim. “Ölümün gölgesi” düşmüş bir yüzde bile daha fazla ifade bulunur, öyle bir yüz insanda daha çok izlenim bırakırdı. İnsan bedenine yük beygiri kafası yerleştirseniz böyle ifadesi olan biri ortaya çıkardı herhalde. Diyeceğim o ki neresine bakarsanız bakın, baktığınız anda tir tir titrer, tekinsiz hissederdiniz. Ben bu zamana kadar böylesine tuhaf bir erkek suratı hiç görmemiştim doğrusu.
Birinci anı defteri
Utanç dolu bir yaşamım oldu. Şahsen, insan hayatı denen şeyi kavrayamıyorum. Tohoku kırsalında doğduğum için, ilk kez bir tren gördüğümde yaşım epey büyüktü. Tren istasyonunun köprüsüne çıkıp indiğimde bunun rayların üzerinden geçmek için inşa edilmiş bir şey olduğundan habersizdim. Tren istasyonunu, yurtdışındaki eğlence parkları gibi eğlenceli ve şık bir karmaşa havası vermek için yapıldığını düşünmüştüm sadece. Üstelik oldukça uzun bir süre böyle düşünmeye devam ettim.
Köprüyü inip çıkarken, sanki oldukça eğlenceli bir oyun oynuyormuşum gibi gelirdi ve demiryolunun sunduğu hizmetler arasında en zekice olanlardan biri olduğunu düşünürdüm ama sonra bunun yalnızca yolcuların, rayların üzerinden geçebilsinler diye yapılmış, fazlasıyla kullanışlı bir merdivenden fazlası olmadığını fark edince bir anda tüm ilgimi kaybettim. Bir de çocukken resimli bir kitapta metro denen şeyi gördüğümde bunun da aslında kullanışlı ve bir ihtiyaç doğrultusunda ortaya çıkmış bir şeyden ziyade; yer altında arabaya binmek, yeryüzünde arabaya binmeye kıyasla daha havalı ve eğlenceli olduğu için yapıldığını düşünmüştüm.
Çocukluğumdan beri hastalıklı bir yapıdaydım. Sık sık yatakta uzanır, çarşafı, yastık kılıfını, yorgan kılıfını dikkatle inceler, ne zevksiz süsler, diye düşünürdüm. Bunların, düşüncemin aksine, günlük ev eşyası olduğunu yirmi yaşıma basmak üzereyken öğrendiğimde insanların tutumlu tavrı beni hüsrana uğratmış ve canımı sıkmıştı. Açlık denen şeyin ne olduğunu da bilmiyordum. Hayır, sırf temel ihtiyaçlar konusunda sıkıntı çekmeyen bir ailede büyüdüm diye, böyle ahmakça bir sebepten söylemiyorum bunu. “Açlık” denen hissin nasıl bir şey olduğunu hiç ama hiç anlayamıyordum. Bu şekilde söylemek garip olabilir ama karnım acıksa bile bunu kendi başıma fark edemiyordum. İlkokul, ortaokul yıllarında okuldan döndükten sonra çevremdeki insanlar, “Karnın acıkmıştır.
O zamanlarımı hatırlıyorum da okuldan geldikten sonra karnım çok fena acıkırdı. Fasulye şekeri ister misin? Sünger kek de, ekmek de var,” gibi şeyler söyleyip durdukları için çevremdekileri memnun etme huyum kendini gösterir, “Acıktım,” diye mırıldanır, on tane fasulye şekerini ağzıma atardım ama karnımın acıkmasının nasıl bir his olduğunu biraz olsun bile anlamıyordum. Elbette çok yemek yiyordum ancak karnım acıktığı için yemek yediğime dair hiçbir anım yok. Nadir olduğunu düşündüğüm şeyleri yerdim. Lüks olduğunu düşündüğüm şeyleri yerdim. Bir yere gittiğimde ikram edilen yiyecekleri de kendimi zorlamam gerekse bile genelde yerdim.
