Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İmkansız Öyküler
İmkansız Öyküler

İmkansız Öyküler

Ambrose Bierce

Döneminin en çekinilen eleştirmeni, ünlü köşe ve önemli öykü yazarlarından biri olan Ambrose Bierce, hicvi ve sivri dilliliğiyle Melville ve Ernest Hemingway’le süregelen Amerikan…

Döneminin en çekinilen eleştirmeni, ünlü köşe ve önemli öykü yazarlarından biri olan Ambrose Bierce, hicvi ve sivri dilliliğiyle Melville ve Ernest Hemingway’le süregelen Amerikan geleneğinin bir parçasıdır. İmkânsız Öyküler (Can Such Things Be?) ise, Edgar Allen Poe ile birlikte Amerikan gotik edebiyatının kurucularından sayılan yazarın, daha sonraları H.P. Lovecraft gibi yazarlara esin kaynağı olan korku öykülerini derlediği kitaplarından biridir. Gotik edebiyat türüne psikolojik bir boyut verenlerin başında gelen Bierce, bu edebiyat türünü dönemin Amerikan kültürüyle harmanlayarak da bir ilke imza atmıştır.

İmkânsız Öyküler: Korkunun psikolojisi.

***

ÖNSÖZ

Amerikan gotik edebiyatının kurucularından olan Ambrose Bierce, edebiyatta gerçekçilikten nefret eden, fantastik konulara eğilim duyan bir yazardır. Köşe yazılarına sivri dillilik olarak yansıyan çarpıcı üslubuyla ünlüdür. Üslubu o kadar etkileyicidir ki, büyük bir hayranı olan William Randolph Hearst, Orta Pasifik Demiryolu’nun dört büyük patronuna karşı yürüttüğü kampanyada kendisi adına Washington’a gidip senatoda konuşma yapmasını bile rica etmiştir.

Bu kitaptayer alan Bir Yaz Gecesi adlı öyküdeki “Henry Armstrong’un gömülü olduğu gerçeği, ona öldüğünü kanıtlamazdı; hep sabit fikirli biri olmuştu zaten,” ya da Halpin Frayser’ın Ölümü’ndeki, “Karanlık bir yaz gecesi, ormanın birinde rüya görmediği uykusundan kalkan bir adam, kafasını yerden kaldırdı ve dört bir yanındaki karanlığa bakıp ‘Catherine Larue,’ dedi. Başka da bir şey söylemedi, çünkü aslında bunu bile neden dediğini bilmiyordu,” gibi çarpıcı ve okuyucuyu merak içinde bırakan cümlelere kaynaklık eden de işte bu üsluptur.

Savaşın vahşetinin getirdiği yıkımın, insanlarda açtığı fiziksel ve ruhsal yaralar önemli temalarından biridir. En ünlü öykülerinden biri olan Chickamagua’da “alt çenesi olmayan” bir asker betimlemesi yapmaktadır. Coupe de Grace öyküsünde ise, savaşın fiziksel dehşeti, ölü ve yaralı askerlerin etleriyle beslenen yaban domuzlarıyla tasvir edilir. Elinizdeki kitaptaki Yeniden Üstlenilen Bir Kimlik adlı öyküdeyse savaşın açtığı ruhsal yaralar, yıllar geçmesine rağmen kendini hâlâ iç savaşın ortasında sanan, Hazen Alayı’nın bir askerinde vücut bulur. Ambrose Bierce’da iç savaşta, Hazen Alayı’nda çarpışmıştır. Bunun, yazarın gerçek yaşam deneyimleriyle beslenen bir tema olduğu açıktır.

Bierce, gotik edebiyatı iç savaş, Çinli göçü, altına hücum gibi son derece Amerika’ya özgü meselelerle beslemiştir. Örneğin, Ölüadam’daki Gece İşleri ve Perili Vadi gibi öyküler, yanlarındaki Çinli hizmetkârları öldüren Amerikan vatandaşlarını konu alır. Ölüadam’daki Gece İşleri’nin kahramanı aynı zamanda bir altın arayıcısıdır. Mary Shelley’nin Frankeinstein’ına benzer bir “doğanın işine karışılmaz” teması içeren Moxon’un Efendisi ise, neredeyse felsefi bir deneme olmasıyla ön plana çıkar.

