“Gelecek, mümkünü görünür hale gelmeden önce fark edenlerİndİr.”
İnsanı anlamanın en kolay yolu, ona felsefe ve matematiksel düşünceyle bakmaktır. Bu bakış açısından bakamazsak, doğayı, toplumsal düzeni, hayatı ve en önemlisi de beynimiz nasıl çalışıyor, nasıl düşünce üretiyor, nasıl algılıyor konularını anlayamayız.
İnsanlar arasında bu kadar büyük farklılıklar ve anlaşmazlıklar neden var? Neden birbirimizi öldürüyor, neden din olgusunun yarattığı farklılıklar nedeniyle bunun doğru ve kabul edilebilir olduğuna inanıyoruz?
Bu kitapta, “Müslümanların neden birbirlerini öldürdükleri”, bu sonucun sebebi olarak “beynimizin çalışma prensibi, beynimizin nasıl düşünce ve algı ürettiği” ve davranışlarımızı yönlendiren, kişiliklerimizin, kimliklerimizin oluşmasında temel olan “eğitim” konuları işlenmiştir.
Hayatımızı değiştirip hemen şimdi, en zor olanı, imkânsız gibi görüneni hayal etmeli, tercihlerimizi hayallerimizden yana kullanmalıyız. Unutmamalıyız ki:
“İnsanca yaşamaktır hayat!”
Giriş
Beyin nedir, nasıl çalışır, insanlar neden bu kadar farklı düşünce yapısındadır, bazı insanlar çok iyi anlaşabildikleri halde bazıları da sebepsiz kavga eder, düşman olurlar. İnsanların bu anlaşılmaz davranışı ortaokul dönemlerinde ilgimi çekmeye başlamıştı. Neden kardeşlerimle aynı düşünemiyordum, neden insanların sevdikleri farklıydı, farklı yemekleri seviyor, farklı şeylerden hoşlanıyor, farklı davranışlar sergiliyorlardı? Düz mantık, hepimiz insansak aynı veya benzer olmalıydık. O dönemler bu konuların anlaşılacak cevabı için bilgiye erişebilme imkânı yoktu.
Tek bilgi kaynağı olan ansiklopedilerdi, orada da aradığım bilgiler yoktu, okulda öğretmenlerime sorular sorardım, açıklayıcı bir cevap yerine, “Oğlum haftaya yazılı imtihanın var önce otur dersini çalış” şeklinde yanıtlarlardı. Bugün anlıyoruz ki o dönemlerde bilinenler de yeterli değilmiş. Neden çevremizde veya başka yerlerde insanlar farklı düşünüyor, farklı lisanlarda konuşuyor, bu kadar farklı lisan nasıl oluşmuştu, neden bu kadar çok din ve inançlar vardı, neden aynı konular için farklı kararlar verilebiliyordu? Sonu gelmeyen sorular, olmayan cevaplar. Galiba esas konu, yönetim merkezimiz olan beynimizdi, peki beynimiz nasıl çalışıyordu? Çevremde örnek aldığım, saygı duyduğum her şeyi bildiğini düşündüğüm büyüklerim vardı, onlara soruyorum ama olmuyor, daha da karışmaya başlıyordu, her şey karışık ve anlaşılmazdı.
Benzer sorular çoğalıyor ama kabul edebileceğim cevapları bulamıyordum. Üniversite yılları, ülkedeki sosyal çalkantılar, toplumsal hareketler nedeniyle bu soruları beklemeye almıştım. Üniversiteyi bitirmiş makine yüksek mühendisi olmuştum ama sorularım hâlâ askıdaydı. İş hayatı sürecinde deneyimler, tecrübeler edinmeye başlamış, artık hayata mühendislik formasyonu ile bakıyor, problemleri matematik modelleme üzerinden çözüyordum.
Her konuda kitap okuyordum ama kafama yatan “Beynimiz nasıl çalışıyor, işletim sistemi nedir, nasıl oluyor da birçok konuda hemen cevap verebiliyor, fikir üretebiliyorduk?” sorularının cevabı halen çok uzak, ipin ucunu bile yakalayamamıştım. 1990’lı yıllar bilgisayar diye bir alet çıktı, insanlar alıyor ama çoğunluğun bunun ne işe yarayacağı hakkında tam bilgisi yok. Kısa zamanda anladık ki çok iş yapıyor, büyük kolaylık sağlıyor, zaman içinde bilgisayar hayatımızın vazgeçilmezi oldu ve çok işimize yaradı. En önemlisi her türlü bilgiye ulaşabiliyorduk artık. Zamanıydı, geçmişte biriktirdiğim bütün sorularımı askıdan indirmeye başladım. Bazı cevaplara ulaşmaya başlamıştım, konuları felsefe üzerine oturtmaya başlamıştım, sebep-sonuç ilişkili olarak düşünebiliyordum. Öğrendim ki matematik ve felsefe bilmiyorsan hayatı ve düzeni anlayamazsın. En önemli sorumun cevabını bulmuştum: “İnsanların bazıları neden aptaldır?” Doğuştan mıdır yoksa çözümü, tedavisi olabilir miydi? İşte beyin nasıl çalışıyor, neden aynı konularda farklı düşünüyoruz, aptal olmak ile akıllı olmak arasında farklılık nasıl olabiliyor gibi sorular. Öğrendikçe heyecan arttı, heyecan arttıkça öğrenme ve merak arttı. Sonunda anladım: “Merak etmezsen öğrenemezsin.”
