“İncir Tarihi”, okurunu Binbir Gece Masalları’nın büyülü âleminde gezdiren, eğlenceli, kışkırtıcı, düşsel ve düşünsel bir yolculuk. Faruk Duman romancılığının önemli aşaması sayılan kitap, 2011’de Yunus Nadi Ödülü’nü almıştı.
“Görüp geçirdiğim olayları anlatmaya başlamamın tek ve ikincil nedeni, bir kere, kaza eseri de olsa kalemi elime almış olmamdır. Bahanem yok; kendimi, yaşadığım şeylerle tanıdığım kişilerin, hayvanların, bitkilerin, gezip gördüğüm yerlerin, serin duvarlar arasına saklanmış iç açıcı odaların, birbirinden güzel kadınlarla bunların olağanüstü memeleriyle kalçalarının, Allah’ın belası bir hançerin, bu hançer tarafından kesilerek öksüz bırakılmış kolumun, bu kesik avucumda aylarca saklamayı başarabildiğim yüzüğün, leyleklerin, tilkilerin, fillerin, kaplanların ve bu kaplanlarla kutsal aslanlar üzerinde seyahat eden başka seyyahların, kitapların, bu kitapları okuyarak deliren acayip dervişlerin ve bütün bunları oturup yazmaya çalışan Zeyrek adlı bir kişinin bahanesi sayıyorum.”
*
1.Bahaneler
Keykavus’un söylediğine göre, Allah insanı yaratmakla nimeti -yani daha önce yarattığı şeyleri— tamamlamış oldu. Olunca, demek yediğimiz rızk, içtiğimiz su, giydiğimiz urba bizden önce de vardı, yani karnı acıkmışa aş değil, aşa karnı acıkan yaratılmış oldu. Nedenler tersine döndü. Daha doğrusu nedenle sonuç, Allah’ın bizi yarattığı ilk günden beri yerli yerindeydi -ariflerle erenleri ayrı tutarım; onlar şeyleri kuşkusuz gönül gözleriyle bilir, Allah’a kendilerine özgü yollarla ulaşır, bu yüzden söyledikleri de hep zorlukla anlaşılırdı ama biz böylece nedeni sonuç, sonucu neden bilegelmiş olduk. Öyleyse her şeyi yerli yerine koyma zamanı geldi. Böylece ne ne içindir, ortaya çıkmış olacak.
Yeryüzünün hayvanları ve bitkileri, kendi sınıfları içinde, ayrıca kendi kanunlarına göre yaşarlar. Gerçekte, hayvanlara bakılarak yarı canlı sayılması gereken bitkilerin de daha durağan kanunları olsa gerek. Ama, bütün bu aciz kanunların açıklanmasına sonra girişmek üzere, insan söz konusu olunca -kuşkusuz Allah bizi kendi katının kurallarını açıklamak üzere göndermiştir-hayvanlar ve bitkiler bizim araçlarımız, bahanelerimiz oluyor. Kuran bizim için sekiz çift hayvan yaratıldığını söyler ama küfür ülkelerinde kediden köpeğe, domuzdan -ki pistirtilkiye ve daha her türlü börtü böcekten fareye kadar her şeyi yerler ve karınlarını bunlarla doldururlar. Bu bakımdan, burada, gücüm sonuna dek elverirse, hayvanlar, hayvan biçimleri ve bütün bu hayvanların acayip kanunları hakkında bildiklerimi yazacağım. Böylece benim şu ufarak bedenim de açıklanmış olacak; bunun yanında görüp geçirdiğim birbirinden ilginç ve olağanüstü olayları da kaydetmiş olacağım. Ki kanunlar ve olaylar bir arada sergilensin; böylece Allah tarafından yazılmamış ve istenmemiş hiçbir acayip ve kanunsuz olayın yaşanamayacağı bir kez daha görülsün.
Elbette, her türlü böcekle hayvanı öncelikle, yani onu kendisi saymadan önce, bizim bir habercimiz, bir bahanemiz saymak gerekir. Böylece onları yöneten kanunlara bakıldığı zaman bizim kanunlarımızın kaynağı da görülmüş olacaktır. Yazılı bu kanunlardır, nerede bir eksiği bulunsa gider bunun ilk biçimine bakar, en basit, bu kolayca görülebilecek, en sıradan suretini görür, böylece kusurun nereden kaynaklandığını bulup çıkarırız. Bahaneler böyledir, her şeyden önce, yazılması gerektiği için yazılmışlardır, var olmaları da bu nedenledir: Diyebilirim ki, öncelikle bir neden gereklidir. Ama nedeni öyle basit bir nesne zannetme. Dünya üzerindeki en karışık şeydir neden. Bir kere bizim bilemediğimiz, göremediğimiz bir yerden gelir. Bu var olmayan ya da en azından bizde bilgisi olmayan yer hakkında da, doğal olarak, oturup kendi kendimize bir yapı, bir töz kurmaklığımız gerekir ki, anlaşılacağı üzere bu hiç de kolay değildir. Tanımlanamaz bir şeydir bu yüzden, bir bahane. Belki bir zerre, şu ulaşılmaz yerde, zihnimizde ansızın ortaya çıkmış bir mucizedir. Bu bakımdan onun, Allah’ın bize bağışladığı bir nesne olduğunu ne diye söylemeyeyim?
Varlığımız, kendi bedenini arayan bir rüzgâr gibidir; bu rüzgâr çevremizde dolanıp duran dağlarda, ağaçların tepesinde, ırmaklarda, kayalık tepelerle su başlarında bir yumak gibi dönüp kutsal bir tığla kendi urbasını örer ve böylece görünmeye başlar. Sonunda toz dibe çöker, nesne ortaya çıkar ve Allah bu yeni nesneye can üfler. Bu biçimde var oluruz. Her bir zerremiz bir yerden, sözgelimi bir ağaçtan, bir karacadan, bir filden ya da bir samurdan, bir kaya parçasından, bir kokudan, topraktan ve havaya karışmış böyle pek çok göksel varlıktan gelir. Çünkü, Keykâvus’un da dediği gibi, bütün bu şeyler bizden önce zaten var idiler ve işte bahane dediğimiz şey de bu nedenle, yani tek bir nesne olmadığı için belirlenemez. Öyleyse, çevremizde gördüğümüz hangi nesneden daha çok toz aldı isek belki ona benzeriz. Böylece kim bilir, Hicazlı Fil Oğlan’a (1) benzeyenlerimiz de çıkar ya da günün birinde, büyüyüp serpildikçe Yayla Adamları (2) gibi ortalıkta yeşermiş bir başla dolaşanlarımız da.
Ancak, yine de, bahane dediğimiz şeyi anlamış olsak bile ele geçirebileceğimizi zannetme. Bir sözü söylemeye, bir yerden bir yere gitmeye karar verdiğimizde ya da bir binanın saçaklarını kendi elimizle bezemeye kalktığımızda, aslına bakarsan, bir bahanemiz vardır, ama bu durumda bile esaslı bir nedene sahip olduğumuzu düşünemeyiz. Çünkü gerçekte ağızdan ağıza dolaşan nedenlerden çoğu, dikkat edilecek olursa, yuvarlak laflardan ibarettir ve zamanla ortaklaşa kullanılan nesnelere dönüşmüştür. Böyle bakılacak olursa, örneğin, bu saçağın göze hoş görünmesini istediğim için onu beziyorum, demiş olmamız neye yarar? Böyle bir durumda karşımızdaki bize, iyi de, bunu neden istiyorsun, diye sorabilir. O vakit büyük bir olasılıkla ona vereceğimiz yanıt şöyle bir şey olur: Çünkü güzel bir şeyden hoşlanıyorum ve evime dışarıdan bakacak olanların da bundan hoşlanmalarını istiyorum. Ancak bu yanıt da yine yeterli olmayacaktır. Görebildiğimiz gibi, büyük bir olasılıkla, örneğin bir ressam da fırçası elinde iken bize aynı şeyi söyleyecektir: Çünkü, diyecektir, göze hoş gelen bir resimden hoşlanıyorum ki resmime bakanların da bundan hoşlanmasını istiyorum. Anlaşılacağı üzere, bunlar birer bahanedir ve hiçbiri asla bir neden olamaz. Adına neden dediğimiz nesneyi açıkça ortaya koyabileceğimiz durumlar da elbette ortaya çıkacaktır, ama bunlar genellikle ikincil nedenler olurlar. Sözgelimi, ressamımız –belki pek yaşlı olduğundan ve böyle bir durumda kasları da iyi çalışmayacaktır— fırçasını elinden düşürecek olsa, eğilip onu yerden alması gerekecektir ve bu zahmetli işi yapmak üzere ressamın gerçekten de eğildiğini görebiliriz. Böylece o, sorumuza doğru ve sağlıklı bir yanıt verebilecektir: Çünkü, diyecektir, fırçamı düşürdüm ve resmimi yapmaya devam etmek için eğilip onu almam gerekiyor.