Bierce’ın öykülerinde görülen önemli temalardan biri de, gerçeklikle hayal arasındaki çatışma ve zıtlıktır. Chickamagua öyküsü, elinde tahta kılıcıyla yaralı askerleri kızıl bir alev topuna doğru iteleyen, savaşı bir oyun gibi gören çocuğun, gittikleri yerin aslında kendi evi olduğunu fark etmesiyle biter. Burada, iç savaşın getirdiği yıkım teması göze çarpmaktadır. Yazarın en ünlü öyküsü Baykuş Boğazı Köprüsü Olayı ise, asılmak üzereyken boynuna geçirilen ilmiğin kopmasıyla evine koşup karısına kavuşan bir adamı konu alır. Öykünün sonunda okuyucunun keşfettiği şey, bütün bunların aslında adamın hayalinin bir ürünü olduğudur.

Aynı tema bu kitaptaki öykülerde de görülmektedir. Carcosa’nın Bir Sakini’nde, gittiği gerçeküstü diyarda fantastik varlıklarla karşılaşan adam, aslında hasta yatağında yatmakta ve bütün herşeyi hastalığıyla mücadelesinin bir dışa vurumu olarak yaşamaktadır. Macarger Kanyonunun Sırrı’ndaki avcınınsa, gerçek dünyayla hayal âlemi arasındaki gidiş gelişini, sönmek üzereyken canlanan bir ateş temsil eder. Hayal âleminde gördüğü irkiltici şeyler üzerine –ki bunlar aslında geçmişte yaşanmış olaylardır; yani ortada psişik bir olay vardır– adam, “Ömrüme ömür katacağını söyleseler o küçük alevin bir daha sönmesine izin vermezdim,” sözleriyle hayal âlemiyle arasındaki bağları kopartır.

Kinizmiyle beslenen ironi de, eserlerinde görülen yaygın öğelerden biridir. Yukarıda bahsedilen üslubu, bu ironi anlayışının izlerini taşır. Örneğin, Chickamagua’daki çocuk, savaşın romantizminden öylesine etkilenmiştir ki çevresindeki savaşın gerçek vahşetini öykünün sonuna kadar kavrayamaz. Ama belki de Bierce’ın bu ironi anlayışının en güzel örneği Fantastic Fables’daki (Fantastik Fabllar) İki Skeptik’te görülür. Modern çağa özgü bu fabl, sanki Bierce’ın hayata bakışını da özetlemektedir:

“Bazı putperestler, taptıkları İdol iyice yıpranınca onu denize atıp, yerine yenisini dikmişler ve dibinde hep beraber tapınmaya başlamışlar. ‘Bütün bunlar ne demek oluyor?’ diye sormuş Yeni İdol. ‘Neşe ve hüzün kaynağı Babamız,’ demiş Baş Rahip, ‘biraz sabırlı olun da size kutsal dinimizin doktrinleriyle ayinlerini açıklayayım.’ Bir yıl boyunca teoloji eğitimi gören Yeni İdol, kendini ateist ilan edip nehre atılmayı talep etmiş. ‘Bu canınızı sıkmasın,’ demiş Baş Rahip, ‘ben de öyleyim.’”

Alican Azeri
Nisan 2004, İstanbul

İMKÂNSIZ ÖYKÜLER

HALPİN FRAYSER’IN ÖLÜMÜ

I

Gözle görülenin ötesinde değişimler gelir ölümle birlikte. Genelde, bedenden ayrılan ruhun zaman zaman çeşitli vesilelerle geri gelip (eskiden üzerine giydiği vücudun içinde) kanlı canlı karşımıza çıkmasıdurumuna rastlansa da, ara sıra içinde ruh olmayan gerçek vücutların yeryüzünde gezindiği de olur. Böyle ayaklanmış bir garabetle karşılaşıp da anlatacak kadar yaşayabilenler, böyle bir garabetin ne yüreğinde ne de belleğinde şefkatten eser bulunmadığını, içinin sadece kinle dolu olduğunu doğrulayacaklardır. Ayrıca, yaşamlarında yumuşak huylu olan bazı ruhların, ölümden sonra tamamen şeytanileştikleri de bilinmektedir. –Hali.