Çocukluğumda bana en çok acı çektiren zamanlar, evimdeki yemek saatleriydi. Memleketimdeki evimde on kişilik ailemin tamamının kendi yemek tepsisi iki sıra halinde karşılıklı olarak dizilirdi ve ben en küçük çocuk olduğum için en son sırada yer alıyordum ancak yemek yediğimiz oda kasvetliydi ve öğle yemeği vaktinde on kişilik aile çıt çıkarmadan yemek yerdi. Bu durum her zaman tüylerimi diken diken ederdi. Üstelik taşranın eski kafalı bir ailesi olduğumuz için ara yemekler de genellikle belirli olurdu. Nadir bulunan, pahalı lüks yemekleri arzulamak bile mümkün değildi, dolayısıyla ben de yemek saatlerinden giderek daha da fazla korkar olmuştum.
O kasvetli odanın en ucunda soğuktan tir tir titreyerek yemeği ağzıma az az götürüp koyduğumda, insanlar neden günde üç kez yemek yiyor, herkesin ciddi bir ifadeyle yemesi de bir çeşit gelenek mi acaba; ailemin günde üç kez, belirlenmiş bir saatte kasvetli bir odada toplanıp yemek tepsilerini uygun sırada dizip yemek istemeseler bile yemekleri sessizce başları aşağıda çiğnemeleri, ailenin etrafını saran ruhlara dua etmek için miydi acaba, diye düşündüğüm oluyordu. “Yemek yemezsen ölürsün,” cümlesi kulaklarıma yalnızca kötü bir tehdit gibi gelirdi. Ama bu batıl inanç (şu an bile bana yalnızca bir çeşit batıl inanç gibi geliyor), her zaman beni huzursuz edip korkutuyordu. “İnsanlar, yemek yemediklerinde ölürler, bu sebeple çalışıp yemek yemek şarttır,” cümlesi kadar kavraması güç, muğlak ve kulağa tehdit gibi gelen bir cümle daha yoktu. Yani insan eylemleri denen şeyi şu an bile hiçbir şekilde anlamıyorum diyecek haldeyim.
Benim mutluluk kavramımla dünyadaki tüm insanların mutluluk kavramı sanki farklıymış gibi bir huzursuzluk içindeydim. Hatta bu huzursuzluk sebebiyle her gece bir sağa bir sola dönüyor, homurdanıyor, delirecek gibi oluyordum. Mutlu muydum acaba? Küçüklüğümden beri insanlar bana rahatımın yerinde olduğunu söyleyip duruyorlardı ama aslında her zaman cehennem azabı çekiyordum ve rahatımın yerinde olduğunu söyleyenlerin, aksine, yanlarına bile yaklaşamayacağım kadar rahat olduklarını düşünüyordum. Sanki başımda on felaket var gibi gelirdi bana ve bunlardan birini bile çevremdeki bir kişiye versem, bu tek bir felaket bile o kişinin canını almaya yetmez mi acaba diye düşündüğüm olmuştu. Kısacası anlayamıyorum. Çevremdekilerin acısının doğasını ve boyutunu hiçbir şekilde kavrayamıyorum.
Pratik acılar, yani sadece yemek yiyerek son verilebilen acılar… Ancak asıl bu tür acılar, en büyük ıstıraptı ve bahsettiğim on felaketle kıyaslanamayacak kadar korkunç bir cehennemdi belki de. Bunu bilemiyorum ama böyle olsa bile intihar etmeden, delirmeden siyasi partilerden konuşmak; çaresizliğe düşmeden, yenilgiye uğramadan hayat mücadelesini devam ettirmek acı verici değil mi? Kendini beğenmiş birine dönüşüp, bir de üstüne bunun doğal olduğuna inanıp, bir kez olsun kendilerinden şüphelenmeden yaşamıyorlar mıydı aslında? Şayet durum buysa rahatları yerindedir. Ancak insanların hepsi böyle ve bu tam anlamıyla yeterli mi?
