Bu roman sizi adım adım mutluluğa götürecek! Camille mutlu olmak için gereken her şeye sahipken neden kendini mutsuz hissediyordu? “Büyük ihtimalle bir çeşit akut rutinizme yakalanmışsınız.” “Akut ne?” “Akut rutinizm. Dünyada, özellikle Batı ülkelerinde, gittikçe yaygınlaşan ruhsal bir sorun bu. Çoğunlukla aynı belirtilerle ortaya çıkıyor: motivasyon eksikliği, müzmin bir kasvet hali, anlam ve yön kaybı, hayal kırıklığı, bıkkınlık, kendini bir türlü mutlu hissedememe…” “Ama… Siz… Bütün bunları nereden biliyorsunuz?” “Ben bir rutinoloğum.” “Rutino… ne?” Fırtınalı bir cuma gecesi, Paris’in uzak bir banliyösünde trafik kazası geçiren Camille, tesadüfen rutinolog Claude Dupontel’le tanıştı. Claude mutlu bir hayat vaadiyle ona kartını verdiğinde, yaşayacağı şaşırtıcı deneyimlerin hayatını nasıl değiştireceğini bilmiyordu elbette. “Raphaëlle Giordano bize yaşamayı sevmeyi öğretiyor.”
Madame Figaro
“Enfes bir roman!”
-Marie France-
“Hayatınızı mevcut durumundan çok daha iyi yerlere taşımak için size ilham verecek keyifli bir kurgu. En kısa sürede okunmalı, çünkü tek bir hayatımız var!”
-Metronews-
“Camille bizden biri. Sayfaları çevirirken onunla birlikte biz de kısıtlayıcı inançlarımızdan, geçmişimizin ağırlıklarından kurtuluyor, hafifliyor ve hayat doluyoruz. Açıkçası olumsuz düşünce detoksu için gerekli olan tüm vitaminleri içeren bir roman.”
-Biba France-
Bu projeye inanıp gerçekleşmesi için desteklerini esirgemeyen Eyrolles Yayınevi editörlerinden Stéphanie Ricordel ve Élodie Dusseaux’ya sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.
Ayrıca kitabın yazım aşamasında her konuda yardımcı olup iyi niyetli, yapıcı görüşlerini benimle paylaşan anneme ve ikiz kardeşim Stéphanie’ye; bana kitabın adını fısıldayan yaratıcı sevgilim Régis’e; ve nihayet hem varlığı hem de hayatıma kattığı mutluluktan dolayı oğlum Vadim’e çok teşekkür ederim.
Hayalim, bir gün her insanın sahip olduğu yeteneklerinin
farkına varıp kendi mutluluğunun sorumluluğunu eline alması.
Çünkü hayatta hiçbir şey çocukluk düşlerini gerçekleştirmekten
daha önemli olamaz…
Yolunuz açık olsun, Raphaëlle.
1
Gitgide büyüyen yağmur damlaları arabamın ön camını dövüyordu. Silecekler gıcırtıyla bir sağa bir sola gidip gelirken, direksiyona sımsıkı yapışmış hâlde gıcırtıyı ben de içimde hissediyordum. Yağmur aniden öyle şiddetlendi ki içgüdüsel bir dürtüyle ayağımı gazdan çektim. Hayatımda bir de araba kazası eksikti zaten! Her şey bana karşı işbirliği yapmaya mı karar vermişti bugün?
Cuma akşamının yoğun trafiğine saplanıp kalmamak için otoyoldan gitmek yerine kestirmeden gitmeye karar vermiştim. Tıklım tıklım olan ana arterlerde ve akordeon gibi bir trafikte işkence çekmekten daha kötü olamazdı ya! İçinde bulunduğum karmaşayı artırmak istercesine arabamın camlarına arsızca çöreklenen sis yüzünden, gözlerim çaresizce tabelaları okumaya çalışıyordu. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, ormanlık alanın orta yerinde navigasyonum benimle birlikte yol almaktan vazgeçiverdi. Teknoloji aniden beni terk etti. Ben dümdüz gitmek isterken, o aynı yerde dönüp durmaya karar vermişti.
