Şimdi anlıyorum ki her ne kadar insanlara hayatta kalmalarının sebebi kendi çabalarıymış gibi gözükse de hakikatte onları yaşatan, sadece sevgidir. Kim yüreğinde sevgi taşırsa, o sevgi Tanrıdandır ve Tanrı o kişinin yüreğindedir, çünkü varlığın sebebi sevgidir. Tanrı, kendisine verdiği emri yerine getirmekte duraksayan melek Michaelı emirlerinin arkasındaki hikmetleri anlayabilmesi için dünyaya gönderir. Melek Michael olayların arka yüzünde neler olduğunu gördüğünde İnsanın içinde barınan nedir?, İnsana verilmeyen nedir? ve İnsan ne ile yaşar? sorularının cevaplarını yaşayarak öğrenir.
***
İNSAN NE İLE YAŞAR
Simon adındaki bir ayakkabıcı, ailesiyle küçük bir kulübede yaşıyor ve geçimlerini zanaatıyla sağlıyordu. Kendisine ait ne bir evi ne de bir arazisi vardı. Yaptığı işten çok para kazanamıyordu, oysa geçinmek zordu. Bütün kazancı ailesinin yemesine içmesine gidiyordu.
Simon karısıyla bütün kış boyunca tek bir koyun derisi paltoyu paylaşmıştı. Fakat o da artık lime lime olmuştu. İki yıldır yeni bir palto için koyun derisi satın almak istiyordu. Kış gelmeden az da olsa bir miktar para biriktirmişti. Karısının para kutusunda üç rublelik bir banknot duruyordu, köydeki müşterilerinin de Simon’a beş ruble yirmi kopek borcu vardı.
Böylelikle bir sabah koyun derilerini almak için köye gitmek üzere hazırlandı. Gömleğinin üstüne karısının yamalı pamuklu ceketini, onun da üstüne kendi kumaş paltosunu giydi. Üç rublelik banknotu cebine koydu, kendisine ağaç dalından bir değnek kesti ve kahvaltısını edip yola koyuldu. “Bugün alacağım olan beş rubleyi toplarım” diye düşünüyordu, “bendeki üç rubleyi de ekleyince kışlık palto için koyun derisi satın almaya yetecek kadar param olacak”
Köye gelince köylülerden birinin kulübesine uğradı. Ama adam evde yoktu. Köylünün karısı parayı gelecek hafta ödeyeceklerine söz verdi. Ancak o an ödeyemeyeceğini söyledi. Simon başka bir köylüye gitti. Köylü hiç parası olmadığına yemin ediyor ve sadece Simon’un tamir ettiği bir çift çizmenin parası olan yirmi kopeği ödeyebileceğini söylüyordu. Bunun üzerine Simon koyun derilerini veresiye almak istedi ancak satıcı ona güvenmedi.
– Ancak parayı getirdikten sonra derileri alabilirsin, alacak peşinde koşmanın nasıl olduğunu iyi bilirim, dedi.
Ayakkabıcının o gün yapabildiği tek iş tamir ettiği çizmeler için yirmi kopeği ve bir köylünün kendisine tabanlarına deri pençe vurması için verdiği keçeden yapılmış çizmeleri almak olmuştu.
Simon’ın morali bozulmuştu. Yirmi kopeği votkaya harcadı ve hiç deri alamadan evinin yolunu tuttu. Sabah gelirken ayazı kemiklerinde hissetmişti, ama şimdi votka içtikten sonra üzerinde koyun derisi palto olmadığı halde soğuğu hissetmiyordu. Bir elindeki değnekle buz tutmuş toprağa vurarak, diğer eliyle de keçeden yapılmış çizmeleri havada sallayarak güçlükle yürüyordu. Kendi kendisine “Hiç üşümüyorum” dedi, “Üzerimde koyun derisi palto olmasa da. Azıcık içtim. Şimdi içki damarlarımda akıyor. Koyun derisi paltoya ihtiyacım yok. Giderim yoluma ve hiçbir şey için üzmem kendimi. İşte böyle biriyim ben! Umurumda bile değil! Koyun derisi olmadan da yaşayabilirim. İhtiyaç duymuyorum. Karım kızacak elbette. Gerçekten de çok ayıp bir şey, siz bütün gün çalışın, onlar paranızı vermesinler. Dur biraz! O parayı getirmezsen yemin olsun derini yüzeceğim. Nasıl getireyim! Yirmi kopek yirmi kopek ödüyor! Yirmi kopek benim ne işime yarar? Ben de içkiye harcadım. Tek yapabileceğim bu! Eli dardaymış, öyle diyor! Öyledir belki, ama ya ben, darda
değil miyim? Senin evin, sığırların, her şeyin var. Benimse içinde durduğum şu ayakkabı tamirhanesinden başka neyim var? Sen kendi hububatını yetiştiriyorsun. Bense arpa, buğday, mısır, hepsini satın almak zorundayım. Ne kadar kısarsam kısayım, haftada üç ruble sırf ekmeğe harcamam gerekiyor. Eve geliyorum bakıyorum ekmek bitmiş, bir buçuk ruble daha masraf etmem gerekiyor. Bu yüzden şimdi borcunu ödeyeceksin, başka saçmalık duymak istemiyorum!”
