Türk edebiyatının en verimli ve tartışma yaratan yazarlarından biri olan Erendiz Atasü, ilk baskısı 2008 yılında yapılan öykü derlemesi İncir Ağacının Ölümü’nde hem toplumsal konuları hem de bireysel çatışma ve çıkmazları konu ediniyor.Sosyal taşlamaya dahil edilebilecek kimi öykülerinde orta sınıfın dar kalıplara hapsolmuş dünyasını; mülkiyetçilik, kıs- kançlık ve aymazlık üzerine kurulu davranışlarını yer yer mizahi bir üslupla ortaya seriyor. Kimi öykülerinde de, sade üslubuna karşın derinlere nüfuz eden gözlem gücüyle gündelik sıkıntıları, kadınlık sorunlarını, aşk ilişkilerini, yalnızlığı, aile üyeleri arasında kuşaklara yayılan çatışma ve yakınlaşmaları ele alıyor.
İçindekiler
GÜLÜNESİ ÖYKÜLER
İncir Ağacının Ölümü Üzerine Tuhaf Bir Soruşturma …….. 13
Kapıcı Zebercet’in Önlenemeyen Yükselişi ………………….. 35
BURUK ÖYKÜLER
Beyaz Fil ………………………………………………………………… 51
Operada Bir Gece ……………………………………………………. 69
Aynı Şarkı ………………………………………………………………. 83
KARANLIK ÖYKÜLER
Sır …………………………………………………………………………. 95
Hayat Bir Rüyadır ………………………………………………….. 107
Özlemek ………………………………………………………………. 115
Torun …………………………………………………………………… 131
Kayma ………………………………………………………………….. 139
Yeryüzü Mutluluğu ………………………………………………… 167
Gülünesi Öyküler
İNCİR AĞACININ ÖLÜMÜ ÜZERİNE
TUHAF BİR SORUŞTURMA
Yer ve Zaman: 21. yüzyıl başı, bir deniz kıyısı Toprağın Tanıklığı: Gün doğmadan üstümde dolaşmaya başlarlar. Tetikte ve usuldur adımları, her zamankine benzemez. Birbirlerini kollarlar, görünmek istemezler. Ben onları beslerim, onlar orama burama zehir akıtırlar. Bakmam kusurlarına, güler geçerim, koynumda kaybolacakları günü beklerim. Rüzgârın Tanıklığı: Saçlarını karıştırırken, açık pencerelerden, balkon kapılarından girer çıkarken sözler takılır kanatlarımın uçlarına, girdabımda yuvarlanan, uğuldayan, kaybolan sözler.
Ben ki rüzgârım, yatışır yatışır kabarırım, ben ki kayaları oyar, kuleleri devirir, bir çocuğun yüzünü okşarım, şaşar kalırım hep aynı telden çalan bu sözlere! Bozkırın geniş ufkuna alışık atalarına orman dar gelmiştir de ondan mıdır… O yüzden mi bitkilerden hoşlanmazlar?
Engine uzanmış ipince iki kol arasındaki kucak gibiydi koy. Eskiden yabani zeytinlikler, fundalıklarla örtülüydü sırtlar. Sonra insanlar geldi, tuhaf insanlar… Nuran ve Fikret mütevazı birikimleriyle, sahil sitelerinden birinde, küçük bir ev satın almışlardı. Oğulları yetişmiş, kendi düzenini kurmuş, çalışma hayatının çetrefil ilişkilerinden bezen karıkoca, altmışa merdiven dayayınca emekliye ayrılmış, yılın büyük bölümünü Ege kıyısında, zeytinliklerle çevrili bu deniz beldesinde geçirme hayaline kapılmışlardı. Nuran ve Fikret, iyi kişi, iyi yurttaş olmak üzere yetiştirilmiş insanlardandı. “İyi” olmak ve öyle kalabilmek, çoğu kez kendini sınırlamayı gerektirdiğinden, saygılı davranmak kişiliklerinin temel özelliğiydi.