Karanlık bir yaz gecesi, ormanın birinde rüyasız uykusundan uyanan bir adam kafasını yerden kaldırdı ve dört bir yanındaki karanlığa bakıp, “Catherine Larue,” dedi. Başka da hiçbir şey söylemedi, çünkü aslında bunu bile neden dediğini bilmiyordu.

Bu adam Halpin Frayser’dı. Eskiden St. Helena’da yaşardı; ancak, artık ölü olduğundan şimdi nerede ikamet ettiği bilinmiyor. Altında, kuru yapraklarla rutubetli topraktan, üstündeyse yaprakların kopup düştükleri dallarla, yeryüzünün kopup geldiği gökyüzünden başka bir şey olmadan ormanda uyumayı alışkanlık haline getirmiş bir kimse, öyle uzun bir ömür umamaz; üstelik Frayser da çoktan 32’sine basmıştı bile. Dünyada, uzağımızda ve yakınımızda, en seçkininden sürüyle, hatta milyonlarca insan var, bunu çok ileri bir yaş kabul eden. Bunlar çocuklardır. Yaşam yolculuğuna, yolculuğun başladığı limandan bakanlara, o kayda değer herhangi bir mesafeyi katetmiş olanlar, uzaklardaki kıyıya yanaşmalarına ramak kalmış gibi görünürler. Ancak, Halpin Frayser’ın o limanlara, açık havada uyuyup da kurda kuşa yem olduğu için mi varıp varmadığı belli değildir.

Bütün gününü Napa Vadisi’nin batısındaki tepelerde, güvercin ve benzeri sezonluk av hayvanları arayarak geçirmişti. Akşama doğru hava bulutlanmış, yolunu şaşırmıştı. Tek yapması gereken şey, sürekli yokuş aşağı inmekken –çünkü kaybolduğunda insanı her yerde güvenliğe götüren bir yoldur bu– takip edebileceği patikaların yokluğu elini kolunu öylesine bağlamıştı ki, daha ormandan çıkamadan gecenin pençesine düştü. O karanlıkta sık çalılıkları ve orman altı bitkilerini yarıp geçemediği için afallamış bir halde bitkinliğe yenik düşüp dev bir kocayemiş ağacının dibinde rüyasız bir uykuya dalıverdi. Ancak saatler sonra, gecenin tam ortasında, sayısız yol arkadaşının en önünde şafak çizgisiyle birlikte batıya doğru süzülen Tanrı’nın o gizemli ulağı, uykudaki kişinin kulağına, onu uyandıran sözcükleri fısıldadı, bunun üzerine kalkıp oturan bu kişi, nerden bildiğini ya da kimin adı olduğunu bilmediği bu ismi söyleyiverdi.

Halpin Frayser, ne filozof ne de bilim adamı sayılırdı. Geceleyin bir ormanın ortasında derin bir uykudan kalkıp anılarında hiçbir yeri olmayan ve hatta o anda bile aklında tutmakta zorlandığı bir ismi yüksek sesle söylemek, onda bu olayı araştırmak için hiçbir merak uyandırmadı. Bunun garip bir durum olduğunu düşündü ve mevsim normallerine göre soğuk olması gereken gecenin, mevsim normallerine uygun olduğunu onaylarcasına sırf öyle gerektiği için biraz titredikten sonra tekrar yatıp uyudu. Ama uykusu artık rüyasız değildi.

Bir yaz gecesinin çökmekte olan karanlığında beyaz görünen tozlu bir yol boyunca yürüyordu rüyasında. Döşeğin Ötesindeki Diyar’da sürprizler artık şaşırtıcılıklarını yitirdiklerinden ve yargılar kabuklarına çekildiklerinden yaptığı her şey ona basit ve doğal gelse de ne yolun nerden gelip nereye gittiğini ne de kendisinin neden o yolda olduğunu biliyordu. Biraz sonra bir yol ayrımına geldi. Belli ki daha az yürünen bir yan yoldu bu; çünkü şeytani bir şeylere doğru uzandığından uzun süre önce terk edilmiş gibi bir görünümü vardı, ama o yine de buyurgan bir zorunlulukla arkadan itekleniyormuşçasına hiç duraksamadan o yola saptı.