Bu arada neredeyse dönemeçteki kiliseye varmıştı. Yukarı doğru bakınca kilisenin arkasında beyazımsı bir şey gözüne çarptı. Hava gittikçe kararıyordu. Ayakkabıcı gördüğü şeye dikkatle baktıysa da ne olduğunu çıkaramadı. “Daha önce burada hiç beyaz taş yoktu. Bir öküz olabilir mi? Öküze benzemiyor. İnsan kafası gibi, ama çok da beyaz. Ayrıca burada kimin ne işi olsun ki?”
Baktığı şeyi iyice görene kadar yaklaştı. Şaşkınlık içerisinde o şeyin gerçekten bir insan olduğunu gördü. Bir adam kilisenin duvarına yaslanmış kımıldamaksızın oturur vaziyette duruyordu. Üzerinde giysi yoktu ve ölü mü yoksa sağ mı olduğu anlaşılmıyordu. Ayakkabıcı dehşet içerisinde kalmıştı. İçinden, “Birisi adamı öldürüp soyarak buraya atmış. Bu işe karışırsam başım kesin belaya girer” diye geçiriyordu.
Bu düşünceyle yoluna devam etti. Adamı görmemek için kilisenin önünden geçti.
Bir süre gittikten sonra dönüp arkasına baktı ve adamın artık duvara yaslanmadığını, kendisine doğru bakıyormuş gibi kımıldadığını gördü. Ayakkabıcı daha da büyük bir korkuya kapıldı. “Yanma geri mi dönsem, yoksa yoluma devam mı etsem? Yanma gidersem başıma korkunç şeyler gelebilir. Adam kim bilir neyin nesi? İyi bir sebepten buralara gelmemiştir.
Yanına gidersem atlayıp boğazıma yapışır. Nasıl kurtulacağım sonra? Boğazıma yapışmasa bile gene de başıma dert almış olurum. Çıplak bir adamla ne yaparım? Üstümdeki giysiyi de çıkarıp veremem ya? Bir an önce buradan uzaklaşmaya bakayım!” diye düşündü.
Ayakkabıcı bu düşünceyle tapmağı arkasında bırakarak hızlı hızlı yoluna devam ediyordu ki birdenbire içinde bir vicdan azabı duydu ve yolun ortasında durdu.
“Sen ne yapıyorsun Simon?” dedi kendine, “Adam orada perperişan halde, sense korkudan sıvışıyorsun. Ne zaman zengin oldun da haydutlardan korkar oldun? Utan Simon utan!” Böylelikle geri döndü ve adamın yanma gitti.
Simon adama yaklaştı ve yüzüne baktı. Genç bir adamdı. Vücudu sapasağlamdı. Hiçbir yerinde yara bere yoktu. Sadece belli ki çok korkmuştu ve soğuktan donmak üzereydi. Orada arkasına yaslanmış oturuyordu. Başını kaldırıp Simon’a bakmadı. Baygın gibi gözüküyordu. Gözlerini açamıyordu. Simon genç adama iyice yaklaştı. Adam kendine gelir gibi oldu. Başını çevirip gözlerini açtı ve Simon’ın yüzüne baktı. Bu tek bakış Simon’ın adama kanının kaynamasına yetti. Keçe çizmeleri yere bıraktı, kemerini çözerek çizmelerin üzerine koydu ve kumaş ceketini çıkardı.