O anda bulunduğum yer, haritada bile görünmeyen, hiçliğin ortasında bir yerdi sanki. Ama işte… Patronumun beni oraya göndermesini kendince haklı gösterecek ölçüde ticari potansiyele sahip küçük iş merkezi, nasıl olmuş da bir araya gelmişler diye düşündüren “Nadiren Kâr Eden Şirketler Topluluğu” orada bulunuyordu. Daha az makul başka bir sebebi olduğundan da şüphe etmiyor değildim. Yarı zamanlı çalışma isteğimi kabul ettiğinden beri, başkalarının istemediği görevleri bana devrederek bir anlamda yaptığı iyiliğin acısını çıkarmaya çalıştığını hissediyordum. Bu pekâlâ, kafam saçma sapan bir sürü şeyle meşgulken, bulunduğum dört tekerlekli teneke kutuda, Paris’in uzak banliyölerini kat edişimin açıklaması olabilirdi.
Hadi Camille… Düşünüp durmayı bırak da yola konsantre ol!
Derken bir patlama sesi!.. Kalp atışımı dakikada 120’ye çıkarıp kontrolümü kaybettiren ve arabamın yoldan çıkmasına sebep olan korkunç bir gürültü duydum.
Başımı arabanın ön camına çarptım ve o an tuhaf bir şekilde fark ettim ki insanın hayatının film şeridi gibi saniyeler içinde gözünün önünden geçmesi, hiç de uydurma bir hikâye değilmiş. Birkaç saniyelik sersemlikten sonra kendime gelip elimi alnıma götürdüm. Kana benzer bir şey yoktu. Sadece yumurta gibi bir şişlik vardı. Çabucak vücudumu yokladım. Hayır, alnımdan başka bir yerimde ağrı sızı da yoktu. Neyse ki ucuz atlatmıştım!
Hasar tespiti yapmak için yağmurluğuma sarınarak arabadan indim. Lastik patlamış, arabanın yan tarafı göçmüştü. İlk şoku atlatınca korku yerini öfkeye bıraktı. Kahretsin! Bir günde bunca sorunla karşılaşmak mümkün müydü? Can simidine sarılır gibi elimi hemen telefonuma attım. Tabii ki çekmiyordu! Pek de şaşırmadım, şanssızlığıma çoktan teslim olmuştum. Dakikalar geçti. Sessizlik… Ne gelen vardı ne giden. Bu ıssız yerde tek başımaydım. Gitgide büyüyen korkum, zaten susuzluktan kurumuş olan boğazımı daha da kurutmuştu.
Oturup panik yapacağına harekete geç! Yakınlarda bir ev falan vardır herhâlde.
Doğa şartlarına göğüs germek üzere barınağımdan çıkarken sırtıma o şahane ikaz yeleğini geçirdim. Başa gelen çekilirmiş! Ayrıca dürüst olmak gerekirse, içinde bulunduğum durum göz önüne alındığında, ne kadar iyi göründüğüm pek de umurumda değildi.
Bana sonsuz gibi gelen on dakikalık bir yürüyüşten sonra bir malikânenin demir parmaklıklarını fark ettim. Görüntülü diyafonun tuşlarına acil servisin numarasını tuşlar gibi telaşla bastım. Buz gibi bir erkek sesi, istenmeyen misafirler için kapı arkasından kullanılan bilindik tonlamayla cevap verdi:
“Evet? Ne vardı?”
İçimden dua ediyordum: Umarım burada insanlar biraz olsun yardımsever ve misafirperverdirler!
“İyi akşamlar beyefendi… Rahatsız ettiğim için özür dilerim ama evinizin arka tarafındaki ormanlık alanda kaza yaptım. Lastiğim patladı ve telefonum çekmiyor. Çekiciyi araya…”
Açılmaya başlayan parmaklıklı kapının metalik sesiyle yerimden sıçradım. Köpek yavrusu gibi bakan gözlerim mi yoksa denize düşmüş gibi sırılsıklam halim mi bu kıyı sakinini, evine sığınmama izin vermesi için ikna etmişti? Ne önemi vardı? Süklüm püklüm bir hâlde kapıdan geçtim ve kendimi, bakımlı ve son derece iyi düzenlenmiş bahçeyle çevrili bir binanın önünde buldum. Tıpkı balçığın ortasında parıldayan bir altın parçası gibiydi!
2
Dış merdivenin ışığı yandı, ağaçlıklı yolun sonundaki evin kapısı açıldı. Elinde tuttuğu kocaman şemsiyeyle bana doğru yürüyen ince uzun bir erkek karaltısı seçtim. Adam iyice yaklaştığında, derin çizgileri olan, oval ve son derece hoş yüzünü görebildim. Kırışıklıkları yüzüne bir hayli yakışıyordu. Sean Connery’nin Fransız versiyonuydu adeta. Ağzının iki yanında, dudak kenarlarını neşeli bir ifadeyle kıvrımlandıran, virgül gibi iki gamze vardı ve bunlar ilk bakışta yüzüne sempatik bir hava veriyor, insanı onunla diyalog kurmaya davet ediyordu. Altmışlı yaşlarına, seksekte o “son” kareye ulaşır gibi girmiş olmalıydı: yere sapasağlam basan dingin bir huzurla… Açık grinin hoş bir tonuna çalan ve afacan bir ifadeyle parlayan gözleri, küçük bir çocuğun özenle parlattığı iki bilyeyi andırıyordu. Kırlaşmış ve ön tarafı hafifçe açılmış güzel saçları, yaşına rağmen şaşırtıcı gürlükteydi. Kaşları alnında iki ince çizgi gibi uzanıyordu. En az evin bahçesi kadar iyi tıraşlanmış kısa sakalı, bütün kişiliğine yayılan özenin ilk işareti gibiydi.
Beni içeriye davet etti. Sessizce yürüttüğüm inceleme böylece yarım kaldı.
“Gelin! İliklerinize kadar ıslanmışsınız!”
“Te… Teşekkür ederim! Çok naziksiniz. Rahatsız ettiğim için gerçekten özür dilerim…”
“Özür dilemenizi gerektirecek bir şey yok. Hiç sorun değil. Şöyle oturun, kurulanmanız için size bir havlu getireyim.”
Aynı anda, eşi olduğunu tahmin ettiğim, şık giyimli bir kadın bize yöneldi. Merakla çatılmış kaşları güzel yüzünün zarafetini bir an için bozsa da varlığımı fark eder etmez hemen toparlandı.
“Her şey yolunda mı hayatım?”
“Evet evet, yolunda. Bayan arabasıyla kaza yapmış ve ormanın kenarında telefonu çekmemiş. Kendini biraz toparlayıp telefon etmeye ihtiyacı var.”
“Ah, tabii…”
Kadın soğuktan buz kesmiş halimi görünce bir fincan sıcak çay hazırlamayı teklif etti. Ben de hiç nazlanmadan kabul ettim. O mutfağa doğru yönelirken, adam elinde bir havluyla merdivenlerden indi.
“Teşekkür ederim beyefendi, çok naziksiniz.”
“Claude. Adım Claude.”
“Ah… Ben de Camille.”
“Buyrun Camille. Telefon şurada, eğer birilerini aramak isterseniz…”
“Sağ olun. Uzun konuşmayacağım.”
“Ne kadar isterseniz konuşabilirsiniz.”
Şık ve kaliteli ahşap mobilyanın üzerinde duran telefona doğru yöneldim. Duvardaki modern sanat eserlerine bakılırsa, ev sahipleri hem zevk sahibi hem de varlıklı insanlardı. Böyle insanlara denk gelmiş olmak içimi son derecede rahatlattı (zor durumdaki-umutsuz-kadınları-yiyen-bir-canavarın inine düşmüş de olabilirdim sonuçta!).
Ahizeyi elime alıp sigorta şirketinin yol yardım servisini aradım. Arabamın bulunduğu yeri tarif edemeyeceğim için ev sahiplerinden izin alarak çekicinin önce bulunduğum adrese gelmesini önerdim. Bir saat içinde geleceklerini söylediler. Derin bir nefes aldım. Her şey yoluna giriyordu.
Ardından evi aradım. Claude rahat konuşabileyim diye odanın öbür ucuna gitti, maşayı kaptı ve şöminede çıtırdayan ateşle ilgilenmeye başladı. Bitmek bilmeyen sekiz uzun çaldırıştan sonra kocam telefonu açtı. Sesinden anladığım kadarıyla televizyonun karşısında uyuyakalmıştı. Arayanın ben olduğumu idrak ettiğinde ise, ne şaşırmış ne de endişelenmişti. İşten zaman zaman çok geç saatlerde dönmeme alışkındı. Başıma gelenleri anlattım. Beni dinlerken bir yandan da sinirli ve anlamsız sesler çıkarıyor, hoşnutsuzluğunu belli etmek için dişlerini gıcırdatıyordu. Tamircinin ne zaman geleceğinden, tamir ücretinin ne tutacağına kadar bir sürü teknik ayrıntı sordu. Sinirlerim öyle gergindi ki bu tavrı yüzünden ona bağırmamak için kendimi zor tuttum! Hayatında bir kez olsun empati kuramaz mıydı? Başımın çaresine bakacağımı ve uyumak için beni beklememesini söyleyerek telefonu öfkeyle kapattım.
Sinirden ellerim titriyordu. Gözlerim buğulanmaya başlamıştı. Claude’un yanıma geldiğini fark etmediğimden, elini omzumda hissedince birden sıçradım.
“İyi misiniz? Her şey yolunda mı?” diye sordu biraz önce kocamdan duymuş olmayı nasıl da arzuladığım anlayış dolu sesle.
Yüzünü, yüzümün hizasına getirmek için eğilerek sorusunu tekrarladı:
“İyi misiniz, her şey yolunda mı?” Onda yakaladığım anlık bir şey beni allak bullak etti, dudaklarım titremeye başladı ve bir süredir engellemeye çalıştığım gözyaşlarımı daha fazla tutamadım. Yüzüm gözüm rimel içinde; şu son birkaç saattir, birkaç haftadır, birkaç aydır hatta birkaç yıldır içimde birikmiş ne kadar öfke varsa hepsini boşalttım.
3
Claude sıcak elini anlayışla omzuma koydu ve öylece durup tek bir söz söylemeden dinledi beni. Gözyaşlarım tükendiğinde, bir ara önüme bir fincan sıcak çay bırakıp giden eşi, bu sefer elinde birkaç mendille belirip tekrar ortadan kayboldu. Varlığının istediğim gibi içimi döküp rahatlamama engel olacağından çekinmiş olmalıydı.
“Çok… çok özür dilerim. Ne kadar saçma! Bana ne oldu böyle bilmiyorum. Son zamanlarda kendimi biraz hassas hissediyorum, üstüne de bu kâbus gibi gün eklenince biraz fazla geldi galiba!”
Claude karşımdaki koltuğa oturmuş bütün dikkatiyle beni dinliyordu. Onda, insanı kendisine açılmaya davet eden bir şeyler vardı. Gözlerini gözlerime dikerek uzun uzun baktı. Bakışında ne yersiz bir merak ne de sorgulama vardı. Kocaman açılmış bekleyen iki kol misali, iyilik dolu bir bakıştı bu. Gözlerinin içine bakınca, ona kendimi olduğum gibi, hiçbir aldatmacaya kaçmadan, oyunsuz ve maskesiz açmam gerektiğini hissettim. İçimdeki bütün kilitler birbiri ardına kırılıyordu. Ne fena! Yoksa ne iyi mi demeliyim?
Ona genel hatlarıyla ruhumdaki dalgalanmalardan bahsettim. Görünüşte mutlu olmamı sağlayacak her şeye sahip olduğum hâlde, yıllardır birikmiş irili ufaklı öfke ve hayal kırıklıklarının yaşama sevincimi nasıl yok ettiğini anlattım.
Aslında mutsuz değilim ama tam olarak mutlu da değilim. Mutluluk ellerimden uçup gitti ve bunu biliyor olmak çok korkunç bir his! Fakat böyle bir şey için doktora gitmek istemiyorum, kesin depresyonda olduğumu söyleyip bir sürü ilaç yazar! Aslında tek sorun ruhsuzluk… Önemli bir sorun sayılamaz belki ama işte… Sanki artık içimden hiçbir şey gelmiyor. Ayrıca bütün bunların bir anlamı olup olmadığından emin bile değilim!”
Sözlerimden o kadar etkilenmiş görünüyordu ki bir an için bütün bunların ona çok kişisel bazı şeyleri hatırlatıp hatırlatmadığını merak ettim. Birbirimizi tanıyalı bir saat bile olmamıştı ama şimdiden aramızda tuhaf bir suç ortaklığı – gizli bir anlaşma– doğmuş gibiydi. Daha birkaç dakika öncesine kadar birbirimize tamamen yabancıyken, kendimi böyle açarak, itira&arımla sanki iki yakın dostmuşuz gibi hayat hikâyelerimiz arasında bir bağ kuruvermiştim.
Görünüşe bakılırsa, hayatım hakkında anlattıklarım onda hassas bir noktaya dokunmuştu. Bütün içtenliğiyle beni rahatlatmaya çalışıyordu.
“Papaz Pierre ‘ Yaşamamızı sağlayacak şeyler kadar, yaşama sebebine de ihtiyacımız var.’ der. Önemli bir sorun değil dememek lazım. Aksine, çok önemli! Ruhumuzun acılarını hafife almamak gerek. Anlattıklarınıza bakılırsa, sorununuzun ne olduğunu bildiğimi söyleyebilirim.”
“Yaa, öyle mi?” diye sordum bir yandan burnumu çekerek.
“Evet.” Sanki söyleyeceklerini anlayıp anlamayacağımı tahmin etmeye çalışır gibi bir an duraksadı.
Anlayabileceğime karar vermiş olmalı ki bir sır verircesine devam etti:
“Büyük ihtimalle bir çeşit akut rutinizme yakalanmışsınız.”
“Akut ne?”
“Akut rutinizm. Dünyada, özellikle Batı’da gittikçe yaygınlaşan ruhsal bir sorun bu. Çoğunlukla aynı belirtilerle ortaya çıkıyor: motivasyon eksikliği, müzmin bir kasvet hali, anlam ve yön kaybı, hayal kırıklığı, bıkkınlık, maddi her şeye sahip olup bir türlü kendini mutlu hissedememe…”
Ama… Siz… Bütün bunları nereden biliyorsunuz?”
“Ben bir rutinoloğum.”
“Rutino… ne?”
Her şey tamamen gerçeküstüydü! Bu tür tepkilere alışık olmalıydı zira hiç istifini bozmadı.
Sonra bana kısaca rutinoloji uzmanlığının ne olduğunu anlattı. Bunun ülkemizde henüz pek iyi tanınmayan ancak dünyanın diğer bölgelerinde çok yaygın olan yeni bir uzmanlık dalı olduğunu söyledi. Araştırmacıların ve bilim insanlarının, bu sendroma yakalanan insan sayısının hızla arttığını tespit ettiklerini belirtti. Depresyonda olmayan birçok insanın nasıl her şeye rağmen içlerinde bir boşluk ve ruhsal bunalım hissettiğinden; nasıl mutlu olmaları için yeterli olan her şeye sahip oldukları hâlde, mutluluğu kucaklamalarını sağlayacak anahtardan yoksun oldukları hissiyle yaşadıklarından bahsetti.
Gözlerimi kocaman açmış, hislerime tercüman olan sözlerini pür dikkat dinliyordum:
“Doğrusunu isterseniz, akut rutinizm ilk bakışta zararsız gibi görünür ancak insanlar üzerinde daralma salgınları, ruhsal bunalım tsunamileri, yıkıcı kasvet rüzgârları gibi son derece büyük zararlara sebep olabilir. Yakın bir gelecekte gülmek yeryüzünden silinecek! Gülmeyin, gerçekten olacak bu! Kelebek etkisinden bahsetmiyorum bile! Bu fenomen her geçen gün yayılıp daha fazla insana bulaşıyor. Eğer doğru müdahale edilmezse, bütün bir ülkenin mutluluk seviyesini düşürecek güçte bir hastalık!”
