“Bellekler tablasını parçalara ayırdım, parçaları grupların etkili ve bilge kişilerine emanet ettim…”
On beş yıl sonra karşılaştılar… İki eski sevgili Keira ve Adrian. İkisi de ayrı yollardan aynı hedefe yürüyen iki biliminsanıydı. Evrenin bilinmeyenlerini keşfetmek, bilinenleri tersyüz ederek çok ötelere ulaşmak… Biri ilk güne, biri ilk insana… Uzun bir serüven başladı; ölüm, her adımda onların yolunu gözlüyordu…
“Yaptığınız keşifleri açıklayacak olursanız, ilk gün, dördüncü dünya ülkelerinde yüz binlerce insan ölecek, ilk hafta içinde de üçüncü dünya ülkelerinde milyonlarca insan ölecek. Ertesi hafta, dünyanın göreceği en büyük göç dalgası başlayacak. Bir milyar aç insan, kendilerinde olmayana el koymak amacıyla kıtaları aşmak için denizlere açılacak. Herkes gelecek için ayırdığı birikimiyle günü kurtarmaya çalışacak. Beşinci hafta, ilk gece başlamış olacak.”
***
Adım Walter Glencorse, Londra Kraliyet Bilimler Akademisi’nde yöneticiyim. Adrian’la bir yıldan daha kısa bir süre önce, Şili’deki Atacama astronomi kampından İngiltere’ye apar topar geri döndüğü sırada karşılaştım; orada, evrende var olan ilk yıldızı keşfetmek amacıyla gökyüzünü gözlemliyordu.
Adrian çok yetenekli bir astrofizikçidir ve aylar içinde aramızda gerçek bir dostluk kuruldu.
Onun tek düşü evrenin kökeni konusundaki çalışmalarım sürdürmek, ben de mesleki bakımdan güç durumda bulunduğum, Akademi bütçesi de felaket durumda olduğu için onu Londra’da, kazananın cömertçe ödüllendirileceği bir yarışma düzenlemiş olan bir bilimsel vakfın üyeleri karşısında boy gpstermeye ikna ettim.
Projesinin sunumunu haftalarca gözden geçirdik, bu süre zarfında onunla aramızda güzel bir dostluk oluştu; ama dost olduğumuzu zaten söylemiştim, değil mi?
Yarışmayı kazanamadık; ödülü genç, çok coşkulu olduğu kadar, çok da kararlı olan bir kadın arkeolog aldı. Etiyopya’daki Omo Vadisi’nde arkeolojik kazı yaptığı sırada çıkan bir kum fırtınası çalışmalarını sürdürdüğü kampı yerle bir etmiş, kısa süre önce Fransa’ya geri dönmek zorunda kalmıştı.
Her şeyin başladığı akşam, ödülü kazanıp insanlığın kökeni üzerindeki araştırmalarım sürdürebilmek amacıyla Afrika’ya geri dönme umudu içinde o da Londra’da bulunuyordu. Yaşamdaki rastlantılar tuhaftır; Adrian vaktiyle o genç arkeoloğu, Keira’yı tanımıştı; bir yaz aşkı yaşamışlar ama daha sonra birbirlerini görmemişlerdi.
Biri zaferini, öteki ise başarısızlığım kutluyordu; geceyi birlikte geçirdiler ve Keira ertesi sabah Adrian’a yeniden canlanmış eski bir tutkuyu ve Afrika’dan getirdiği tuhaf bir kolyeyi bırakarak geri döndü; kolye, Etiyopyalı küçük bir erkek çocuğun, Keira’nm yanına aldığı ve derinden bağlandığı Harry’nin bir yanardağın ağzında bulduğu bir taştı.
Keira gittikten sonra, Adrian fırtınalı bir gecede o kolyenin şaşırtın özellikleri olduğunu keşfetti. Çok güçlü bir ışık kaynağı, örneğin çakan bir şimşeğin ışığı içinden geçtiğinde taş çevreye noktalar halinde milyonlarca ışık saçıyordu.
Adrian onun ne olduğunu anlamakta gecikmedi. O noktalar, insana çok tuhaf gelse de gök kubbenin bir haritasını oluşturuyordu ama bu rastgele bir harita değil, gökyüzünün bir parçasını, yıldızlan Dünya’nm üzerinde bundan dört yüz milyon yıl önce göründüğü şekliyle gösteren bir haritaydı.