Bu durumda, bahane dediğimiz şeyi tanımlayamadığımızı gördük, bütünüyle belirsiz bir şey, bir tayf olarak bahaneyi yalnızca kendinden oluşan, bağımsız, ele geçirilemez bir varlık olarak tasarladık ve yerine koyduk. Dolayısıyla bir şeyi hangi nedenle yaptığımızı açıklamanın da güçlüğünü anladık. Böylece hareketlerimizi, başımıza gelen belaları, yaşadığımız türlü maceraları, ressamın yaptığı resmi, ustanın bezediği saçağı ve örneğin aşkla başı dönmüş bir kadının sevgilisine yazdığı mektubu yalnızca kendi nesnelerine bakarak anlayabileceğimizi ve bütün bu şeylerin nedenlerini, ne kadar yakından bakarsak bakalım, göremeyeceğimizi biliyoruz. Öyleyse, bir olayın, diyelim pazar yerinde çıkmış kargaşanın nedeni yalnızca kendisidir ki asıl nedene ulaşmak istiyorsak ruhlarımızın ve yaradılışımızın içinde sonsuz bir yolculuğa çıkmamız gerekebilir.
Olağanüstü olaylarla çevremizde gördüğümüz, yaşadığımız sıradan olaylar arasında nasıl bir bağ bulunduğunu, bulunabileceğini soracak olursan sana şunu söylerim: Sufilerin söyledikleri gibi, bir ağacı ya da bir hayvanı asla yalnızca bir ağaç ya da hayvan olarak görme. Bunlar Allah’ın yeryüzündeki işaretleri olmakla birer kitap gibi okundukça büyür ve anlam kazanırlar. Bu bakımdan bizim tanık olabildiğimiz şeylerle göremediklerimiz arasında yalnızca bir bahane farkı bulunur. Kitabı elimize alır ve onu ancak orada, bahaneler dünyası dediğimiz yerde okuruz. Bu da önümüzde uçsuz bucaksız bir alan açar. Kaldı ki, ne gerçek yaşamı ne de gerçeğin işaretleri ile bezenmiş olağanüstü olaylar dünyasını deneylerle kanıtlayabiliriz. Yani elimizde hiçbir şey yoktur ki, işte bu bildiğimiz, bilmediğimiz her anlamda gerçektir, diyebilelim. Öyleyse diyelim ki, mademki bahaneler üzerine küçük de olsa bir cüz ayırdık, şu dünyada elimizde herhangi bir şeye başlamak için hiçbir neden kalmıyor; bahanelerimizi sıralayacak takatimiz yok ve elimizde yalnızca belirtiler var.
Görüp geçirdiğim olayları anlatmaya başlamamın tek ve ikincil nedeni, bir kere, kaza eseri de olsa kalemi elime almış olmamdır. Bahanem yok; kendimi, yaşadığım şeylerle tanıdığım kişilerin, hayvanların, bitkilerin, gezip gördüğüm yerlerin, serin duvarlar arasına saklanmış iç açıcı odaların, birbirinden güzel kadınlarla bunların olağanüstü memeleriyle kalçalarının, Allah’ın belası bir hançerin, bu hançer tarafından kesilerek öksüz bırakılmış kolumun, bu kesik avucumda aylarca saklamayı başarabildiğim yüzüğün, leyleklerin, tilkilerin, fillerin, kaplanların ve bu kaplanlarla kutsal aslanlar üzerinde seyahat eden başka seyyahların, kitapların, bu kitapları okuyarak deliren acayip dervişlerin ve bütün bunları oturup yazmaya çalışan Zeyrek adlı bir kişinin bahanesi sayıyorum.
Durum böyle olunca, ne de olsa bir bahane belirlenemez ve yeri de saptanamaz. Benim gibi yalnızca bir bahane olan biri de ne kadı tarafından sorgulanabilir ve böyle bir kişi de, kendi günahları kendine, denerek Allah’la baş başa bırakılır.
Ben, zaman zaman gördüğüm korkunç düşleri gerçi kimilerine anlatmaya çalıştım; bu tayfı, çok uzak geçmişimden haber veren bu görüntülerle sesleri ortaya sermeye, böylece karmakarışık nedenler içinden akla uygun bir neden seçilmesi için beni tanıyanlara yardımcı olmak istedim ama ne çare; her seferinde canımı zor kurtardım ve kolumu gömleğimin içine tıkıştırarak oradan hemen Sıvıştım.
Adım, Zeyrek. Çocukluğumu İstanbul’un bir köyünde geçirdim ve ne yazık ki hiçbir eğitim almadım. Ne öğrendiysem babamın öğrettiği kadar okuyarak öğrendim, bildiklerimin çoğunu da yolculuklarım sırasında elde ettim. Dönüp güven içinde –çünkü döndüğümde her şey değişmiş, padişah eski görevlilerin neredeyse hepsini ortadan kaldırmıştı― eski evime yakın bir kulübede oturunca kendime bu koyu sarı defteri alarak başımdan geçenleri yazmaya başladım. Ancak, elbette bu da bir neden sayılamaz, zaten görüldüğü gibi öncelikle aslında nedenlerin tersine döndüğünü ya da onları o halde bulduğumuzu söyledik. İmdi dünyanın tersine dönmüş bir nedenler, bahaneler dünyası olduğunu belirtelim ve elimizden geldiği kadar, bu nedenlere kendimizce düzen vermeye kalkışalım. Ama önce, çocukluğumun benim için başlı başına bir ülke olan nesnesinden söz edelim.2
2.İstanbul’un Hazreti Süleyman Tarafından Ele Geçirilmesi
Tarihlerin yazdığına göre İstanbul, zamanında, korkunç bir hükümdarın elinde inim inim inliyordu. Bu hükümdar, halka zulmettiği yetmiyormuş gibi, dünyanın hayranlıkla andığı bu güzel şehrin ağacına, denizine, hayvanına, tepelerden akan suyuna, latif kokusuna, inci gibi parlayan toprağıyla berrak havasına da zulmediyor, sözgelimi yardımcılarına, — Acaba boğazda akıntı ne derecededir, ne dersiniz efendiler, diye danışarak, gelin bu işi bir ölçelim, deyip icat çıkarıyordu. Doğrusu, Allah böyle hükümdara bir şeyi ölçme fikrini vermiş olmaya; hemen bir fil getirdiler, zavallı fili Boğaz’ın ortasında, İstanbul’un dört bir yanından getirtilmiş kasaplar marifetiyle boğazladılar, kanını da denize akıttılar. Filden o zaman öyle akla zarar bir böğürtü koptu ki Edirne’de evlerin sallandığı söylenir. Sonra oluk oluk kan aktı, hayvan canını yalnızca boğazından değil, hortumundan da verdiği için, denizin üstünde bu kan yılan gibi kıvrılıp bükülerek böylece kırbaç olup çevredeki gemileri dövdü, sandalları devirdi, kıyıda bekleyenleri boyadı, akıp çoğaldıkça ağırlaştı ve denizi koyu mu koyu bir bataklığa çevirdi. Sonunda canını teslim etti. Kasaplar da içi boşalan bu zavallı hayvanın derisini getirip hükümdarın ayaklarının dibine bıraktılar. Hükümdar bu cesur kasapları ödüllendirdi, Bunun, dedi, etinden et, yağından yağ yapın, sonra da istediğiniz gibi satın, kazancı da size yeter. Deyince kalkıp Boğaz’ı kaplayan bataklığın önünde durarak böbürlendi de, kanın akıp gitmesini bekledi. Yanındaki âlimlere, matematikçilere, kimyadan ve suyun yasalarından anlayanlara da kanın Boğaz’dan akıp gidinceye kadar harcadığı zamanı ölçmelerini buyurdu. Filin kanı öyle ansızın, öyle fışkırarak çıkmıştı ki, İstanbul halkından denizde ağır ağır akarak yol alan bu kırmızı tabakayı görenler oldu; biçim değiştirerek akan bu katılaşmış fil kanıdır, sanırsın parçalar birbirinden kopmadı, suda eriyip yitmedi. Hatta zaman zaman, zavallı filin suretine girerek ağlayıp yakardı, Allah’tan kendi canı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap Adıİncir Tarihi
- Sayfa Sayısı264
- YazarFaruk Duman
- ISBN9789750850547
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Labirent ~ Burhan Sönmez
Labirent
Burhan Sönmez
“Evet. Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte...
- Bir Garip Cindi Zümrüdüanka ~ Ali Teoman
Bir Garip Cindi Zümrüdüanka
Ali Teoman
“Bir Garip Cindi Zümrüdüanka”, “Konstantiniyye Üçlemesi” romanları “Uykuda Çocuk Ölümleri”, “Karadelik Güncesi” ve “Gecenin Atları” ile tanınan Ali Teoman’ın kısa ve aksiyonlu bir yeraltı...
- New York Düşerken ~ Şenol Ceviz
New York Düşerken
Şenol Ceviz
"450 çocuk hiçbir zaman çocuk olmadı." Onların eğitimi için milyarlarca dolarlık bir bütçe ayrıldı. En iyi eğitmenler bulundu, en iyi imkânlar seferber edildi. Her biri yetimhanelerden özenle seçilerek toplandı. Onlar eğitmenlerine göre görev, liderlerine göre işlenmeyi ekleyen değerli birer hammaddeydi.