Kullandığı cafca&ı ton bir yana, biraz fazla abarttığı kesindi ama bunu beni güldürmek amacıyla yaptığını seziyordum.
“Biraz abartmıyor musunuz?”
“Zannettiğiniz kadar abarttığımı sanmıyorum. Mutluluk fakiri insanların sayısını tahmin bile edemezsiniz! Heyecan kelimesinin anlamını dahi bilmeyenlerden hiç bahsetmiyorum! Tam bir felaket! Bir insanın hayatını arzuları doğrultusunda şekillendirmeye cesaret edemediği; kendi değerlerine, çocukken kurduğu hayallere veya koyduğu hede&ere sadık kalamadığı için hayatı ıskaladığı duygusuyla yaşaması kadar korkunç bir şey olamaz, sizce de öyle değil mi?”
Mu… Muhakkak…”
“Mutlu olabilme kapasitemizi geliştirmek okullarda öğrenilebilen bir şey değil maalesef. Oysa bunun pek çok tekniği mevcut. İnsan çok zengin olup aynı zamanda çok mutsuz olabilir veya aksine, maddi olanaksızlıklar içinde de olsa yaşamdan büyük tat alabilir. Mutlu olma kapasitesi günden güne işlenip geliştirilebilen bir şey. Bunun için insanın değerler sistemini gözden geçirmesi, olaylara ve hayata bakış açısını değiştirmesi gerekir.”
Kalktı, yemek masasının üzerinde duran, içi şekerleme dolu kâseyi alıp çayın yanında yemem için ikram etti. Oldukça önemser göründüğü konuşmamıza kaldığı yerden devam ederken, kendisi de arada bir, kâseye elini daldırıp birkaç şekerleme alıyordu. Bir yandan yaşamda kendi yönünü ve mutluluğu bulmak, etrafına sevgi ve mutluluk yaymak için insanın öncelikle kendine dönmesinin, kendini sevmeyi öğrenmesinin önemini anlatışını dinlerken, bir yandan da bu konuyla bu denli ilgilenmek için kendi hayatında neler yaşamış olabileceğini merak ediyordum.
Söylediklerine beni ikna edebilmek için bütün varlığını saran bir coşkuyla konuşuyordu. Birden sustu. Görme engelli birinin, Braille alfabesini okuduğu kolaylıkla içimi okuyan iyilik dolu bir bakışla beni süzdü.
“Camille biliyor musunuz, aslında hayatta başınıza gelenlerin çoğu burasıyla alakalı.” diye devam etti parmağıyla başına vurarak. “Kafanızda! Zihnin gücü bizi her geçen gün şaşırtmaya devam ediyor. Düşüncelerinizin yaşadığınız gerçeği ne denli etkilediğini tahmin bile edemezsiniz. Bu biraz Platon’un Mağara Alegorisi’nde bahsettiği olaya benziyor: Bir mağarada zincire vurulmuş insanlar gerçek hakkında yanlış bir izlenim ediniyorlar zira arkalarında yanan ateşin karşı duvara yansıttığı biçimsiz gölgeleri gerçek kabul ediyorlar.”
Sessizce oturmuş durumun tuha&ığının tadını çıkarıyordum. Açıkça söylemek gerekirse, araba kazası geçirdikten bir saat sonra şık bir salonda oturup felsefe konuşacağımı asla tahmin edemezdim!
“Platon’un efsanesiyle insan zihninin çalışma biçimi arasında benzerlik mi kuruyorsunuz? Vay!..”
Verdiğim tepkiye güldü.
“Elbette! Gerçekle aramıza filtre koyan ve gerçeği; inançlar, kanılar veya yargılar doğrultusunda değiştiren düşüncelerde benzerlik görüyorum. Bütün bunları üreten kim? Zihniniz! Sadece ve sadece zihniniz! Ben bunu ‘düşünce fabrikası’ olarak adlandırıyorum. Zihniniz gerçek bir fabrika gibi işliyor. Ama size iyi bir haberim var: Bütün bu düşünceleri değiştirme yetisine sahipsiniz. Kara kara düşünmek veya pembe pembe düşünmek tamamen kendi iradenize bağlı. Onun size kötü oyunlar oynamasına engel olabilirsiniz. İhtiyacınız olan sadece biraz cesaret, biraz sabır ve biraz da yöntem.”
Şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. Delirmiş olduğuna mı kanaat getirmeliydim yoksa bu inanılmaz söylevi coşkuyla alkışlamalı mıydım, bir türlü karar veremiyordum. Sonuçta ne birini ne de ötekini seçtim. Sözlerini onayladığımı belirtecek şekilde başımı sallamakla yetindim.
Daha fazla bilgiyi hazmedecek kapasitem kalmadığını tahmin etmiş gibi ekledi:
“A&edersiniz, teorilerimle canınızı sıktım.”
“Hayır, asla! Söylediklerinizi son derece ilginç buluyorum. Sadece biraz yorgunum.”
“Haklısınız, çok normal. Eğer arzu ederseniz, başka bir sefer size bu yöntemi açıklamaktan çok memnun olurum. Pek çok kişiye hayatlarının anlamını bulmakta ve mutlu bir hayat projesi kurmakta yardımı dokunduğu kanıtlanmış bir yöntem bu.”
Ayağa kalktı ve kiraz ağacından yapılmış küçük yazı masasına yöneldi. Bir kartvizit alıp bana uzattı.
Sıcak bir gülümsemeyle, “Bana bir ara uğrayın.” dedi.
Kartı okudum:
Claude DUPONTEL
Rutinolog
15 rue de la Boétie
75008 Paris
Ne düşünmem gerektiğini bilemez hâlde kartı bir süre elimde tuttum. Nezaket gereği, teklifini düşüneceğimi söyledim. Israr etmedi, cevabımdan pek etkilenmiş gibi görünmüyordu. Satış uzmanı olduğum için tavrını anlamakta zorlanmıştım. Kendi hesabına çalışan birinin yeni bir müşteri kazanmak için elinden geleni yapması gerekmez miydi? Böyle bir ticari atağa kalkışmadığına göre kendine güveni hayli yüksek olmalıydı ve bu da çok sık rastlanan bir şey değildi. Tuhaf bir şekilde, eğer böyle bir fırsatı reddedersem, bu işte tek kaybedenin ben olacağımı hissettim. Ama hâlen akşamki olayların getirdiği duyguların etkisi altındaydım: şu aptal fırtına ve araba kazası. Her şey kötü bir korku filmi gibiydi ve şimdi de karşıma bir rutinolog çıkmıştı! İnanamıyordum. Birazdan kamera görünecek ve birileri bağıracaktı: “kamera şakası!”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİkinci Hayatın Tek Bir Hayatın Olduğunu Anladığında Başlar
- Sayfa Sayısı237
- YazarRaphaelle Giordano
- ISBN9786058276604
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dünyanın Merkezine Tünel Kazmak ~ Kevin Wilson
Dünyanın Merkezine Tünel Kazmak
Kevin Wilson
“Merak ediyorum, acaba insanoğlunun takıntıları da, Japon balıkları gibi, koşullar ne kadarına izin verirse o kadar mı büyüyor?” Kevin Wilson’ın karakterleri gerçekle hayal, sıradanla...
- Parma Manastırı ~ Stendhal
Parma Manastırı
Stendhal
General Bonaparte, 15 Mayıs 1796’da Lodi Köprüsü’nü geçen o genç ordusunun başında Milano’ya girdi İskender’le, Sezar’a bunca yüzyıl sonra bir halef çıktığını dünyaya gösterdi....
- Gabriel’in Cehennemi ~ Sylvain Reynard
Gabriel’in Cehennemi
Sylvain Reynard
“E.L James’in Grinin Elli Tonu romanını bitiren kadınlar, üzülmeyin. Daha fazla zevk alacağınız bir eseri elinizde tutmaktasınız. Bu roman içerdiği aşk ve romantizm bakımından...