Çatışmaların örtük yaşandığı, görünüşteki uyumun bozulmadığı evlerde büyümüşler, bu hayat tarzını ciddiye almışlardı. Evlilikleri de aynen böyle yaşanıyordu. Gençliklerinde birbirlerine yönelmeleri de aynı sebeptendi. Kişi nasıl kendi benzerini, neredeyse hayvansal bir sezgiyle, eliyle koymuş gibi bulursa, onlar da yalan dolan ve riyanın kol gezdiği bir ortamda, birbirleriyle yakınlaşıvermişlerdi. İkiyüzlülükten, hizipçilikten nefret ediyorlardı; dürüst kavgalara açıkça katılmaksa onları ürkütüyordu. Hep çekimserdiler. Böylece, sahte dostlukların paravanı ardında, düşmanlıkların birbirine habire diş bilediği işyerlerinde ne uzayıp ne kısalarak emeklilik çağını, uyumsuzlukları örtbas etmenin de bir tür ikiyüzlülük olduğunu akıllarına getirmeden evliliklerinin otuzuncu yılını idrak etmişlerdi. Yaşam enerjileri içlerinde tutuklu. Huzur istediklerini sanıyorlardı ama hasretini çektikleri heyecandı. Mevcut kişilikleri köklü bir değişim geçirmedikçe özlemlerine kavuşmanın olanaksızlığını, değişim içinse vaktin geç olduğunu sessiz bir farkındalıkla kabulleniyorlardı.
Aralarında hiç değinmedikleri bir konuydu bu. Yazlık ev satın almaktansa, yolculuklara çıkmak, kendileri için belki daha hayırlıydı ama, sahip olmanın çekiciliğine karşı koyamamışlardı. Yeni mülkleriyle baş başa kalınca, başkalarını üzmekten çekinen iyi yürekli insanlar için en uygun çözümde karar kılma basiretini gösterebildiler, kasıklarından gırtlaklarına kadar birikmiş yaşama hasretini fiziksel enerjiye dönüştürüp kendilerini bahçe işlerine verdiler. Ne demişti koca Konfüçyüs, “Bir hafta mutlu olmak istiyorsan yolculuğa çık, bir yıl mutlu olmak istiyorsan evlen, ömür boyu mutluluk için bahçıvan ol!” Gerçekten de gövdede kullanılmadan kalmış enerjiyi beden kaslarında çürüyüp kötücülleşmeden toprağa akıtmak, toprakta yeşeren taze hayatın günbegün gövermesini izlemek, bambaşka bir dingin neşe sunuyordu insana.
Karıkoca yaşamlarının en doygun dönemlerindeydiler. Bu arada emek verilen bir bitkinin, özene rağmen kuruması, bir yakının yitimi kadar keder verebiliyordu. Ama nasılsa bir çiçek solarken üç-beş tanesi açıyor, terazinin ibresi çoğu kez yaşamdan yana eğiliyordu. Komşuların çoğu da, tıpkı Nuran ve Fikret gibi macera duygusunun açlığını doğru dürüst doyuramadan yaşlılığa yönelmiş kimselerdi. Kişinin hep kendi haklılığına inandığı evlerde büyümüşlerdi. İsteklerini sorgulamamak ama kurallara karşı çıkacak cesareti de bir türlü toplayamamak, onları gizlide yasak çiğneyip, herkesin önünde kural savunuculuğuna soyunma kısırdöngüsüne tıkmıştı. İlk bakışta, saklıda süren ikinci yaşamlarını fark etmek, pek mümkün değildi. Bu durumun tek ayrıksı örneği, oldubittilerle yükseldikleri ve emeksiz kazandıklarını gene oldubittilerle yitirdikleri kuşkusunu uyandıran Üftade Hanım ve oğullarıydı. Altlarında lüks arabalarıyla gelip giden –ellerinde bir bu arabalar ve bu yazlık konut kalmıştı– argolu, küfürlü konuşan, ne işle meşgul oldukları belirsiz bu oğullar –bir kardeşin vergi borcunu ödeyemediği için Amerika’ya kaçtığı söyleniyordu– sitenin pek iftihar ettiği nezih görünümü biraz zedelemekteydi.
Gene de kimse onların saygınlığına gölge düşürmekten yana değildi. Üftade Hanım, sürekli ortadirekten bir aile olduklarını vurguluyordu; evinin duvarında ortadirek teriminin mucidi merhum bir devlet büyüğünün oğullardan birine imzaladığı fotoğrafı asılıydı. Nuran ve Fikret, yazlığa bir gelişlerinde kötü bir sürprizle karşılaştılar. Duvar komşuları Üftade Hanım, balkonlarının önüne azman bir incir ağacı dikmiş, kendisi de ağacın gölgesine kurulup oturmuştu. Karıkoca, tüm manzaralarını fütursuzca perdeleyen bu oldubitti karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Nazik ama kararlı bir duruşla ağacın yerini değiştirmesini istediler Üftade Hanım’dan. Yaşlı kadın, yaşından umulmayacak şen şakrak ve yüksek perdeden sesiyle, inciri kimin diktiğini bilmediğini, bir bitkiye asla zarar veremeyeceğini, ağacın kılına bile dokunmayacağını söyleyince daha çok şaşırdılar. “Site yönetimine bildiririz,” dedi Fikret. Yurttaşlık kurallarının işleyeceğini düşünüyordu. Karıkoca, tüm kurumlarda işlerin savsaklanmasına alışkındılar ama bu derecesini, şikâyetçiyken sanık durumuna düşmeyi beklememişlerdi…
Üftade Hanım’ı ağacı dikerken görmüş müydüler? Ağaç sitenin ortak arazisindeydi, böyle bir bitkiye ne hakla müdahale ediyorlardı. Pek nadir sinirlenen Fikret, “Ortak araziye bu kadın müdahale ederken, usulsüz olarak evimin manzarasını yok ederken, siz neredeydiniz?” diye çıkıştı site sorumlusuna, enikonu öfkelenmişti. “İncirin gölgesinden de meyvesinden de yararlanan o! Elbette ağacı o dikti!” “Kimseyi delilsiz suçlamayalım,” dedi sorumlu. “Sözlerinize dikkat edin. Hakaret ediyorsunuz. Üftade Hanım’a herhalde siz bir kötülük yaptınız ki başınıza taş düşse ondan biliyorsunuz. Allah bilir ne yaptınız!” Hırgürden ödü kopan Nuran, kocasını çekiştire çekiştire oradan uzaklaştırdı. “Aman Fikret, boş ver canım, manzaramız da olmayıversin, deniz havası alıyoruz ya!” diyerek onu yatıştırmaya çalıştı. “Baksana az daha üstlerine gitsek, iftiraya uğrayacağız.” Karıkoca, çaresiz, durumu sineye çektiler.
Site yönetimi Üftade Hanım’ın oğullarından mı ürküyordu, yoksa ufak tefek rüşvetlerle oğullar için mi çalışıyordu? Karıkoca abartılı ihtimallere kapı aralayan bu tatsız soruları zihinlerinden attılar. Komşuların hepsine karşı kibar ama mesafeli bir duruş benimsemişlerdi. Öfkelerini bacak ve kol kaslarının enerjisine dönüştürüp kendilerini büsbütün bahçe işlerine adadılar. Yüzmeye gittikleri kısa sürelerin dışında sabahtan akşama dek, bahçelerinde iki büklüm çalışıp durdular, toprağı çapaladılar, hayırsız otları ayıkladılar, sarmaşıkları, gülleri budadılar, çimleri biçtiler. Kendilerine ait küçücük bir dünya, daha doğrusu küçük bir cennet yaratmışlardı, mis kokulu, rengârenk. Begonviller çağıldıyor, yaseminler buram buram tütüyor, güller yedi renkte açıyordu. Bir gören dönüp dönüp bakıyordu bahçeye; herkesin içi açılıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap Adıİncir Ağacının Ölümü
- Sayfa Sayısı176
- YazarErendiz Atasü
- ISBN9789750758034
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nakil ~ Halit Ziya Uşaklıgil
Nakil
Halit Ziya Uşaklıgil
Türk edebiyatının usta kalemlerinden Halid Ziya Uşaklıgil, henüz çocukken Gedikpaşa Tiyatrosu’nda seyrettiği oyunlar vesilesiyle Fransız kültürü ve edebiyatıyla tanışır; bu tanışıklık İzmir Rüşdiyesi’nın sıralarında...
- Hayvan Hikâyeleri ~ Julio Cortázar
Hayvan Hikâyeleri
Julio Cortázar
Evlerinde yalnız olmadıklarını fark eden iki kardeş. Şiddetli ve tuhaf bir hastalık nöbetiyle aksayan bir mektup. Ölümden bir anlığına dönen sevgili. Bir evin bahçesini...
- Uzay Güzeli ~ Ayla Çınaroğlu
Uzay Güzeli
Ayla Çınaroğlu
Bora, kedisi Minnoş ve sevgili halası uzaylılar tarafından kaçırılırlar. Uzaylıların kötü bir niyeti yoktur aslında; tek istedikleri “güzel” sözcüğünün anlamını öğrenmektir. Peki sahiden ne...