Bu olağanüstü keşiften güç atan Adrian, Keira’nm yanına Omo Vadisi’ne gitti.
Ne yazık ki o tuhaf nesneyle ilgilenen yalnızca Adrian ve Keira değildi. Keira, Paris’teki kız kardeşine yaptığı bir ziyaret sırasında, Ivory adında bir etnoloji profesörüyle tanıştı. O kişi benimle temasa geçti ve beni, Adrian’ı araştırmalarını sürdürmesi konusunda cesaretlendirmeye en bayağı şekilde -bunu itiraf ediyorum- ikna etti.
Yapacağım bu hizmet karşılığında bana bir miktar para verdi ve Adrian’la Keira çalışmalarını bir sonuca bağlayabilirse Akademi’ye cömert bir bağışta bulunmayı vaat etti. Pazarlığı kabul ettim. O sıralarda Adrian ve Keira’nın peşinde gizli bir örgüt bulunduğundan ve bu örgütün Ivory’nin tersine, ne pahasına olursa olsun onların haritanın öteki parçalarını da bulmalarını engellemekten başka hiçbir amaç gütmediğinden haberim yoktu.
Yaşlı profesörün bilgilendirdiği Keira’yla Adrian, eski yanardağın ağzında bulunan taşın tek örnek olmadığını kısa sürede öğrenmişti. Bunun üzerine öteki parçaları da bulmaya karar verdiler.
Bu araştırma anlan Afrika’dan Almanya’ya, İngiltere’den Tibet sınırına, sonra Myanmar üzerinden gizli olarak Andaman Adaları’na kadar uçmaya sürükledi; Keira, Narcondam Adası’nda toprağın altından, elindeki taşla karşılaştınlabilecek ikinci bir taş çıkarttı.
İki taş parçası bir araya getirildiğinde tuhaf bir olay meydana geldi: Taşlar birbirini mıknatıs gibi çekti, sonra, o zamana kadar görülmemiş mavi bir renge bürünüp binlerce parıltıyla ışıldamaya başladı. Adrian’la Keira bu yeni keşiften sonra daha da heveslenip gizli örgütün tehdit ve uyarılarına aldırmayarak Çin’e hareket ettiler.
Bu organizasyonun içinde, her biri büyük bir kentin adını kendine takma ad olarak almış üyeleri arasında yer alan İngiliz lordu Sir Ashton tek başına şövalyelik taslayarak Keira veAdrian’a oyolculuğu ne pahasına olursa olsun yaptırmamaya karar verdi.
Onları araştırmalarını sürdürmeye heveslendirmekle ne yapmıştım ben? Gözümüzün önünde bir rahip öldürüldüğünde bize hangi mesajın verildiğini neden anlamamıştım? Durumun ciddiyetini neden fark etmemiş, olup bitenlerden sonra Profesör Ivory’ye başının çaresine ben olmadan bakmasını söylememiştim? Adrian’ı o yaşlı adam tarafından kullanıldığı konusunda neden uyarmamış ve dostu olduğumu söylediğim o insanı yönlendirmeyi neden kabullenmiştim?
Adrian’la Keira Çin’den ayrılmaya hazırlanırken korkunç bir suikastın kurbanı oldular. Dağyolunda, bir araba onlann cipini bir akarsu yanğına itiverdi. Araba Huang Irmağı’nın sulanna gömüldü. Adrian, kaza sırasında kıyıda bulunan keşişler sayesinde boğulmaktan kurtuldu ama Keira’nm bedeni bir daha su yüzüne çıkmadı. Nekahet döneminden sonra Çin’den yurduna geri gönderilen Adrian, yeniden Londra’da çalışmayı kabul etmedi. Keira’nm kaybolmasıyla yıkıldığı için, çocukluğunu geçirdiği Yunan adası Hydra’ya sığındı. Adrian, İngiliz bir babayla Yunanlı bir anneden doğmuştu.
Aradan üç ay geçti. O, sevdiği insanın yokluğunun ansım çekerken ve ben, suçluluk duygusundan deliye dönmüş durumda kendi kendimi yerken, Akademi’ye onun adma Çin’den bilinmeyen biri tarafından gönderilen bir koli geldi.
Kolinin içinde Keira’nın eşyaları vardı, o eşyaları Keira’yla Adrian bir manastırda bırakmışlardı; aynca bir dizi de fotoğraf vardı ki, o fotoğraflarda Keira’yı hemen tanıdım. Alnında tuhaf bir yara izi vardı. O zamana kadar hiç görmediğim bir yara izi. Ivory’yi durumdan haberdar ettim; o da beni bunun Keira’nm belki de o kazadan kurtulduğunu gösteren bir kanıt olabileceğine inandırdı.
Yüz kez, çenemi tutmak, Adrian’ı rahat bırakmak istedim; ama böyle bir şeyi ondan nasıl saklayabilirdim?
Bunun üzerine Hydra’ya gittim ve Adrian, yine benim yüzümden, umut içinde Beijing’e uçtu.
Bu satırları günün birinde Adrian’a vermek, böylelikle de suçumu itiraf etmek için yazıyorum. Onun bunları okuyabilmesi ve ona yaptığım kötülüğü bağışlaması için her akşam dua ediyorum.
Atina, bu yılın 25 Eylülü,
Walter Glencorse
Kraliyet Bilimler Akademisi yönetici yardımcısı
*
307 numaralı oda. O odada ilk kez uyuduğumda manzaraya hiç dikkat etmemiştim, o dönemde mutluydum ve mutluluk insanı dikkatsiz kılar. Bu küçük masanın başında, pencerenin önünde oturuyorum, Beijing önümde uzanıyor ve ben kendimi şimdiye kadar hiç b öylesine yitik hissetmemiştim. Başımı çevirip yatağa bakma düşüncesine bile katlanamıyorum. Senin yokluğun içime, hiç durmaksızın kendi yolunu kazan küçük bir ölüm gibi girdi. Kamımın içinde bir köstebek var. Onu, kahvaltıda bol bol baijiu* içerek uyuşturmaya çalıştım ama pirinç alkolüne bile bana mısın demiyor.
Gözümü hiç kırpmadan on saatlik bir uçak yolculuğu yaptım, yeniden yola koyulmadan önce uyumam gerek. Çok kısa sürecek bir bilinçsizlik hali, burada yaşadıklarımızın gözümün önünden geçmeyeceği bir kendini bırakma hali, tek isteğim bu.
Orada mısın?
Banyo kapısının aralığından bana bunu sormuştun; bundan birkaç ay önceydi. Bugün, kullanılan bir musluktan damla damla akıp kurumuş bir lavaboya çarpan suyun sesini artık duymuyorum.
Sandalyeyi itip kalkıyor, sırtıma bir yağmurluk geçirip otelden çıkıyorum. Bir taksi beni Jingshan Parkı’na bırakıyor. Gül bahçesini geçip bir su havuzunun üzerindeki taş köprüye yöneliyorum.
Burada olmaktan mutluyum.
O zaman da mutluydum. Bir de, kendimizi keşiflere kaptırmış halde, hangi yazgıya doğru bilinçsizce koştuğumuzu da bilebilseydim. Zaman dondurulabilseydi onu şu anda durdururdum. Geriye dönülebilseydi o âna dönerdim…
Bu dilekte bulunduğum yere, Jingshan Parkı’nın yollarından birinin üzerindeki o beyaz gül ağacının dibine geri döndüm. Ne var ki zaman durmadı.
Yasak Kent’e kuzey kapısından giriyorum, yalnızca senden kalan bazı andarın rehberliğinde parkın yollarına yöneliyorum.
Büyük bir ağacın yakınında, bir resifi andıran, çok uzun sayılamayacak bir süre önce üzerinde çok yaşlı Çinli bir çiftin oturduğu taş bankı arıyorum. Onları orada bulabilirsem belki biraz yatışabilirim, zira onların gözünden ikimizin geleceğini okur gibi olmuştum; belki de yalnızca bizi bekleyen geleceğe gülüyorlardı, kim bilir?
Sonunda o bankı buldum, üzerinde kimse oturmuyordu. Banka uzandım. Bir söğüdün dalları rüzgârda salınıyordu ve onların tembel tembel salınışıyla ben de sallanıyordum. Gözlerimi kapadığımda senin bozulmamış yüzünü gördüm ve uyuyakaldım.
Bir polis memuru beni uyandırıp başka yere gitmemi rica etti. Gece oluyor, gelenler artık parkta konuk sayılmıyor.
Otele döndüğümde odama çıkıyorum. Kentin ışıkları karanlığı ötelere itiyor. Yatağın örtüsünü çekip aldım, yere serdim ve üzerine kıvrıldım. Arabaların farları tavanda tuhaf biçimler oluşturuyor. Zaman kaybetmeye gerek yok, artık uyuyamayacağım.
Bagajımı topladım, resepsiyona hesabı ödedim ve arabamı garajdan çıkardım.
Arabanın konsolundaki GPS bana Xi’an yönünü gösteriyor. Sanayi kentlerine yaklaşıldığında gece siliniyor ve kırlık alanların karanlığında yeniden ortaya çıkıyor.
Shijiazhuang’da arabanın deposunu doldurmak için durdum, yiyecek bir şey almadım. Sen olsaydın, beni isteksizlikle suçlardın, belki de haksız olmazdın ama aç değilim, öyleyse midemdeki şeytanı neden uyandırayım?
Yüz kilometre sonra, bir yamacın tepesindeki terk edilmiş köyü buldum. Güneşin vadinin üzerine doğuşunu seyretmeye karar verdiğim için yamru yumru yola sapıyorum. Mekânların, birbirini seven insanların anısını sakladığı söylenir, bu belki bir yakıştırmadır ama ben bu sabah o düşünceye inanmaya gerek duyuyorum.
Dar, hayalet gibi sokaklarda dolaşıyor, ana meydandaki yalağı geçiyorum. Konfüçyüs tapınağının yıkıntılarında senin bulduğun kupa ortadan kaybolmuş. Sen böyle olacağını kestirmiştin, herhalde biri onu alıp götürmüş, başka bir amaçla kullanmıştır.
Yalıyarın kenarındaki bir kayanın üzerine oturup günün doğmasını bekliyorum, görkemli bir gün; sonra yola devam ediyorum.
Linfen’den geçiş, ilk defasında olduğu gibi iç bulandırıcı, kirli ve acı acı kokan bir bulut boğazımı yakıyor. Senin bezlerden hazırladığın çakma maskeyi cebimden çıkarıyorum. Onu, bana Yunanistan’a gönderilen öteberinin arasında buldum; maskede senin kokundan eser kalmamış ama onu ağzıma takarken senin yaptığın hareketlerin hepsi gözümün önüne geliyor.
Linfen’den geçerken, Bu koku korkunç… diye şikâyet etmiştin.
… ama senin için her şey sızlanma bahan esiydi. Şimdi, o sızlanmalarını duymak için neler vermezdim.
Oradan geçtiğimiz sırada bavulunu karıştırırken parmağına bir şey batmış ve çantanın içine gizlenmiş bir mikrofon bulmuştun. Ben o akşam, geri dönmeyi seçmeliydim; bizi bekleyen şeye hazırlıklı değildik, maceracı değildik biz, bilinçsiz çocuklar gibi davranan iki biliminsanıydık yalnızca.
———
* Çin’de genellikte sorguçotunun damıtılmasıyla elde edilen alkollü bir içki. (Y.N.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİlk Gece
- Sayfa Sayısı432
- YazarMarc Levy
- ÇevirmenAykut Derman
- ISBN9789750715754
- Boyutlar, Kapak14x20, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dönüş ~ Victoria Hislop
Dönüş
Victoria Hislop
SAVAŞ, FLAMENKO ATEŞİNİ SÖNDÜREMEYECEKTİ… Elhamra’nın görkemli kuleleri altında, Granada’nın arnavut kaldırımlı sokakları müzik ve sırlarla dolup taşıyordu. Sonia Cameron şehrin sarsıcı geçmişi hakkında hiçbir...
- Mutlak Mutluluk Bakanlığı ~ Arundhati Roy
Mutlak Mutluluk Bakanlığı
Arundhati Roy
Parçalanmış bir hikâye nasıl anlatılır? Yavaş yavaş hikâyedeki herkese, Hayır, hikâyedeki her şeye dönüştürerek. İçindekiler 1. Yaşlı Kuşlar Ölmek İçin Nereye Gider? ………………….. 17...
- Sensiz Olmaz ~ Susan Elizabeth Phillips
Sensiz Olmaz
Susan Elizabeth Phillips
Plan; Bir dahî olan fizik profesörü Dr. Jane Darlington bebek sahibi olmak için yanıp tutuşmaktadır. Ama bir baba bulması hiç de kolay değildir. Çocukken...