Bilemiyorum… Geceleri fosur fosur uyuyup sabahları dinç mi uyanıyorlar? Acaba nasıl rüyalar görüyorlar? Yolda yürürken ne düşünüyorlar? Para mı? Bundan ibaret olduğunu sanmam. “İnsanlar yemek yemek için yaşar,” diye bir teori duydum galiba ama, “Para için yaşarlar,” cümlesi hiç kulağıma çalınmadı. Hayır, hatta durumdan duruma… Hayır, bunu da anlamıyorum. Üzerine düşündükçe hiç anlayamıyorum. Sanki tuhaf olan sadece benmişim gibi bir huzursuzluk ve korku sarıyor her yanımı. Çevremdekilerle neredeyse hiç muhabbet kuramıyorum. Neyi, nasıl söylemem gerektiğini bilemiyorum. Bu durumda düşünüp bulduğum çözüm soytarılık oldu. İnsanlarla yakınlaşmak için gösterdiğim son çabaydı bu. Onlardan olabildiğince korkmama rağmen ne yaparsam yapayım yine de onları aklımdan çıkaramıyor gibiydim. Soytarılık yapmayı sürdürerek az da olsa insanlarla bağ kurmayı başarabilmiştim.
Dışarıdan bakan biri yüzümde her zaman bir gülümseme görürdü ama bu, kıl payı başarıya ulaşan, uğruna soğuk terler döktüğüm bir hizmetti. Çocukluğumdan itibaren ailemdekilerin dahi ne kadar acı çektiğini ya da ne düşündüklerini hiç ama hiç tahmin edemiyordum. Korku içinde, bu kötü hislere katlanmayı başaramayan ben, çoktan usta bir soytarı olmuştum bile. Diyeceğim o ki, göz açıp kapayıncaya kadar, ağzından tek kelime doğru söz çıkmayan bir çocuğa dönüvermiştim. O zamanlar ailemle çektirdiğim fotoğraflarda, diğer insanlar ciddi bir ifadeyle dururlardı hep; ama yalnızca ben yüzümü her zaman tuhaf bir şekle sokup gülümserdim.
Elbette bu da genç yaşımdaki hüzünlü soytarılıklarımdan biriydi. Ayrıca akrabalarım bana ne derlerse desinler onlara bir kez olsun karşı çıkmadım. Küçücük bir azar bile benim için bir fırtına kadar kuvvetliydi, delirecek gibi olurdum. Karşı çıkmak bir yana azarlandığımda, bunun imparator soyundan gelenlerin “gerçek”i olduğuna şüphesizce inanıyordum ve bu “gerçek”e uygun davranma yetisi bende bulunmadığı için insanlarla yaşamamın mümkün olmadığına dair düşüncelere gömülüyordum. Dolayısıyla ne münakaşa edebiliyordum ne de kendimi savunabiliyordum. İnsanlar bana kötü bir şey söylediğinde hep bir şeyleri yanlış anlamışım gibi geliyordu, bana yapılan eleştiriyi sessizce kabulleniyordum ama içten içe delirecek kadar çok korkuyordum.
Elbette kimse eleştirilmekten ve azar yemekten hoşlanmaz ama ben kızgın insanların yüzüne baktığımda bir aslan, bir timsah ve hatta bir ejderhadan bile daha korkunç bir hayvanın gerçek yüzünü görüyordum. İnsanlar normalde gerçek tabiatlarını saklıyorlardı ama ilk fırsatta, örneğin bir ineğin çimlerin üzerinde sakince uyurken karnındaki at sineğini tek darbeyle öldürmek için birden kuyruğunu şak diye vurması gibi, öfke tarafından bir anda ortaya çıkan korkunç gerçek tabiatlarını görünce tüylerimi diken diken eden bir ürpertiyle dolardım. Bu gerçek tabiatın da insanların yaşamaya devam etmesi için şart olan niteliklerden biri olabileceğini düşündüğümde kendimi çaresizliğin kucağına düşecek gibi hissediyordum. İnsanların karşısında korkudan her zaman tir tir titriyordum, insan olarak söz ve davranışlarıma dair bir parça dahi özgüvenim yoktu. Istırabımı göğsümdeki küçük bir kutuya saklıyor, bunalımımı, sinir krizimi var gücümle gizliyor, azimle masum bir iyimserlik numarası yapıyor ve böylece soytarılık eden tuhaf kişi kimliğimi yavaş yavaş inşa ediyordum. Ne olursa olsun, onları güldürsem yeter, bunu başarırsam insanlar malum “yaşam tarzları”nın dışında kalsam bile pek umursamaz, yani insanların gözüne batmamalıyım, bir hiç olmalıyım, rüzgâr gibi olmalıyım, hava gibi olmalıyım…
Aklımda sadece bu düşünceler dönüp duruyordu. Soytarılık sayesinde ailemi güldürüyordum. Hatta aileme kıyasla çok daha gizemli ve korkunç olan hizmetçilere bile var gücümle soytarılık hizmetinde bulunuyordum. Bir yaz günü yukata’mın1 altına yünlü kırmızı kazak giyip koridorda yürümüş, bütün ev halkını güldürmüştüm. Nadiren gülen büyük abim bile bu halimi görünce kahkahayı patlatıvermiş, “Hiç yakışmamış Yozo,” demişti sevimliliğime dayanamayan bir ses tonuyla. Yaz ortasında yünlü kazak giyip etrafta dolanacak kadar sıcakla soğuk arasındaki farkı bilmeyen tuhaf biri değildim elbette. Ablamın tozluklarını iki koluma geçirip yukata’mın kol oyuğundan sarkıtmıştım, dışarıdan bakıldığında kazak giymişim gibi duruyordu. Babam sık sık iş için Tokyo’ya gittiğinden, ayın büyük bir kısmını Ueno Sakuragi’deki müstakil evimizde geçirirdi. Döneceği zaman ise ailesine, hatta akrabalarına bile bir sürü hediye getirirdi. Babamın hobisi gibi bir şeydi bu.
Babam, Tokyo’ya gitmeden bir gece önce tüm çocuklarını çalışma odasında toplayıp, “Bu sefer dönerken size ne hediye getirmemi istersiniz?” diye her birimize gülümseyerek sordu ve aldığı cevapları defterine not aldı. Babamın çocuklarına bu kadar yakın davranması nadir görülen bir durumdu. “Peki ya sen Yozo?” diye bana sorunca ağzımda bir şeyler geveledim. Ne istediğim sorulunca bir anda canım hiçbir şey istememeye başlıyordu. Fark etmez ki nasılsa beni mutlu edebilecek hiçbir şey yok düşüncesi bir anda beni ele geçiriyordu. Bununla birlikte, zevkime ne kadar uymasa da başkalarının verdiği eşyaları geri çeviremiyordum.
İstemediğimi söyleyemiyor, hoşuma giden şeyleriyse çekinerek alıp çalmışım gibi hissediyor, oldukça acı çekiyor ve sonrasında tarifi mümkün olmayan korkunç bir hisle doluyordum. Diyeceğim o ki iki seçenek arasında tercihte bulunma yeteneğim bile yoktu. Bu durum ileriki yıllarda, benim “utanç dolu yaşamım”ın önemli bir sebebi olacak kişilik özelliklerimden biriydi diye düşünüyorum. Susup huzursuzca oturduğum için babamın suratına memnuniyetsiz bir ifade yerleşti. “Herhalde kitap istiyorsundur. Asakusa’daki dükkânlarda çocuklar için yeni yıl aslan dansı kostümü satılıyor. İstemez misin?” “İstemez misin?” diye sorulunca iyice kötü oluyordu. Soytarılık ederek dahi cevap veremiyordum. Soytarılığım bile tamamen başarısız oluyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİnsanlığımı Yitirirken
- Sayfa Sayısı120
- YazarOsamu Dazai
- ISBN9789750763472
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Perde Arası ~ Virginia Woolf
Perde Arası
Virginia Woolf
Virginia Woolf’un son romanı olan Perde Arası, İngiliz tarihini kırsal yaşama dair lirik ve şiirsel bir anlatımla ele alan karnavalesk bir başyapıt. Virginia Woolf’un...
- Seninle Bir Gece ~ Sophie Jordan
Seninle Bir Gece
Sophie Jordan
KARANLIK ÇÖKTÜKTEN SONRA HERŞEY OLABİLİR Kendi ailesinin ona hizmetçi gibi davranmasından bıkan Leydi Jane Guthrie için sonunda bir çıkış yolu görünür en azından bir...
- Yara ~ Josephine Hart
Yara
Josephine Hart
Zenginlik, güzel bir eş, başarılı çocuklar, prestijli bir siyaset kariyeri… Dışarıdan bakıldığında her şeye sahip bir adam, hangi uğurda tüm bunları riske atar? Tutku....