BU HAPİSHANE CANLI…
Bir hapishane hayal edin: Öyle büyük ki içinde hücreler ve koridorlar, ormanlar, şehirler ve denizler var.
Bir mahkûm hayal edin: Belleği yok, Dışarı’dan geldiğine emin, oysa Hapishane yüzyıllardır kapalı ve şimdiye kadar oradan kaçabilen yalnızca tek bir kişi var.
Bir kız hayal edin: Bir malikânede, zamanın yasaklandığı bir toplumda yaşıyor; bilgisayarlarla yönetilen bir 17. yüzyıl dünyasına kapatılmış, istemediği bir evliliğe mahkûm, hem korktuğu hem de gerçekleşmesini arzuladığı bir suikast komplosuna karışmış.
Biri içeride, diğeri dışarıda… Ama ikisi de tutsak.
Incarceron’u hayal edin.
Hem ürkütücü hem çok çekici ve bağımlılık yaratacak yeni bir serinin başlangıcı.
“Dikkat çekici bir fütürist roman, nefes kesici bir tempo, zekice kurgulanmış bir olay örgüsü ve her iki mekânın tasarımında harika detaylar… Zamanlaması mükemmel, şaşırtıcı olaylar ve muhteşem bir son. Kesinlikle okunmalı.”
The Booklist
***
1
Kim haritasını çizebilir engin Incarceron’un?
Onun viyadüklerinin, salon ve kanyonlarının?
Sadece özgürlüğü tanımış kişi
Tanımlayabilir kendi hapishanesini.
SAPPHIQUE ŞARKILARI
Finn yere yüzüstü atılarak transit yolun taşlarına zincirlenmişti.
İyice açılmış olan kollarındaki zincirler öyle ağırdı ki bileklerini yerden kaldırmakta zorlanıyordu. Ayak bileklerine dolanmış karmakarışık metal zincirler, asfalttaki bir halkaya bağlanmıştı. Göğsünü yeterince hava alacak kadar şişiremiyordu. Yanağında, taşın soğukluğunu hissederek, bitkin halde yatıyordu.
Ama Şehirliler nihayet geliyordu.
Onları duymadan önce hissetti; yerden gelen hafif titreşimler giderek güçlendi, sonunda diş ve sinirlerinde gezinmeye başladı. Sonra karanlıktan gürültüler geldi, göç kamyonlarının gürlemeleri, ağır ağır dönen jantların boğuk tangırtıları. Gözlerine düşen kirli saçlardan başını sallayarak kurtulunca yerdeki paralel çizgilerin dosdoğru vücudunun altından geçtiğini gördü. Yol çizgilerinin tam ortasına zincirlenmişti.
Alnı terden kayganlaşmıştı. Buz tutmuş zincir halkalarını eldivenli eliyle kavrayıp göğsünü yukarı çekti ve hemen nefes aldı. Havada kesif benzin kokusu vardı.
Bağırmak henüz işe yaramazdı. Fazla uzaktaydılar ve tekerleklerin tangırtısı yüzünden, onu ancak engin salonun epeyce içine girince işitebilirlerdi. Zamanlamasının kusursuz olması gerekecekti. Gecikirse kamyonlar duramazdı ve o ezilirdi. Diğer düşünceyi aklından kovmaya çabaladı. Onu görüp işitseler bile, umursamayabilecekleri düşüncesini.
Işıklar.
Küçük, inip kalkan fener ışıkları. Odaklanınca dokuz, on bir, on iki tane saydı; sonra emin olmak ve mide bulantısını bastırmak için yeniden saydı.
Biraz rahatlamak için yüzünü yırtık yenine sürterken Keiro’yu, zinciri taktıktan sonra karanlığın içine doğru gerileyen delikanlının yüzünde hafif bir tokat gibi beliren son, alaycı gülümsemeyi düşündü. “Keiro,” diye fısıldadı hınçla.
