Şimdi, konuklarını gönderen ev sahibi, Sergey Nikolayeviç ve Vladimir Petroviç’le baş başa kaldı. Ev sahibi, uşağa sofrayı kaldırmasını emrettikten sonra bir keyif sigarası yaktı, sonra da koltuğuna iyice gömüldü. Ardından Sergey Nikolayeviç’e döndü:
– Sergey Nikolayeviç, söz vermiştik, herkes ilk aşkını anlatacaktı. Önce sizden başlayalım, ne dersiniz?
Sergey Nikolayeviç sarışın ve toparlak yüzlüydü. Yüzündeki yumukluklar hemen göze batıyordu. Gözlerini bir süre tavana diktikten sonra;
– Benim hiç ilk aşkım olmadı ki, diye söze girdi. Azizim, istersen ikincisinden söz edeyim.
– Nasıl yani?
– Öyle işte. Başlangıçta cici bir kıza kur yaptım. Ama bu öyle pek masumca, saf bir iş değildi. Sonrakiler de öyle… Aslına bakarsanız ömrümde bir kere âşık oldum, o da altı yaşındayken dadıma… Bu da o kadar uzakta kaldı ki tam olarak hatırlayamıyorum, hatırlasam da galiba ilgi çeken şeyler değildi.
– Peki, öyle olsun, dedi ev sahibi. Benim de ilk aşkımın hiç bir özelliği yok. Karım Anna İvanovna ile karşılaşmadan önce aşkı hiç tanımamıştım. Tanıştıktan sonra ailelerimiz evlenmemizi uygun buldu. Çabucak birbirimize ısındık, çok geçmeden evlendik. Aşk hikâyem bundan ibaret. Bu konuyu ortaya atarken doğrusu kendimi değil, sizleri; -yaşlı demeyeceğim, ama pek de genç sayılamayacak siz- bekârları düşünüyordum. Şimdi sizi dinliyoruz, Vladimir Petroviç.
Kırkında, saçları hafifçe kırlaşmış Vladimir Petroviç biraz düşündü, sonra,
– Benim ilk aşkım gerçekten hep dinlediğimiz sıradan aşk hikâyelerine benzemez; dedi.
– Daha iyi ya. Anlatın… İsteriz!., diye atıldı ev sahibiyle Sergey Nikolayeviç.
– Hay hay, memnuniyetle. Yalnız şöyle yapalım, anlatmayı pek beceremem ben. Ya kem küm eder ya da konuyu gevelerim, gereksiz ayrıntılara dalarım. Soğuk, yapmacık bir şey olur… İzin verirseniz, hatırımda kalanları bir deftere karalayıp başka bir gün okuyayım size.
Bu başlangıçta diğer iki arkadaşın da hoşuna gitmedi, ama sonunda razı oldular. İki hafta sonra buluşacaklardı. Vladimir Petroviç de sözünde durdu, anılarını getirdi.
Defterinde şunlar yazılıydı:
1883 yılının ortalarıydı, henüz on altı yaşındaydım. Ailemle birlikte başkent yakınlarındaki Kaluga şehrinde kiraladığımız bir yazlıkta kalıyorduk. Bu arada ben üniversite sınavına hazırlanıyordum.
Başıma buyruk biriydim, evde kimse benim işime karışmıyordu. Son maceram, Rusya’yı bir türlü sevemeyen, abuk subuk konuşan Fransızca öğretmenimle oldu. En sonunda ondan yakamı kurtarmayı başardım.
Adam, sabahtan akşama kadar odasında sırtüstü yatarak asık suratla kendi dünyasına dalardı; benimle ilgilendiği yoktu. Babam bana karşı müşfikti ama fazlaca üstüme düşmüyordu. Hele annem, tek çocukları olduğum halde hiç ilgilenmiyordu benimle; kadıncağız kendi derdindeydi… Babam ondan on yaş küçük, çok yakışıklı bir erkekti, annemle parası yüzünden evlenmişti. Kadının hayatı çırpınmalar, kıskançlık krizleri içinde geçiyordu. Kocasından ödü koptuğu için üzüntülerini, kızgınlığını açığa vuramazdı. Babam da ona hiç yüz vermiyor, hep sert, soğuk duruyordu; onun gibi rahat, kendinden emin, başkalarına hâkim bir adam görmemiştim!
Yazlıkta geçirdiğim ilk haftalar bugünkü gibi gözümün önünde. Şehirden 9 Mayıs’ta Aziz Nikola gününde taşındık. Bol bol geziyordum. Elimde, tek bir satırını okumadığım Kaydanov’un tarihiyle bahçemizde, kasabada, şosede dolaşıp duruyordum. Kırlara çılanca o sıralar epeyce bildiğim şiirleri yüksek sesle ezberden okumaya başlardım. Damarlarımda kan kıpır kıpır, yüreğimde hiç sebep yokken tuhaf, tatlı bir sızı vardı… İçimde ürkek bir bekleyişle, hep aynı hayaller çevresindeydim. Bu duyguların verdiği hüznün etkisiyle bazen gözlerimin yaşardığım saklamayacağım.
Ama yaşama, coşma isteği baharda fışkıran taze yeşillik gibi, bu şairce hüznü bastırıyordu. Bir atım vardı. Kendi elimle eyerleyerek kırlarda tek başıma saatlerce dolaşırdım. Hayvanı dörtnala kaldırdığım zamanlar kendimi turnuvada dövüşen şövalyelere benzetirdim.
O sıralar içimde belirli bir kadın, bir aşk hayali yoktu. Yine de bütün düşüncelerime, duygulanma yepyeni, tatlı bir kadınla karşılaşmak umudu hâkimdi. Bütün varlığım, kanımın her damlası bir önseziyle doluydu.
Yazlığımızda, oturduğumuz köşkten başka tek katlı ufak iki yapı daha vardı. Soldaki, ucuz duvar kâğıtları yapan bir atölye hâline getirilmişti; sıska, solgun, kirpi gibi dimdik saçlı on on beş çocuk çalışırdı. Üstü başı yağ içinde bu oğlanlar cılız gövdelerinin bütün gücüyle dörtgen şeklindeki tahta preslerin kollarına abanıyor, kâğıtlara çeşitli desenler basıyorlardı. Sık sık gidip çalışmalarım seyrederdim. Sağdaki yapı geldiğimiz zaman boştu; kiralıktı.
9 Mayıs’tan üç hafta sonra bir gün boş evin pencereleri açıldı, içerden kadın yüzleri göründü; bir ailenin taşındığını anladık. Annem o gün yemekte sofracımıza, yeni komşularımızın kim olduğunu sordu. Prenses Zasekina’nın adım duyunca oldukça saygıyla,
– Prenses demek… dedi. Sonra yoksulca bir şey olmalı… diye ekledi.
– Arabaları yok. Üç tek atlı arabayla geldiler. Eşyaları da eften püften…
– Olsun; hiç yoktan iyidir… Bir komşumuz oldu… Annem sözüne devam edemedi, babamın soğuk bakışı altında ezildi, sustu.
Gerçekten Prenses Zasekina zengin değildi. Taşındığı bina o derece köhne, ufak ve basıktı ki, sıradan bir aile bile burada oturmayı göze alamazdı. Tabii ben o zaman böyle şeyler üzerinde duracak çağda değildim. Unvanlara da önem verdiğim yoktu, o sıralar Schiller’in “Haydutlar”ını yeni okumuştum.