1. KISIM
BÖLÜM 1
MÜSLÜMANLAR NEDEN
BİRBİRLERİNİ ÖLDÜRÜRLER?
Daha önceki kitabımda, günümüzde 48 bin civarında olduğu tahmin edilen din ve inançların, 100 bin yıl öncesinden itibaren başlayarak insanlık tarihinde ne zaman, nasıl ve neden oluştuğundan bahsetmiştim. İslam coğrafyasında diğer dinlerde olmadığı kadar mezhep ve tarikatların oluştuğu, her geçen gün de giderek arttığını ve bunların arasında bitmeyen, anlaşılmayan ölümcül savaşların yaşandığını görüyoruz. Bunların nedenlerini anlamaya çalıştığımızda büyük fotoğrafı görmek yerine hep konunun yarısından başladığımız için anlaşılır sonuca ulaşamıyoruz. Genele baktığımızda, neden Müslüman âlemi yaklaşık 1500 yıldan beri yeterli gelişmeyi gösterememiş, teknoloji ve insan hakları gibi konularda hep gerilerde kalmış, her konuyu din kitaplarında yazılanlar üzerinden anlamaya, çözmeye çalışmış, referans aldığımız bu din kitaplarını kimler yazmış, neden çözümleri savaş ve öldürme, zorla kabul ettirme şeklinde aramış, neden ahlaki yozlaşma en fazla bu âlemde görülür diye düşündünüz mü?
Sıfır noktasından başlayarak anlamaya çalışalım. MS 380 yılında Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul edilmesinden sonra 1700’lü yıllara kadar ve kiliselerin ağır baskı ve işkenceleri altında herkese zorla kabul ettirilmeye çalışılmıştı. Kiliseler engizisyon ve endüljans konuları ile para karşılığı günahları affeder olmuş, cennetten yer satışları yapılmıştı. Avrupa’nın karanlık günleri veya Ortaçağ Avrupası olarak bilinen bu dönemde Hıristiyanlık ve Allah adına kiliseler tarafından yapılan soygun ve baskılara karşı çıkan din adamı papaz Martin Luther ile reform hareketleri başlamış ve bugünkü daha adaletli olan sistemin temeli atılmıştı. Ortaçağ Avrupası döneminde büyük katliamlar yapılmış, çok insan öldürülmüştü.
Hıristiyanlık ve Yahudilik mucizeler ve kurucu olan peygamberlerin doğumu ve ölümü üzerine kurulmuştur. İsa ve Musa’nın sosyal yaşamları hakkında ve fani oldukları konularında yeterli belge ve bilgiler yoktur. Müslümanlık ise, Allah’ın elçisi, resulü ve son peygamber olduğuna inanılan Muhammed aracılığıyla 610 yılında, Arabistan’ın Mekke şehrinde ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Takipçilerine, “iman etmiş” veya “inanan” anlamlarına gelen mümin veya “Allah’a teslimiyet gösteren” anlamına gelen Müslüman denir. Bütün din ve inançlar gibi Müslümanlık da iyilik ve dürüstlük, doğruluk, yardımseverlik, Allah yolunda vicdanlı iyi birer insan olmayı hedefleyen öğretiler içerir. Bütün din adamları veya dinine bağlı olan birisi ile konuşursanız size bunları anlatacaktır.
Hatta kafasını hafif yana ve öne eğerek manevi değerleri öne çıkararak ağlamaklı ses ile hırsızlık, soygun, rüşvet, ahlaksızlık, tecavüz, öldürme konularının ne kadar günah ve kötü olduğundan, bunlardan kaçınmak gerektiğinden bahsedecektir. Bunlar, bütün din ve inançların mabetlerinde din adamları tarafından anlatılır ve insanlar bu şekilde yönlendirilmeye çalışılır. Oysa yapılan bütün istatistikler ve araştırmalar sonucu, ahlaksızlığın, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvetin en fazla dini öğretileri anlatmaya çalışanlar veya kendini dindar olarak gösteren insanlar arasından çıktığı görülmektedir. Bakın, yakınınızda, çevrenizde, ülkenizdeki soygun ve ahlaksızlıklar en fazla kimler tarafından yapılıyor. Bu konuda çok fazla çalışmalar yapılmış, hepsinde benzer sonuçlar çıkmıştır. Bu insanların genellikle davranış biçimi, pozitif eğitime karşı olmak, insanları cahil bırakmak, din eğitimine yöneltmek şeklindedir. Toplum üzerinde güç sahibi olmak, büyük çıkarlar yaratmak için bütün din ve inançlarda, mezhepleşme, tarikatlaşma, gruplaşmalar yaratılmıştır.