Engin salonlarla görünmez galeriler sesini yuttu. Metalik havada sis asılı duruyordu. Kamyonlar homurdanarak, tangır tungur geliyorlardı.
Artık ağır ağır yürüyen insanlar görebiliyordu. Karanlıktan çıkıyorlardı, soğuk yüzünden öyle sıkı giyinmişlerdi ki çocuklar mı yoksa iki büklüm olmuş yaşlı kadınlar mı oldukları anlaşılmıyordu. Çocuktular herhalde. Yaşlı insanlar (hâlâ yaşlılar varsa) kamyonlarda, malların arasında yolculuk ederlerdi. En öndeki kamyona siyah beyaz, eski bir bayrak örtülmüştü; adam bayraktaki armayı, gagası gümüşi çizgili kuşu gördü.
“Durun!” diye seslendi. “Bakın! Yere bakın!”
Makine gürültüsü yeri sarsıyordu. Finn’in kemiklerinde ve dişlerinde inliyordu. Kamyonların ağırlığını ve hızını hissedince, onları iten adamların ter kokusunu alınca, istiflenmiş malların takırtı ve hışırtılarını duyunca yumruklarını sıktı. Dehşetini bastırarak, sinirlerini ölümün karşısında anbean sınayarak, nefes almadan, kontrolünü yitirmeden bekledi çünkü Yıldızgörücü Finn’di o, bunu yapabilirdi. Ama sonra birden vücudundan ter boşandı, paniğe kapıldı ve doğrulup, “Duydunuz mu beni? Durun! Durun!” diye haykırdı.
Yaklaşmayı sürdürüyorlardı.
Gürültü dayanılmazdı. Finn artık uluyor, tekmeler savuruyor ve çırpınıyordu çünkü yüklü kamyonların korkunç momentumu amansızdı; tepesinde belireceklerdi, üzerini karartacaklardı, kemiklerini ve vücudunu ağır ağır, durdurulmaz bir şekilde, acı çektire çektire ezeceklerdi.
Sonra el fenerini hatırladı.
Küçücüktü ama hâlâ onun yanındaydı. Keiro bırakmıştı. Finn zincire tutunarak döndü ve elini ceketinin iç cebine sokarken bükülen bilek kasları spazm geçirdi. Parmakları ince ve soğuk tüpe değdi.
Vücudu sarsıldı. Feneri çıkardı ve bırakınca fener yuvarlanıp erişemeyeceği bir yere gitti. Finn küfretti, uzandı ve fenere çenesiyle bastı.
Işık yandı.
Rahatlayan Finn uzun uzun nefes verdi ama kamyonlar hâlâ geliyordu. Şehirliler onu görebiliyor olmalıydılar. Görebiliyor olmalıydılar! El feneri salonun engin, gürleyen karanlığındaki bir yıldızdı; Finn merdivenlere, galerilere ve binlerce, labirente benzer odaya sahip olan Incarceron’un onun karşı karşıya olduğu tehlikeyi sezdiğini ve bunu eğlenceli bulduğunu, Hapishane’nin onu seyrettiğini ve müdahale etmeyeceğini hissetti birden.
“Beni görebildiğinizi biliyorum!” diye haykırdı.
Tekerlekler insan boyundaydı. Yolun üzerinde çığlık çığlığaydılar; asfalttan fıskiye gibi kıvılcımlar saçılıyordu. Bir çocuk seslenince Finn inledi ve büzüldü; hiçbir şeyin işe yaramadığını, işinin bittiğini biliyordu ve sonra fren seslerini duydu, titrek çığlıklarını kemiklerinde ve parmaklarında hissetti.
Tekerlekler tepesindeydiler. Çok yüksektiler. Üstündeydiler.
Hareketsizdiler.
Finn kımıldayamıyordu. Vücudu korkudan pelte gibi olmuştu. El feneri, yağlı bir flanştaki yumruk büyüklüğünde bir perçin çivisini aydınlatıyordu sadece.
Sonra flanşın ardından sert bir ses geldi: “Adın ne Mahkûm?”
Karanlıkta toplanmışlardı. Finn başını kaldırmayı başarınca kapüşonlu insanlar gördü.
“Finn. Adım Finn.” Sesi kısık çıkmıştı; yutkunmak zorunda kaldı. “Durmayacaksınız sandım…”
Bir homurtu. Başka birisi, “Pislik’e benziyor,” dedi.
“Hayır! Lütfen! Lütfen kaldırın beni!” Ses gelmeyince ve kimse kımıldamayınca nefes alıp gergince konuştu: “Pislikler, Kanat’ımıza saldırdılar. Babamı öldürdüler, beni de burada böyle, gelip geçenlerin insafına bıraktılar.” Göğsündeki acıyı paslı zinciri sımsıkı tutarak azaltmaya çalıştı. “Lütfen. Size yalvarıyorum.”
Birisi yaklaştı. Finn’in gözünün yanında bir çizmenin burnu durdu; kirliydi, bir deliği yamanmıştı.
“Hangi Pislikler?”
“Comitatuslar. Liderleri kendine, Kanatlordu Jormanric, diyordu.”
Adam, Finn’in kulağının yanına tükürdü. “Oydu demek! Manyak bir kabadayıdır.”
Neden hiçbir şey olmuyordu? Finn acizce kıvrandı. “Lütfen! Geri dönebilirler!”
“Bence ezip geçelim şunu. Başımıza dert almanın ne gereği var?”
“Çünkü biz Şehirli’yiz, Pislik değiliz.” Finn, bir kadın sesi duyunca şaşırdı. Kadının kaba ceketinin altındaki ipek giysilerinin hışırdadığını işitti. Diz çöken kadının eldivenli elinin zincirleri çekiştirdiğini hissetti. Bileği kanıyordu; kirli teninde tozlu pas halkaları vardı.
Adam huzursuzca konuştu. “Maestra, dinle…”
“Cıvata kesicileri getir, Sim. Çabuk.”
Kadının yüzü Finn’inkine yakındı. “Merak etme, Finn. Seni burada bırakmayacağım.”
Finn başını acıyla kaldırıp yukarı bakınca yirmi yaşlarında, kızıl saçlı, siyah gözlü bir kadın gördü. Kadının kokusunu aldı bir an; sabun ve yumuşak yün kokusu, bu yürek paralayıcı koku hafızasını canlandırdı, içindeki o kilitli siyah kutuyu açtı. Bir oda. Şömineli bir oda. Porselen tabaktaki bir pasta.
Afalladığı yüzünden okunuyordu herhalde; kadın kapüşon gölgesinin içinden, düşünceli bir edayla onu inceliyordu. “Bizimle güvende olursun.”
Finn, kadının bakışına karşılık verdi. Nefes alamıyordu.
Bir çocuk odası. Taş duvarlar. Süslü, kırmızı duvar kâğıtları.
Telaşla gelen bir adam kesiciyi zincirin altına soktu. “Gözlerine dikkat et,” dedi hırıltıyla. Finn başını kolunun üstüne koyarken etrafta insanların toplandığını hissetti. O korkunç nöbetlerden birine kapılmaya başladığını sandı bir an; gözlerini kapayınca vücudunun tanıdık, baş döndürücü bir şekilde ısındığını hissetti. Dev kesiciler halkaları keserken mücadele etti, tükürük yuttu, zincirleri kavradı. Anı soluyordu; oda ve şömine ateşi, kenarları altın sarısı tabağın üstündeki, minik gümüşi küreleri olan pasta. Anıya tutunmaya çalıştıysa da başaramadı ve Incarceron’un buz gibi karanlığı, yağlı tekerleklerin ekşi ve metalik kokusu geri geldi.
Zincirler şangırdayarak kaydılar. Finn doğrulunca rahatladı, derin soluklar aldı. Kadın onun bileğini tutup çevirdi. “Bunu bandajlamak gerekecek.”
Finn donakaldı. Kımıldayamıyordu. Parmakları serin ve temiz olan kadın, Finn’in yırtık yeniyle eldiveninin arasındaki deriye dokunmuştu ve oradaki küçük dövmeye, taçlı kuş resmine bakıyordu.
Kadın kaşlarını çattı. “Bu Şehirli arması değil. Şeye benziyor…”
“Neye?” Finn birden pürdikkat kesilmişti. “Neye benziyor?”
Salonda kilometrelerce öteden bir gümbürtü koptu. Finn’in ayaklarının dibindeki zincirler kımıldadı. Kesicili adam onların üstüne eğilince duraksadı. “Tuhaf. Bu cıvata. Gevşemiş…”
Maestra kuşa baktı. “Kristale benziyor.”
Arkalarından birisi bağırdı.
“Ne kristali?” dedi Finn.
‘Tuhaf bir nesne. Bir yerde bulduk.”
“Kuş da mı aynı? Emin misin?”
“Evet.” Kadın dalgınca dönüp cıvataya baktı. “Sen cidden…”
Finn bunu tahmin etmeliydi. Kadını yaşatması gerekiyordu. Onu tutup yere çekti. “Yat,” diye fısıldadı. Sonra da öfkeyle, “Anlamıyor musun? Bütün bunlar bir tuzak.”
Kadın bir an onun gözlerine baktı; Finn kadının korkusunu ve şaşkınlığını gördü. Kadın, Finn’in elinden kurtuldu; birden ayağa fırlayıp, “Kaçın! Herkes kaçsın!” diye haykırdı. Ama yerdeki ızgaralar çatırdayarak açılıyordu; dışarı kollar çıkıyordu, gövdeler yukarı çekiliyordu, taşa silahlar konuluyordu.
Finn harekete geçti. Kesicili adamı geriye itti, sahte cıvataya tekme attı ve zincirlerden kurtuldu. Keiro ona sesleniyordu; başının yanından parlak bir pala uçan Finn kendini yere attı, yuvarlandı ve yukarı baktı.
Salon dumandan kararmıştı. Şehirliler haykırıyor, dev sütunlara kaçıyorlardı ama Pislikler kamyonlara çıkmışlardı bile, ayrım gözetmeksizin ateş ediyorlardı, kaba tabancalarının kırmızı patlamaları salonun havasını kesifleştiriyordu.
Finn, kadını göremiyordu. Kadın ölmüş olabilirdi, kaçıyor da olabilirdi. Birisi onu itti ve eline bir silah tutuşturdu; Finn onun Lis olduğunu düşündü ama bütün Pislikler siyah kasklarını takmış olduklarından bundan emin olamadı.
Sonra kadını gördü. Kadın, çocukları en öndeki kamyonun altına itiyordu; hıçkıra hıçkıra ağlayan küçük bir oğlanı tutup önüne çekti. Ama düşüp yumurta gibi çatlayan küçük kürelerden tıslayarak yayılan gaz Finn’in gözlerini yaşartıyordu. Finn kaskını başına takınca, burnuna ve ağzına denk gelen ıslak yastıkçıklar soluk seslerini yükseltti. Kaskın görme yerinden bakınca salon kırmızı, insanlar net görünüyordu.
Kadın silahlıydı ve ateş ediyordu.
“Finn!”
Seslenen Keiro’ydu ama Finn ona aldırmadı. En öndeki kamyona koştu, altına daldı ve Maestra’yı kolundan tuttu; ona doğru dönen kadının silahını tek vuruşta düşürünce kadın öfkeyle haykırdı ve pençeli eldivenleriyle onun yüzüne saldırdı, kaskını tırmaladı. Finn kadını sürükleyerek dışarı çıkarırken çocuklar tekme savurarak mücadele ediyorlardı, etraflarından atılan yiyecekler ustaca yakalanıp ızgaraların altındaki borulara atılıyordu.
Bir alarm çaldı.
Incarceron kımıldadı.
Duvarlardaki pürüzsüz paneller yana kaydı; bir tıkırtıyla birlikte görünmez tavandan inen parlak hüzmeler çok aşağıdaki zeminde sağa sola gezindi, sıçan gibi kaçışan Pisliklerde odaklandı, onların gölgelerini devleştirdi.
“Gidelim!” diye haykırdı Keiro.
Finn, kadını öne itti. Yanlarından panikle koşan birisi ışığa yakalanınca sessizce buharlaştı. Çocuklar inlediler.
Şok yüzünden nefesi kesilmiş olan kadın dönüp halkının geri kalanına baktı. Sonra Finn onu çeke çeke boruya götürdü.
Maskenin ardından kadınla bakıştı.
“İn,” dedi soluk soluğa. “Yoksa ölürsün.”
Bir an kadının inmeyeceğini sandı neredeyse.
Sonra kadın ona tükürdü, ellerinden çırpınarak kurtuldu ve boruya atladı.
Parlak beyaz bir ışık taşları kavuruyordu; Finn hemen kadının peşinden atladı.
Boru beyaz ipekten yapılmaydı, sağlam ve gergindi. Kayarken nefesi kesilen Finn diğer uçtan dışarı fırladı, bir çalıntı kürk ve sert metal parçalar yığınının üzerine düştü.
Şimdiden kenara çekilmiş ve başına bir silah dayanmış olan Maestra küçümsemeyle bakıyordu.
Finn acıyla doğruldu. Etraftaki Pislikler ganimetleri toplayarak tünele giriyorlardı, bazıları topallıyordu, bazılarıysa pek kendinde değildi. Son gelen kişi Keiro oldu, ayaklarının üstüne indi.
Izgaralar gürültüyle kapandı.
Borular aşağı düştü.
Loş figürler maskelerini aksıra tıksıra çıkardılar.
Keiro kendisininkini çıkarınca tozlanmış, yakışıklı yüzü belirdi. Finn hiddetle onun üstüne yürüdü. “Ne oldu? Panik oldum resmen! Neden o kadar geç kaldınız?”
Keiro gülümsedi. “Sakin ol. Aklo gaz bombalarını çalıştıramadı. Konuşarak zaman kazanman iyi oldu.” Kadına baktı. “Bunu neden getirdin ki?”
Finn omuz silkti, hâlâ sinirliydi. “O bir rehine.”
Keiro tek kaşını kaldırdı. “Uğraşmaya değmez.” Başını silahı tutan adama çevirdi; adam parmağını tetikte gezdirdi. Maestra’nın yüzü beyazdı.
“Yukarıda canımı tehlikeye atmamın karşılığını alamayacağım yani.” Finn’in sesi sakindi. Kımıldamıyordu ama Keiro ona bakıyordu. Bir an bakıştılar. Sonra kan kardeşi sakince konuştu: “Kadını istiyorsan senin olsun.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıIncarceron
- Sayfa Sayısı440
- YazarCatherine Fisher
- ÇevirmenDost Körpe
- ISBN6055360276
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mahrem ~ Anna Campbell
Mahrem
Anna Campbell
Sadece birkaç öpücük nasıl bu kadar fırtınalı bir arzu yaratabilir? Güzel Grace Paget kaçırılmış, gizlice uzaktaki bir çiftliğe götürülmüş ve hiç tanımadığı bir adamın...
- İhtiyarlara Yer Yok ~ Cormac McCarthy
İhtiyarlara Yer Yok
Cormac McCarthy
Modern Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan, sıklıkla Herman Melville ve William Faulkner gibi ustalarla kıyaslanan Cormac McCarthy kariyeri boyunca Güney gotiği, Western...
- Agnes Grey ~ Anne Bronte
Agnes Grey
Anne Bronte
Yazıldığı yıllarda Acton Bell imzasıyla yayımlanan Agnes Grey, Brontë kardeşlerin en küçüğü Anne Brontë’nin ilk romanı. Yazarın yaşamından izlerin belirgin şekilde görüldüğü roman, dönemin...