İlerledikçe yolunun, zihninde tam olarak canlandıramadığı, görünmez varlıklarca ele geçirildiğini fark etti. İki yanındaki ağaçların arasından gelen, garip bir dilde olmalarına rağmen kısmen anladığı bozuk ve anlamsız fısıltıları duyuyordu. Bunlar ona, bedeniyle ruhuna karşı kurulmuş canice bir komplonun bölük pörçük dile getirilmesi gibi geldi.

Artık gece çökeli çok olmuştu, ama yine de içinden geçtiği, bitmek bilmeyen orman gizemli bir ışıkla, herhangi bir çıkış noktasından yayılmayan, hiçbir şeyin gölgesini düşürmeyen hafif bir pırıltıyla aydınlanıyordu. Yeni yağmış bir yağmur sonucunda eski bir tekerlek izi oyuğundaki sığ birikinti kızıl parıltısıyla gözünü aldı. O da eğilip elini içine daldırdı. Ellerine sıvaşan bu sıvı kandı! O zaman etrafındaki her yerin kana bulanmış olduğunu fark etti. Yol kenarında sıra sıra büyüyen otlar, büyük yayvan yapraklarındaki kurumuş lekeler ve damlalarla gösteriyorlardı kana susamışlıklarını. Tekerlek izleri arasındaki kuru toz öbekleri sanki kızıl bir yağmur tarafından delik deşik edilmişlerdi. Ağaçların gövdelerini geniş kızıl lekeler kirletiyor ve kanlar, yapraklardan çiy tanesi gibi damlıyordu.

Bütün bunları, doğal bir beklentinin gerçekleşmesinin getirdiği tatmine pek de aykırı olmayan bir dehşetle gözlemledi. Her şey, bilincinde olmasına rağmen tam olarak hatırlayamadığı bir suçun kefaretiymiş gibi geliyordu. Bu bilincinde olma hali, çevresini saran şeylerdeki tehdit ve gizemlere eklenmiş bir dehşet unsuruydu. Bütün hayatını gözlerinin önüne getirmeye çalışarak günah işlediği anı kafasında canlandırmak için umutsuzca çabaladı. Sahneler ve olaylar kargaşa içinde aklına doluşurken bir resim diğerinin yerini alıyor ya da kargaşa ve belirsizlik içinde bir diğeriyle bütünleşiyordu, ama aradığı şeyin en ufak izini bile herhangi bir yerde yakalayamadı. Bu başarısızlık, içindeki dehşeti artırdı; kimi neden öldürdüğünü bilmeden kendini gizli bir cinayet işlemiş birigibi hissetti. Durum alabildiğine ürperticiydi. Gizemli ışık da tek kelime etmeden, fesatla içinde yanmaya devam ediyordu üstelik. Herkesin melankolik ya da uğursuz olarak gördüğü ağaçlar, şu zararlı bitkiler, huzurunda kendisine karşı o kadar açıkseçik bir komplo içindeydiler ve bu dünyadan olmadıkları son derece belli yaratıkların irkiltici fısıltılarıyla iç geçirişleri o kadar gürültülüydü ki, daha fazla katlanamayıp konuşmasını ve hareket etmesini engelleyen habis büyüyü kırmak için gösterdiği büyük çabayla ciğerlerini patlatırcasına bağırdı! Çatlak sesi, sanki sonsuz sayıda yabancı sesler yığınına dönüşüp kekeleye kekeleye ormanın uzak diyarlarına giderek sessizliğe gömüldü. Ama bir direniş başlatmış ve cesareti yerine gelmişti. Şöyle dedi:

“Sesimi duyurmadan boyun eğmeyeceğim. Bu melun yoldan geçen tekinsiz olmayan güçler de vardır belki. Onlara bir belge, bir yakarış bırakacağım. Katlanmak zorunda kaldığım zulmü ve hatalarımı nakledeceğim: Ben ki, çaresiz bir ölümlü, bir tövbekâr, suçsuz bir şairim!” Halpin Frayser tövbekâr olduğu kadar, aynı zamanda şairdi de; ama sadece rüyasında.