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir din adamı yoktur ki fakir ve yoksul olsun. Sadece Müslümanlıkta değil, Vatikan en büyük kara paranın, yolsuzluğun merkezidir, her türlü çocuk tecavüz olayları buralarda olur. İnsan Böyle Bir Şey isimli kitabımda açık olarak belirttim. Bütün dini tarikatlar, Kuran kursları çocuk tecavüz olaylarının merkezi gibidir. Potansiyel ahlak yoksunluğu hep din maskesi altında yuvalanır. Bale okullarında tecavüz olayları olduğunu duydunuz mu? Geçmişte ve günümüzde, savaşların, toplu katliamların en temel sebeplerinden biri din üzerinden istismar hareketleridir. Bakınız, geçmişte Haçlı seferleri, günümüzde neden olduğu anlaşılmayan Ortadoğu’da yıllardan beri Müslümanlar arasında yaşanan savaşlar ve öldürülen, ölen milyonlarca insan.
Neden Müslüman âlemi kendi arasında tam sebebi belli olmayan nedenler yüzünden savaşıyor, aslında belli, temelinde yatan sebep mezhep savaşları, nedir bu konu, ben Allah’a senden daha yakınım, benim halifem senden daha iyi. Din esaslı, dininin öne çıktığı bir tek toplum, ülke var mıdır ki medeniyet seviyesinde, adaletin olduğu, insanca yaşamanın olduğu yer olsun. Dindar kimlik altında yazanlara, fetva verenlere bakın, her yola açıktırlar, kendi çıkarları için vatanını bile satışa çıkaranlardır. Din esaslı devletlerin, toplumların ortak değerlerine bakıldığında; pozitif eğitim ortalamasının son derece düşük, buna karşın dini eğitimin önde olduğunu, çoğunluğun fakir, çaresiz, sadece yönetimin ve yönetime yandaş olan küçük bir grubun zenginleştiği şeklinde büyük sınıf farkları olduğunu görürsünüz.
Bu toplumlarda okumamak, pozitif eğitim almamak üzerine olan yapılanmalar hâkimdir, olayların nedeni ve çözümü olarak da her şeyin Allah tarafından yapıldığına inanılır. Yani “hikmetinden sual olmaz” anlayışı. Bütün bunlar nasıl yapılabilir, toplum nasıl bölünebilir diye bakarsak, bilinen, en geçerli olan ve halen uygulanan yol; toplumları dini ve mezhepler üzerinden ayrıştırmak, karşı karşıya getirmek şeklidir. Diğer bir yol ise siyasi olarak kutuplaştırmak, ancak oyun koyucular için bu daha zor ve uzun bir yol. Bakınız Ortadoğu ülkeleri ve kendi ülkenize. Burada, Müslümanlıkta, kutuplaşmanın, mezhepleşmenin ilk olarak nasıl ve neden başladığı ve en kutsal kabul edilen kişilerin nasıl çıkarları için temiz ve gerçek inançlı insanları kullanıldıklarını, sömürüldüklerini, çıkartılan savaşlarda öldüklerini anlamaya çalışacağız. Doğrudan ilgili olmasa da belirtmekte fayda var; “Hazret” veya “Hazreti” Arapça kelime olup anlam olarak dini terminoloji de saygın kişiler için “sayın” anlamında kullanılan bir sıfattır. Referans alınacak din kitaplarında da belirtildiği gibi, bazı hallerde Hz. sıfatından sonraki kişinin isminden sonra, parantez içinde ve genelde kelimelerin baş harflerinden sonra arasında nokta olan (a.s), (s.a.v), (c.c), (r.a), (k.s) (r.a) gibi ifadeler gerekli değildir. Bu yazıda da bu sıfatların kullanılması veya kullanılmaması haline herhangi bir anlam yüklenmemelidir.
Başlayalım İslamiyet’in sıfır noktasından, gelelim günümüze: Kaynaklara göre yaklaşık MS 570 civarında Arabistan’ın Mekke şehrinde, o zamanlar ticaret, bilim, sanat ve kültür merkezlerinin çok uzağında olan, dünyanın geri kalmış bir yerinde doğan Muhammed, hayatının ilk yıllarında hem öksüz hem yetim kalınca, amcası Ebu Talib’in koruması ve gözetimi altında büyüdü. yirmi beş yaşında, Mekke’nin zengin ve dul kadınlarından biri olan Hatice ile evlendi. Kırk yaşında, düzenli olarak bazı geceler inzivaya çekildiği Hira Mağarası’nda iken, Cebrail’in kendisine gelerek Allah’ın ilk vahyini ilettiğini duyurdu. Aldığını söylediği vahiylerle birlikte üç yıl sonra, İslam’daki “tevhit” inancını açıkça ilan ederek insanları Allah’a teslimiyete ve İslam dinine davet etmeye başladı. İslami kaynaklar, Muhammed’in okuma ve yazmasının olmadığını söylemektedir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap Adıİnsanca Yaşamaktır Hayat
- Sayfa Sayısı488
- YazarHayrettin Kağnıcı
- ISBN9786254419317
- Boyutlar, Kapak13,5*19,5, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2023