Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İmgelenen, İmgesel ve Simgesel
İmgelenen, İmgesel ve Simgesel

İmgelenen, İmgesel ve Simgesel

Maurice Godelier

Hiç kuşku yok ki mitlerde ve dinlerde imgelenen şey, buna inananlar tarafından asla salt bir imgelem olarak düşünülmez, tersine, gündelik yaşamda deneyimlenen gerçeklikten bazen…

Hiç kuşku yok ki mitlerde ve dinlerde imgelenen şey, buna inananlar tarafından asla salt bir imgelem olarak düşünülmez, tersine, gündelik yaşamda deneyimlenen gerçeklikten bazen daha gerçek olarak algılanır. Eğer böyleyse, gerçek olandan daha gerçek olan bu imgesel nedir? Ve elbette bu durumda, gerçek nedir? Lévi-Strauss “gerçek”, “simgesel” ve “imgesel” olanın “üç ayrı düzen” olduğunu ileri sürse de Maurice Godelier bu çalışmasında, gerçek olanın simgesel ve imgesel düzlemlerden ayrılamayacağını maharetle gösteriyor. Kutsal törenler, nesneler ve mekânlar, insanlığın bir kısmı için Tanrı’nın, tanrıların ya da ruhların varlığının gerçekliğine ve dolayısıyla da hakikative tanıklık etmiyor mu? Simgesel; düşüncenin ötesine geçerek tüm bedeni, bakışları, jestleri ve bir o kadar da tapınakları, sarayları, araç-gereci, yiyecekleri, dağları, denizi, gökyüzünü, yeryüzünü istila eder ve harekete geçirir: Simgesel gerçektir.

Bu çalışma hiç şüphesiz bizi sosyal bilimlerin kalbine götürüyor. Çünkü imgeselin ve simgeselin doğası ve rolünü sorgulamak, toplumsal yaşamın başlıca bileşenlerini ve insani varoluşun temel veçhelerini de sorgulamaktır. İnsanlar gerçeği nasıl üretir? İmgesel olan hangi yollarla gerçek statüsü kazanır? Gerçeği simgeselden ya da imgeseli simgeselden ayırt etmek mümkün müdür? Simgeler simgeledikleri şeylerden daha mı gerçektir? Son dönem Fransız antropolojisinin en üretken ve en tanınmış isimlerinden Maurice Godelier, sadece kendi disiplini antropoloji içerisinden değil, felsefe ve tarih gibi alanlarda da sorgulamayı sürdürerek bu türden çetrefilli sorulara yanıt arıyor.

İÇİNDEKİLER
Önsöz…………………………………………………………………… 7
Referans Noktaları ……………………………………………….. 13
I. Birkaç Sabit Hakkında ……………………………………….. 21
II. Bilinç ve Düşünce …………………………………………….. 29
III. Dil ve Düşünce………………………………………………… 33
IV. Simgesel İşlev………………………………………………….. 45
V. İmgele(n)mek Nedir? ………………………………………… 57
VI. Oyun Oynamak Nedir? …………………………………….. 69
VII. Sanat……………………………………………………………. 79
VIII. Gerçek Dışıdan Gerçeküstüne………………………….. 91
Sonuç……………………………………………………………….. 173
Kaynakça…………………………………………………………… 179

Önsöz 

Neden bu kitap ve neden bu başlık? Çünkü, ilk olarak, imgelenen her şey imgesel değildir. İmgelenen her şey düşünce tarafından imgelendiğine göre, düşüncenin neden ve nasıl bazı alanlarda imgesel olan imgeleneni ürettiğini diğer alanlarda ise imgesel olmayan imgelenen ürettiğini analiz etmemiz gerekir. Sartre, L’Imagination [İmgelem] ve L’Imaginaire [İmgesel] üzerine iki kitabında aslında çok stratejik olan bu ayrımı yapmamıştır.

Herkes günlük deneyimlerinden bilir ki verili bir anda bilinç yoluyla orada olabilir, ama düşünce yoluyla ise aynı anda başka yerde olabiliriz, her ne kadar bilinç de düşünce olsa da. Yine herkes bilir ki düşünce kendisini şimdinin ötesine taşıdığında, artık var olmayan ama bir zamanlar var olmuş olayları zihinde yeniden canlandırmakla, tıpkı çocukluk döneminden hatırlanan sahneler gibi, henüz var olmayan ama gelecekte var olacak olayları zihinde kurmak, örneğin bir sonraki tatilde planlanan İstanbul gezisi gibi ya da var olması imkânsız ama yine de kurgulayabileceğimiz olayları imgelemek, tıpkı milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bir gezegenden gelen bir uzay gemisinden inen dev örümceklerin Dünya’yı istila etmesi gibi, tüm bunlar aynı şeyler değildir.

Birkaç çeşit imgesel vardır ve hâliyle bunların her biriyle olan ilişkimiz aynı değildir. Meseleyi daha sarih bir şekilde ortaya koymak için, bu imgesellerin çok hatta fazlasıyla kısa bir envanterini çıkarmak gerekir ve ileride de görüleceği üzere, bu imgeselleri birbirinden ayıran şey her zaman imgelenin gerçekle olan özel ilişkisinden kaynaklanıyor gibidir. O hâlde kaçınılmaz soru şudur: Gerçek nedir? 

Dünyadaki tüm çocukların oyun oynadığını ve birçoğunun yetişkinken de oyun oynamaya başka oyunlarla devam ettiğini hatırlayarak oyun alanını ele alalım. Kovboyculuk oynayan, elinde ses çıkaran ama kimseyi öldüremeyen tabancalar sallayan çocuk, kovboyculuk oynarken “gerçek” bir kovboy olmadığını (ve olduğunu) bilir. Hatta daha küçükken, oyuncak ayısını halıya çiş yaptığı için azarladığında da Teddy’nin “gerçek” bir ayı olmadığını ve “gerçekten” çiş yapmadığını zaten biliyordu. 

Sanat alanını ve Antik Çağ’dan bu yana, dâhi bir şaire, Homeros’a atfedilen İlyada ve Odysseia örneğini ele alalım. Belki de Homeros bu başyapıtların tek yazarı değildi, ama kahramanlıklarını terennüm ettiği Akhilleus ve Ulysses de değildi. Belki Akhilleus ve Ulysses de “gerçekten” hiç var olmadılar, ama Ulysses’in Troya’nın düşüşünden sonra sadık karısı Penelope’nin yıllardır onu beklediği İthaka’ya doğru yelken açarken karşılaştığı Kiklopların ölümcül pençesinden Kirke’nin aşk dolu kucağıyla tehdit edilmesine dek birçok tehlikenin hikâyesini heyecanla dinliyoruz. 

Bir şairin ve şiirinin tarihi olguları olduğu gibi resmetmesini elbette beklemiyoruz. Tarihsel olgular da gerçek ile imgeselin bir karışımı değil midir? Birkaç bin yıl öncesine ait yazıtlar ve anıtlar bize Babil Kralı Nebukadnezar’ın (M.Ö. 605-562) Mısırlıları yenip Kudüs’ü ele geçirmesinin (597) ardından Yahuda Kralı da dâhil Suriye’den Arabistan’a kadar tüm büyük şehirlerin krallarına boyun eğdirdikten sonra kendisini kralların kralı ilan ettiğini ve ittifak kurduğu tanrı Marduk’un tanrıların en büyüğü olduğunu ve kendisini zaferden zafere koşturduğunu2 söylediğinde profesyonel bir tarihçi, ancak ve ancak imgesel varlıkların ve dünyaların varlığına olan inançla açıklanabilecek bu gerçek olgularla ne yapabilir?

Ancak bu noktada bir paradoksla karşı karşıyayız. Eğer II. Nebukadnezar gerçekten de tanrı Marduk’un kendisini zaferden zafere koşturduğuna inanıyorduysa, dinsel olanın ve şu ya da bu dinle ilişkili, hatta onunla kaynaşmış siyasi iktidar biçimleri alanındayız demektir. Burada paradoks şudur ki, bu dinlerin ve iktidar biçimlerinin temelini oluşturan ve onları destekleyen imgesel ona inananlar tarafından hiçbir zaman imgesel olarak düşünülmez ya da deneyimlenmez. Bilakis, bu imgesel insanların gündelik hayatlarında deneyimledikleri gerçeklerden daha gerçek olarak algılanır ve deneyimlenir. O hâlde gerçek olandan daha gerçek olan bu imgesel gerçeküstüdür. Eğer böyleyse bir kez daha soralım, gerçek nedir? Burada, mitlerde “gerçek, simgesel ve imgesel”in “üç ayrı seviyeyi” ifade eder diyen Lévi-Strauss’u3 takip edebilir miyiz? Bu, belki mitler için doğru olabilir (buna daha sonra geri döneceğiz) ancak tanrıların veya Tanrı’nın var olduğu gerçekliğine dolayısıyla da bunların hakikatine, elbette ruhların ve ataların varlığının gerçekliğine de açıkça tanıklık eden ayinler, kutsal nesneler, tapınaklar vb. söz konusu olduğunda bu doğru değildir. Ve bu hakikate tanıklık eden her şey aynı zamanda birer simgedir. Burada bir kez daha inanç alanındayız ve simgesel burada en üst seviyede bir rol oynar. O hâlde gerçeği simgeselden ya da imgeseli simgeselden nasıl ayırt etmek gerekir? Simgeler simgeledikleri şeylerden daha mı gerçektir?4 Peki simgesel nedir ve simgesel, gerçeği imgeselden ayırmamıza yardım edebilir mi? Eğer simgesel işlev, insanlar için anlam ifade eden her tür faaliyet ve düşünce için a priori bir koşulsa bu pek mümkün olmayabilir. Çünkü simgesel işlev, insanların düşündükleri ve yaptıkları kadar düşünmek ya da yapmak istemedikleri ya da yapamadıkları şeyleri de ifade etmelerini sağlayan tüm olası gösterge biçimlerinin kaynağını teşkil eder. 

Bu yüzden, simgesel, düşüncenin ötesine geçer, tüm bedeni, bakışları, jestleri, duruşları ve bireylerin ötesine uzanan her şeyi, bireylerin dünyaya atfettikleri tüm anlam bütünlerini tapınakları, sarayları, araç gereçleri, yiyecekleri, dağları, denizi, gökyüzünü, yeryüzünü, tüm bunları düşünüldüğü ve hissedildiği şekliyle kapsar ve harekete geçirir. 

Kelimeler simge olduklarından ve kendileri olmayan şeyleri belirttiklerinden dolayı dil elbette simgesel işlevin merkezinde yer alır. Ancak dil simgesel olanın tamamı değildir ve onu tamamıyla kapsamaz Simgesel, her türden faaliyet ya da düşüncede mevcutsa eğer, simgeler matematikte, sanatta ya da dinlerde aynı içeriğe ve aynı role sahip olamaz. Öyle görünüyor ki, simgeler dini inançlara hizmet etme amacıyla icat edildiklerinde içlerinden bazılarının doğası değişmiş ve bunlar gerçek bir dönüşüm geçirmiştir. Maskeler, ikonlar, dini metinler vb. bir kez kutsal nesneler hâline gelince işaret ettikleri görünmez varlıkları kendi içlerinde barındırır gibidirler. Sanki her şey, bu görünmez varlıklar, insanlarla iletişime geçmek ve onların katılımını talep etmek için, yine insanlar tarafından üretilmiş simgeleri sahiplenmiş gibi gelişir. 

İşte bunlar keşfetmeye çalışacağımız alanlar ve bunu yaparken kat edeceğimiz aşamalardır. 

Son bir söz: Bir antropolog olarak, her şeyden önce belirli bir toplumun üyeleri veya bir dinin mensupları tarafından “paylaşılan” imgeselleri analiz edeceğimiz unutulmamalıdır. 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur