Mehmet Altan bizi uzun soluklu bir yolculuğa çıkartıyor kitabında. Ama bu yolculuk sadece “fakir” yolculuğu değil. Mehmet Altan’nın anılarını , yaşadıklarını da barındırıyor. Oradan oraya sıçrıyor; çocukluktan âşık olduğu kadına , Paris cafelerinden hapishanelere, anne köftelerinden komünizm tartışmalarına uzanan, her şeyin birbirini etkilediği bir hayatın izlerini sürüyor.
Çıktığımız bu yolculukta kimler yer almıyor ki Turgut Özal, Mehmet Barlas, Uğur Mumcu, Ercan Arıklı, Bülent Ecevit, Sadun Buro, Hasan Cema, Eser Karakaş, Fikri Sağlar…
Yaşar Kemal’le dondurmacıya gidilip, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya şiir okunuyor.
15 yaşında aşık olduğu Ümit’le 18 yaşında evlenen, babası Çetin Altan’ı superman zanneden , annesi ölünce ölümden korkmaya başlayan, Ahmet’in kardeşi, Zeynep’in abisi, Ömer’in babası, Marksist-liberal bir gazeteci –akademisyenin maceraları….
Önsöz
Onunla görüşmeye gitmeden önce, kitabın formatını kafamda oluşturmuş, ilk sorularımı ve ondan sonra gidilecek yolları, açılacak kapıları aşağı yukarı planlamıştım. Tabii ki kolay olmayacaktı, ne de olsa konuşacağım insan Mehmet Altandı, ama önümü görüyordum. Meğer, gördüğümü sanıyormuşum…
Planım şuydu: Mehmet Altan çok yönlü biriydi, öyleyse onu az bilinen yönleriyle de anlatabilmek için kitabı onun rollerine göre bölümleyecektim. Her bölümde bir başka Mehmet Altan olacaktı: Teorisyen. akademisyen, gazeteci, televizyoncu, edebiyatçı, vs. baba, çocuk. . Tabii ki bu roller iç içe de geçecekti ama yine de ..
İlk buluşmamız için, çoğu buluşmalarımız içinde olacağı gibi Fenerbahçe’deki bir balık lokantasına giderken bunları düşünüyordum 15te. Konuşmaya da aynı mantıkla başladık. Sordum: “Eğitimin, ilgi alanların, verdiğin ürünler… Bütün bunlara bakıldığında Türkiye için fazla kalabalık bir kartvizit oluyor. Ama bu kalabalık ilgi ve meslekleri birbirinden epeyce farklı duran iki gruba ayırmak mümkün belki de: Sen hem bir akademisyen hem de bir edebiyatçısın, yazarsın. İkisi bir arada nasıl yürüyor? Birbirlerine katkı yapan yönleri neler?”
Ama onun konuşmaya başlamasından kısa bir süre sonra, kafamdaki kurgunun ne kadar yanlış olduğunu anladım… Nemon fiziğinin parçalanmış dünyasından kuantum fiziğinin bütünsel, siyahla beyazdan değil milyonlarca aralarından oluşan dünyasına hızla yol aldık onunla. Sonunda elinizde tuttuğunuz metin çıktı; oradan oraya sıçrayan, çocukluktan ikinci Cumhuriyet’e, Paris cafelerinden hastane odalarına. Yaşar Kemal’le yenen dondurmalardan üniversite koridorlarına, anne köftelerinden gazete tartışmalarına uzanan, her şeyin birbirini etkilediği bir hayatın izlerinden yürüdük…
İkinci Cumhuriyet’in isim babasıyla, bitmesinden üzüntü duyduğum bir yolculuk oldu..Onun daha söyleyecek çok sözü var, biliyorum Her metin eksiktir sonuçla…
Defne Asal Er
Birinci bölüm: “İnsana sır olanı gördüğüm demler oldu”
Eğitimin, ilgi alanların, verdiğin ürünler… bütün bunlara bakıldığında Türkiye için fazla kalabalık bir kartvizit oluyor. Ama bu kalabalık ilgi ve meslekleri birbirinden epeyce farklı duran iki gruba ayırmak mümkün belki de: Sen hem bir akademisyen hem de bir edebiyatçısın, yazarsın. İkisi bir arada nasıl yürüyor? Birbirlerine katkı yapan yönleri neler?
Sezgi… Bir doktor, muayene sırasında teşhis koymadan evvel yüzlerce alternatifi tanıyor kafasında, bilgilerini değerlendiriyor. Ama bir de sezgisi var, tümüyle olmasa da sezgisini de kullanıyor bazı alternatifleri eleyip bazılarını öne çıkartırken… Sezgi biraz îman gibi bir şey, çok ifade edilebilecek bir şey değil, bir insanın toplamının sonucunda ortaya çıkan bir şey ama tabii sezgi sanatla daha çok örtüşüyor. Oysa bilim çok fazla bölümlere ayrılmış. Öğrenci üniversiteye gidiyor, kırk elli ders yüklüyorlar ona dört yıl boyunca ama aslında hepsi tek bir ders sonuçta. Üniversitenin herhangi bir bölümünde okuyan birinin özellikle sosyal bilimlerde edineceği formasyon tek. Ama sanayi döneminin fizik anlayışı hayata bölerek baktığı için üniversite eğitimi de bölerek veriliyor, öğrenciler de bütün olarak algılamıyor, ders ders ve hoca hoca algılıyor. Halbuki derslerin toplamında bir meslek daha doğrusu mesleki tahayyül oluşuyor.
Altyapısı oluşuyor…
Evet, sezginin altyapısı oluşuyor Bilim adamlığı sanatla sezgi noktasında çok örtüşüyor ama sanat herhangi bir dizginlemeye, mantıksal bütünlüğe, kavramsallaştırmaya gelmeyecek kadar duygu yüklü. Bilimde sezgi muhakkak bir kavramsallaştırmaya, sistematik bir bütünlüğe ve mantıksal bir Örgüye muhtaç Sanat bunun tam tersi ama ikisinin de sezgi konusundaki benzerlikleri ve işlevselliği aynı Bir de nihayetinde sanatın da bilimin de çözmek istediği şey yaşamın kendisi, doğanın kendisi. Onun için hayata, doğaya yândık bu tür bir beyinsel serüvenin varsa bu klasik bir disiplinin içine hapsolunamaz bir genişliği ve büyüklüğü kapsıyor Hepsi birbirini etkiler ama yaşam tercihleri açısından çok farklı kompartımanlardır, çok farklı tercihlerdir. Sanat çok bireyseldir Bilim de bireyseldir ama çok sosyal bir ortamda icra edilir. Yanı evinde profesörlük yapamazsın.
İkisi de insanı, hayatı anlamaktan yola çıkıyor, ikisinde de sezgi ortak paydadır dedin ya, bilim adamı da kendi için mi anlamaya çalışır?
Sanat sosyal yapıdan çok daha bağımsız, bilim ise o kadar bağımsız değil. Bunun anlamı, bilim adamı ve sanatçı, kimlikleri, sosyal ortamdaki rolleri bakımından kıyaslandığında daha iyi ortaya çıkar Sanat sosyal yapıyla uzlaşmayacak, uyuşmayacak kadar bağımsızdır, çünkü sanatçının toplumla ilişkilerindeki hatlar çok incedir Ama bilim adamı, hele bir de akademisyense bir kurumun içinde bilime devam ediyordur Oradaki hocalık vasfı, öğrencilerle ilişkiler, bir binanın içine girmek, oradaki sosyal yapının parçası olmak bir sanatçının günlük yaşamıyla ,felsefesiyle, ilişkileriyle, dolayısıyla hayata bakışıyla da çok farklı Yanı söyle söyleyeyim, sanatçı bir gerillaysa bilim adamı düzenli ordunun komutanı ya da bir unsuru, hiyerarşik bir yapının istese de işlemese de bir parçası ama sanatçı böyle bir toplumsal anlaşmayla bir ilişki içine girmiyor. Bu bence çok önemli bir farklılık Toplumsal anlaşmayla ilişki çerçevesinde bilim adamı, beyinsel özgürlüğüne rağmen sanatçının bu bağlamdaki bireysel özgürlüğüne sahip değil Bu da beyinsel algılamasının iki ayrı bölüme ayrılmasına neden oluyor.
Toplumsal ilişkilerin yarattığı daralma kendi alanında da bir daralmaya yol açmaz mı bilim adamı için?
Bilim adamı beynin matematik kısmını sınırsız kullanıyor ama duygusal kısmını geri planda bırakıyor. Sanatçıda tam tersi işliyor; duygusal kısmı çok daha geniş, matematik kısmı geri planda; çok tutarlı olmayan şeyleri de ifade edebiliyor Bilim adamı çok yüksek bir duygusal yoğunluğu öne çıkaramaz ama bir matematik sorguyu, bilimsel şüpheyi uygulamadan da bilim adamı olamaz, duygusallığı hiçbir zaman bu sorgulamanın önüne geçmez Yani bu aslında sanayi döneminin insanları duygu ve akıl diye ayırmasının bir sonucu. Aklın genişliğini bilim adamı temsil ederken, duygunun genişliğini sanat temsil ediyor ama nihayetinde amaç; insan, doğa, evren, yaşam üstüne yoğunlaşma olduğu için bir yerlerde buluşuyorlar. Üslup ve hedef konularında, kullandıkları yöntemler, varmak istedikleri hedefe ulaşmak için seçtikleri yollar çok farklı ama sonunda, sanat da, bilim de iki şey üstünde yoğunlaşıyor; birisi insan öbürü de yaşam. Yani ikisi de temelinde farklı gibi durmalarına rağmen ortak olarak aynı çemberin içinde. O çember de insan gerçeği, yaşamın ne olduğuna dair bir aramı. Yani bu farklılıkları eğer o büyük çember içinde edinirsen kompartımanlara bölünmeyen, duygusal ve akademik bir algı olur, bu algı belli bir çerçeveye sığmanın ötesinde bir üslubu da beraberinde getirir. Bu iyi midir kötü müdür onu bilmem…
Aslında sanayi döneminin bir sonucu değil mi kompartımanlara bölerek algılamak…
Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı bir arantısı var, orada bilim adamlarını ikiye ayırıyor Bilim adamları iki türlüdür diyor; Birincisi çizilmiş bir paradigma dediğimiz. sana veri olarak verilmiş bir çerçevenin içinde, bunu tanışmadan hareket eden, yani sanayi döneminin Newton fiziğinin içinde yatay bir yenilik bulma peşinde koşanlar. Bu türe, memur bilim adamları diyor.. Yanı mesela, bir apartman katında oturuyoruz ama hiç sorgulamıyoruz bunu, mevcut paradigmayı sorgulamadan tasarlanmış, biz de onu kabul etmiş, içinde oturuyoruz. Bir de devrimci tur bilim adamları vardır; onlar paradigmanın kendisini sorgular ve o paradigma değişimlerinde esas rolü oynarlar. Kepler böyle mesela Kepler Ortaçağdan çıkışın, modern bilimin kurucusudur. Neden? Çünkü yeryüzünün Tanrı’ya ait olduğu yönündeki kilise algısını yıkmıştır. Yeni bir paradigma yaratmıştır. Algıyı, veriyi değiştirenler memur bilim adamlarına göre yeni bir perspektifle farklılık yaratan bilim adamlarıdır, işte bu tür bilim adamlarıyla sanatın, sanatçının arasında çok büyük bir fark yok. Yani bilim adamlarını da kendi aralarında ayırmak lazım. Mevcudu sorgulamadan içinde yürüyenlerle, mevcudu sorgulayan, değiştiren, dönüştüren, yenileştiren, paradigmayı sorgulayarak yeni bir ufuk açan bilim adamları. Aslında sanatta da aynı şey söz konusu Yani verili olan içinde gidenle verili olana isyan eden, yıkan sanatçılar Perspektifi yıkan bir Picasso ile Kepler bence aynı soydan geliyor, sonuçta insanlık macerasına ait bir çabadır ikisininki de. Ama belki de sanayi devrimini oluşturan fizik herkese bir rütbe, bir görev vererek, hayatı bölerek anlama peşinde koştuğu için sanat ve bilim de bölünmüştü. Geldiğimiz noktada artık bölünmez bir hale geliyor, o düzeydeki tüm insanların düşünür olması gerektiği bir noktaya doğru gidiyoruz; parçalı bir teknisyenlikten eski Yunan bilgeliğine dönüşmeye, sistemin tümünün algılanmasına yönelik bir yeni anlayışa doğru Bütün sosyal bilimlerin temelinde fizik vardır, fiziğin kendisi değişince insanın doğaüstünde ki bilgisi de değişir. Şimdi yeni fizik anlayışı da bilinen bütün yapıları yıkıyor Bölmeli olmayan, insanları bilim adamı ve sanatçı diye ayırmayacak, hayatı anlayabilecek bir ikinci Rönesans oluşturacak bir noktaya doğru gidiyor yeryüzü Onun için de üniversitelerin bugünkü yapısı değişmek zorunda kalacak
Türkiye’de Sabancı Üniversitesi böyle yapılandı bildiğim kadarıyla. .
Şimdi, en büyük gelişme ABD’de tabii. ABD’de üniversiteyi bitirdiğin zaman meslek sahibi sayılmıyorsun, o mesleğe eğilimli sayılıyorsun sadece. Toplumların eğitim süreçleri arttıkça kurumlar da farklılaşıyor Herkesin lise, herkesin üniversite okuduğu bir toplumda işler değişiyor Herkes ilkokul mezunu ise ortaokulun başka bir anlamı vardır, ilkokul mezunu değilse başka. Amerika gibi ülkelerde üniversiteli olma oranı arttıkça üniversite öğrenimi de herkesin ilkokul mezunu olduğu bir toplum gibi …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hatıralar
- Kitap Adıİkinci Cumhuriyetin Yol Hikayesi
- Sayfa Sayısı272
- YazarMehmet Altan
- ISBN9759059569
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviHayy Kitap / 2008