“Konuşarak vakit harcamayalım,” dedi, “gel giy şu ceketi hemen!” Simon adamı dirseklerinden tutarak kalkmasına yardım etti. Genç adam ayağa kalkınca Simon adamın temiz ve sağlıklı bir vücuda, biçimli el ve ayaklara, iyi ve nazik bir insanın yüzüne sahip olduğunu gördü. Ceketini adamın omuzlarına attı ama adam ceketin kollarını bir türlü bulamıyordu. Simon adamın kollarını geçirmesine yardım etti. Ceketi onun üzerine sıkıca oturttuktan sonra kemeri de beline dolayarak ceketin vücudu adamakıllı sarmasını sağladı.
Simon kendi yırtık kasketini de çıkararak adamın başına taktı. Ancak kendi başı üşüyünce, “benim başımda neredeyse saç yok, oysa onun uzun, kıvırcık saçları var” diye düşündü ve kasketini tekrar kendi başına taktı. “Ayağına giyecek bir şeyler versem daha iyi olacak,” diye düşünerek adama oturmasını söyledi. Keçe çizmeleri giymesine yardım ederek ona, “İşte oldu arkadaşım, şimdi hareket et ve ısın. Diğer sorunlar sonra hallolur. Yürüyebilecek misin?” dedi.
Adam ayağa kalkarak nazik bir şekilde Simon’a baktı, ama hiçbir şey söyleyemedi.
“Neden konuşmuyorsun?” dedi Simon. “Burası çok soğuk, burada kalamayız. Eve gitmemiz lazım. Benim değneğimi al, kendini güçsüz hissedersen değneğe yaslan. Haydi şimdi yürü bakalım!”
Genç adam yürümeye başladı. Yürümekte zorlanmıyor, geride kalmıyordu.
Giderlerken Simon adama sordu, “Neredensin?”
– Bu taraflardan değilim.
– Ben de öyle düşünmüştüm. Bu civardaki insanları tanırım. Peki ya kilisenin orada ne yapıyordun?
– Bunu söyleyemem.
– Biri sana bir kötülük mü yaptı?
– Kimse bir kötülük yapmadı. Beni Tanrı cezalandırdı.
– Elbette her şey Tanrı’dandır. Gene de, yiyecek ve kalacak yer bulman lazım. Ne tarafa gitmek istiyorsun?
– Benim için her yer aynı.
Simon şaşırmıştı. Adam üçkağıtçı birine benzemiyordu. Kibar kibar konuşuyor, ama kendisiyle ilgili hiçbir şey
anlatmıyordu. Simon içinden, “Kim bilir başına neler geldi?” diye geçiriyordu. Yabancıya dönerek, “O halde evime gel benimle, en azından bir parça ısınmış olursun” dedi.
Böylece Simon eve giderken yabancı da onunla birlikte geldi. Kuvvetli bir rüzgar esiyordu ve Simon gömleğinin altında üşüyordu. İçkinin etkisi geçmişti ve artık soğuğu hissediyordu. Burnunu çeke çeke yürüyor, karısının ceketine sarınıyordu. “Haydi bakalım… Buldun mu şimdi koyun derisini! Koyun derisi diye gittim, sırtımda palto bile olmadan eve dönüyorum, üstelik çıplak bir adamla. Matryona bundan hiç hoşlanmayacak!” diye geçiyordu kafasından.
Karısını düşününce kendini üzgün hissetti. Ama yabancıya bakıp da onun kilisede kendisine bakışını gözünün önüne getirince kalbinde bir mutluluk belirdi.
“İnsan Ne İle Yaşar” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİnsan Ne İle Yaşar
- Sayfa Sayısı125
- YazarLev Nikolayeviç Tolstoy
- Çevirmenİhsan Özdemir
- ISBN9799756870388
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAntik Kitap / 2010-12
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kilden Ayaklar ~ Terry Pratchett
Kilden Ayaklar
Terry Pratchett
Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Kilden Ayaklar, baştan sona macera, kovalamaca, gizem ve elbette mizah...
- Çıplak Sırlar ~ Lilliana Hart
Çıplak Sırlar
Lilliana Hart
Sırlar en derinde gömülü olsa bile, masumiyet maskesi bir gün mutlaka düşer! Küçük, sakin bir kasabada gerçekleşen dehşet verici bir cinayetin sükûneti bozmasının ardından...
- Bir Kır Balosu ~ Honore de Balzac
Bir Kır Balosu
Honore de Balzac
18. yüzyılın ortalarında, Paris’in güneyinde bir parkta başlayan kır balosu geleneği çok geçmeden tüm Fransa’ya damgasını vurdu ve festival benzeri bu etkinliklere her sosyal...
bu çok güzel ve duygulandırıcı bir kitap.çok hoşuma gitti