Giysisinden, yarısı not defteri olan küçük, kırmızı deri cüzdanını çıkardığında kalemi olmadığını fark etti. Bir çalılıktan ince bir dal koparıp kan göletlerinden birine batırarak hızla yazmaya koyuldu. Daha dalın ucu kâğıda bile değmemişti ki, ölçülemez bir uzaklıktan büyük, vahşi bir kahkaha yükseldi; ses sanki, gittikçe yükselerek yakınlaştıkça yakınlaşıyordu; gece yarısı göl kenarında tek başına oturan bir zırdelininkine benzeyen, ruhsuz, kalpsiz, neşesiz bir kahkaha; yaklaştığını haber verdiği o doğaüstü çığlıkla son bulan, sanki kendisini dile getiren o lanetli varlık, dünyanın ucundan geldiği gibi geri çekiliyor, kahkaha azar azar sessizliğe gömülüyordu, ama adam bunun böyle olmadığını, bu varlığın hâlâ yakınında kıpırdamadan durduğunu hissetti.

Garip bir his usulca bedenini ve zihnini sarmaya başladı. Duyularından birinin etkilenip etkilenmediğini ya da hangi duyusunun etkilendiğini söyleyemezdi; onu daha çok bilinciyle hissediyordu, çevresindeki görünmez varlıklardan farklı bir türden ve güç açısından da onlardan daha üstün bu doğaüstü kötülük timsali, baskın varlığın gizemli zihinsel özgüveniydi duyumsadığı. Şu korkunç kahkahayı atanın o olduğunu biliyordu. Ve şimdi, hangi yönden olduğunu bilmiyor, tahmin etmeye korkuyordu, ama o şey kendisine doğru geliyordu işte. Daha önce bütün korkuları, kendisini şu anda esir alan devasa dehşetin içinde eriyip kaybolarak unutulup gitmişti. Aklında tek bir düşünce vardı; eğer varlığının son buldurulması lütfundan mahrum bırakılırsa belki bu perili ormana yolu düşen iyi niyetli ruhlar bir gün kendisini kurtarırlar diye yazılı bir yakarışı tamamlamak. Elinde, ucundan yenilenmeden kan damlayan çubuğu, korkunç bir hızla yazmaya koyuldu, ama cümlenin birinin ortasında elleri, iradesine hizmet etmeyi bıraktı;

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Dünya Klasikleri Hikaye
  • Kitap Adıİmkansız Öyküler
  • Sayfa Sayısı300
  • YazarAmbrose Bierce
  • ÇevirmenAlican Azeri
  • ISBN9789756323304
  • Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
  • YayıneviBORDO SİYAH / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Aslında Ayrılık da Yoktur ~ Seda DikerAslında Ayrılık da Yoktur

    Aslında Ayrılık da Yoktur

    Seda Diker

    Hz. Mevlana ve Şems-i Tebrizi ilahi, yani Gerçek Aşkın yolunda yanmışlardı. Günümüzde de bu tarz aşkın kapısını aralayabilen insanlar var. Peki biz sıradan insanlar...

  2. İlk Aşk ~ Ivan Sergeyeviç Turgenyevİlk Aşk

    İlk Aşk

    Ivan Sergeyeviç Turgenyev

    Turgenyev bu uzun öyküde, görünüşte bir “aşk üçgeni” çıkartıyor karşımıza. Ama aslında bir “aşk-çokgeni” bu; çökmeye yüz tutmuş taşradaki aristokrat bir ailenin genç kızı...

  3. Maurice ~ E. M. ForsterMaurice

    Maurice

    E. M. Forster

    Forster’ın ölümünden sonra yayımlanan romanı Maurice, bir gencin gerçek cinsel kimliğini keşfetme sürecini izliyor. Üst sınıfa mensup, saygın bir Londralı ailenin oğlu olan Maurice...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur