Roberto Bolaño’nun tüm dünyada büyük bir ilgiyle karşılanan ve Türk okurları tarafından da heyecanla beklenen romanı
Kuzey Meksika’dan Nazi Almanyası’na, Stalin’in Moskovası’na, Drakula’nın kalesine ve denizlerin derinliklerine uzanan çarpıcı bir edebi labirent… Bolaño, ölümle yarışarak yazdığı 2666’da, kötülüğün en yalın halinin günümüz Meksika’sından bir gazete haberiyle başlayan hikâyesini anlatıyor. Hikâyenin geçtiği Santa Teresa sadece Cehennem olmakla kalmıyor, aynı zamanda da bir ayna; “sürekli işe yaramaz bir değişim içinde olan zengin ve yoksul Amerika’nın” hüzünlü bir aynası.
“Kitaplar pek çok işe yarar, sizi bazen çalışmaya bazen eğlenmeye ve bazen de yazmaya teşvik eder. Bolaño’yu okumak bana yazma konusunda ilham veriyor. Tam bir dâhi.”
Patti Smith
“Bu yılki okumalarıma çoğunlukla Roberto Bolaño hâkimdi. Bolaño, 2666’da Güney Amerika, ABD ve Avrupa geleneklerini; modernizmin vahşi gerçekçiliği ile suç romanlarını pürüzsüz bir şekilde bir araya getiriyor. Bolaño’nun romanları, yazarı modern edebiyat tarihinde önemli bir yere oturtuyor.”
Kazuo Ishiguro
“Bu doğaüstü roman tasvir edilemez; bütün ihtişamıyla yaşanması gerekir. Gelmiş geçmiş en korkunç gerçek cinayet furyasıyla, Juarez (Meksika) ve çevresinde öldürülen 400’den fazla kadınla ilgili olduğunu söylemek belki de yeterli.”
Stephen King
“Garcia Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’la yarattığı depremden kırk yıl sonra, Bolaño yeri göğü yerinden oynattı. 2666, en yalın ifadeyle, yirmi birinci yüzyılın ilk gerçek başyapıtıdır.”
The Complete Review
“Tıpkı Cervantes, Melville, Proust, Musil ve Pynchon gibi Bolaño da totaliter dünyayı romanda yeniden kuruyor.”
Neue Zürcher Zeitung
“Bolaño’nun mirası olağanüstü. Kafka, Borges ve Cortázar’ın izinden giderek anlatıların sınırlarını muğlaklaştırıyor. 2666 bunun en güzel örneği.Bir roman bundan daha heyecanlı olamaz.”
Frankfurter Rundschau
***
Yazarın Varislerinden Not
Ölümünün yakın olduğunu fark eden Roberto, 2666’nın, romanın beş bölümüne tekabül eden beş ayrı roman olarak basılması talimatını vermiş ve hangi sırayla, ne kadar süre arayla (her biri arasında bir yıl olacaktı) basılacağı ve yayıncıyla anlaşılacak ücrete dair ayrıntıları da kesin bir şekilde ifade etmişti. Roberto, ölümünden günler önce Jorge Herralde’ye aktardığı bu kararla çocuklarının geleceğini güvenceye almaya çalışıyordu.
Ölümünün ardından, eserini ve Ignacio Echevarria’nın (Roberto’nun edebi vasisi ilan ettiği dostu) notlarını okuyup inceledikten sonra, yararcı ve araçsal olmayan bir başka bir noktayı, eserin edebi değerini korumayı da dikkate aldık ve Jorge Herralde’yle 2666’yı ilk önce bir bütün olarak tek bir kitapta toplamaya karar verdik. Hastalığı en ağır aşamaya geçmemiş olsaydı kendisi de böyle yapardı kuşkusuz.
Jean-Claude Pelletier, Benno von Archimboldi’yi ilk olarak 1980 yılının Noel’inde, Alman edebiyatı eğitimi almak için gittiği Paris’te, yani daha on dokuz yaşındayken okumuştu. Bahsi geçen kitap, D’Arsonval’dı. Genç Pelletier, o zamanlar kitabın -İngiliz temalı Bahçe, Leh temalı Deri Maske ve adından da Fransızlığı anlaşılan D’Arsonval’den oluşan- bir üçlemenin parçası olduğunu fark etmemişti. Ama sadece ve sadece gençliğine bağlanabilecek bu cahillik veya dalgınlık veya bibliyografik kusur, romanın onda yarattığı hayranlığı ve merakı kesinlikle azaltmadı.
O günden itibaren (veya kitabı ilk kez okumayı bitirdiği sabahın erken saatlerinden itibaren) bir Archimboldi hayranına dönüşüp yazarın başka yapıtlarını aramaya başladı. Kolay bir iş değildi. 1980’lerde Benno von Archimboldi’nin kitaplarına ulaşmak Paris’te bile zordu. Üniversitenin Almanca bölümünde Archimboldi’yle ilgili tek bir kaynak bile yoktu. Pelletier’nin profesörleri, adamın adını duymamıştı. Aralarından biri ismin tanıdık geldiğini söylediyse de, on dakika sonra yazarı, hakkında hiçbir şey bilmediği İtalyan bir ressamla karıştırdığı ortaya çıktı. Pelletier, öfke (ve dehşet) içinde adama bakmakla yetindi.
D’Arsonval’in Hamburglu yayıncısına bir mektup yazdı ama herhangi bir yanıt alamadı. Ayrıca Paris’te bulabildiği Alman kitapçılarını araştırdı. Archimboldi ismine, Alman edebiyatı sözlüğünde ve hangi nedenle bilinmez ama Prusya edebiyatına adanmış bir Belçika dergisinde rastladı. 1981’de Alman edebiyatı bölümünden üç arkadaşıyla Bavyera’ya seyahat etti ve orada, Münih’teki Voralmstrasse’deki küçük bir kitapçıda, yazarın iki kitabını daha buldu: Mitzi’nin Hazinesi adlı ince kitap -yüz sayfadan kısaydı- ve daha önce bahsi geçen İngiliz temalı roman, Bahçe.
Bu iki romanı okuduğunda, Archimboldi konusunda haklı olduğuna bir kez daha inandı. 1983’te, yirmi iki yaşında, D’Arsonval’i çevirme yükünün altına girdi. Bunu yapmasını kimse istememişti. O zamanlar, komik isimli bir Alman yazarın çalışmalarını yayımlamakla ilgilenen Fransız yayınevleri yoktu. Pelletier kitaptan hoşlandığı ve çeviri yapmayı sevdiği için kitabı çevirmeye başladı. Ayrıca çeviriyi, Archimboldi’nin yapıtlarının incelemesini içeren bir önsözle beraber bitirme tezi olarak sunabileceğini ve -neden olmasın?- gelecekteki çalışmalarının temeli olarak kullanabileceğini düşünmüştü.
1984’te, çevirinin son taslağı tamamlandığında, aykırı yayımlar basmaktan hoşlanan bir Paris yayınevi, çeviriyi kabul edip Archimboldi’nin kitabını bastı. Başlangıçta romanın bin adetten fazla satmayacağı düşünülmüştü ama üç binlik birinci baskının ardından yayımlanan sıra dışı, olumlu, hatta coşku dolu eleştiriler, ikinci, üçüncü ve dördüncü baskılara kapıları açtı.
O zamana kadar Pelletier, Alman yazarın on beş kitabını okumuş, iki kitabını daha çevirmiş ve bütün dünya tarafından, Benno von Archimboldi konusunda Fransa’da yaşayan en büyük otorite olarak görülmeye başlamıştı.
Derken, Pelletier’nin geri dönüp baktığı ve Archimboldi’yi ilk okuduğu zamanları hatırladığı günler geldi. Genç ve yoksul halini düşündü: Hizmetçi odasında yaşıyor, yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladığı lavaboyu aynı karanlık evde yaşayan on beş kişiyle paylaşıyor, daha çok lağım çukurunu andıran, hijyenik olmaktan uzak, on beş kişilik hane halkıyla paylaştığı korkunç banyoda tuvaletini yapıyordu. Bunların bazıları, ellerinde saygın üniversite diplomalarıyla memleketlerine dönmüş veya Paris’teki daha konforlu dairelere taşınmışlardı. Bazıları hâlâ oradaydı, sayıları fazla değildi ama bitkisel hayatta yaşıyor veya yavaş yavaş mide bulantısından ölüyorlardı.
Dediğimiz gibi, o zamanlardaki hali gözünün önüne geldi: Kendini adamış bir mürit gibi tek bir ampulün zayıf ışığında iki büklüm Almanca sözlüğe doğru eğilmiş, saf iradeden oluşmuş bir genç; bir gram dahi yağ içermeyen, kas, kemik ve et yığını; yaptığı işe aşırı düşkün ve başarılı olmaya kararlı. Başkentteki öğrenciler düşünüldüğünde oldukça olağan görünen bu manzara onda uyuşturucu etkisi yarattı: Gözlerinden yaşlar akmasına yol açan (19. yüzyılda yaşamış duygusal Hollandalı şairin çok güzel tarif ettiği) duygu seline kapıları aralayan bir uyuşturucuydu bu ve başlangıçta kendine acımayı andıran başka bir duyguyu da beraberinde getirdi (Kendine acıma değilse neydi o zaman? Öfke mi? Gayet mümkün.) ve bahsi geçen ruh hali okuduğu kelimeleri değil ama gençlik dediği o çıraklık döneminin acı verici manzaralarını zihninde defalarca döndürmesiyle sonuçlanan uykusuz bir gece geçirmesine neden oldu. O anlamsız uzun gecenin ardından, ister istemez iki sonuca ulaştı: Birincisi, hayatının o bölümü sona ermişti; ikincisi, önünde parlak bir kariyer uzanıyordu. Bu kariyerin parıltısını kaybetmemesi için tek yapması gereken, gençliğini geçirdiği o ufacık odayı ve o zamanki hevesini asla unutmamaktı. Bunu başarmanın zor olacağı bir an bile aklına gelmedi.
Jean-Claude Pelletier 1961’de doğdu ve 1986 yılına gelindiğinde çoktan Paris’te Alman dili ve edebiyatı profesörü olmuştu. Piero Morini ise 1956’da Napoli yakınlarındaki bir kasabada doğdu ve her ne kadar Benno von Archimboldi’yi ilk olarak 1976 yılında, yani Pelletier’den dört yıl önce, okumuş olsa da, Alman yazarın Bifurcaria Bifurcata isimli kitabını çevirmesi 1988’i buldu. Bu kitap ilk çevirisiydi ve önemli bir başarı elde etmeden İtalyan kitapçıların raflarından geçip gitti.
Archimboldi’nin İtalya’daki konumunun, Fransa’daki konumundan tamamen farklı olduğunu söylemek gerek. Öncelikle, yazarın ilk çevirmeni Morini değildi. Zaten Morini’nin eline geçen ilk Archimboldi romanı, Deri Maske’nin 1969 yılında Colossimo tarafından Einaudi Yayımları için yapılan çevirisiydi. İtalya’da Deri Maske’nin ardından 1971 yılında Avrupa’nın Nehirleri, 1973 yılında Miras ve 1975 yılında Demiryollarının Mükemmelliği yayımlandı; daha önceki tarihlerdeyse, kesin konuşmak gerekirse 1964’te, Roma’daki bir yayınevi yazarın, çoğu savaş hikâyelerinden oluşan öykü kitabı Berlin Yeraltı Dünyası’nı yayımlamıştı. Yani Archimboldi’nin, İtalya’da hiç bilinmeyen biri olmadığını söylemek mümkündü. Ama bilinen bir isim olması başarılı olduğu veya herhangi bir başarı elde ettiği ve hatta en ufak bir başarı elde ettiği anlamına gelmiyordu. Aslına bakarsanız, Archimboldi tam bir başarısızlık örneğiydi; kitapları, kitapçıların arka raflarında tozlanmaya veya yayınevlerinin depolarında çürümeye bırakılan bir yazardı.
Archimboldi’nin yapıtlarının İtalyanların ilgisini çekmemesine aldırmayan Morini, Bifurcaria Bifurcata’yı çevirdikten sonra Milano ve Palermo’daki gazeteler için iki Archimboldi incelemesi yazdı. Biri Demiryollarının Mükemmelliği yapıtında kaderin oynadığı rol üzerineydi, diğerindeyse ilk bakışta erotik bir romanmış gibi görünen Letea’daki suçluluk duygusu ve vicdan olgusuyla birlikte, pek çok yönden Pelletier’nin Münih’teki sahafta bulduğu Mitzi’nin Hazinesi kitabına benzeyen ve Bern Eyaletine bağlı Lützelflüh’de rahiplik yapan Albert Bitzius’un hayatını anlatan yüz sayfalık Bitzius’u anlatıyordu. Bitzius, Jeremiah Gotthelf takma adıyla yazdığı vaazlarla tanınırdı. Her iki makale de yayımlandı ve Morini’nin belagat sanatındaki başarısı veya Archimboldi’yi baştan çıkarıcı bir şekilde sunmaktaki becerisi bütün engelleri yıktı. 1991 yılında Piero Morini’nin ikinci çevirisi olan Aziz Thomas, İtalya’da yayımlandı. O dönemde Morini, Torino Üniversitesinde Alman Edebiyatı dersi veriyordu. Doktorlar ona MS hastalığı teşhisi koydu ve ardından onu sonsuza kadar tekerlekli sandalyeye mahkûm eden garip ve olağandışı bir kaza geçirdi.
Manuel Espinoza, Archimboldi’ye tamamen farklı bir yoldan ulaştı. Morini ve Pelletier’den genç olan Espinoza, en azından üniversitedeki hayatının ilk iki yılında, Alman edebiyatı değil İspanyol edebiyatı eğitimi aldı; bunun altında yatan, başka birçok hazin nedenin yanı sıra, yazar olma hayaliydi. (Şöyle böyle) Bildiği yegane Alman yazarlar, “üç büyükler”di: On altı yaşındayken kaderinde şair olmanın yattığına inandığı ve bulduğu bütün şiir kitaplarını okuduğu için keşfettiği Hölderlin; lisedeyken öğretmeni yarı şaka yarı ciddi Genç Werther’in Acıları’nı okumasını önerdiği için okuduğu ve kahramanıyla özdeşleştiği Goethe ve bir oyununu okuduğu Schiller. Sonraları daha modern bir yazarın çalışmalarını keşfetti: Öyle gerektiği için iyice içli dışlı olacağı Jünger. Hayran olduğu (ve içten içe nefret ettiği) bütün Madridli yazarlar, hiç durmadan Jünger’den bahsediyordu. Yani Espinozanın başlangıçta tek bir Alman yazarı iyi bildiği ve o yazarın Jünger olduğu söylenebilir, önceleri Jünger’in çalışmalarının muhteşem olduğunu düşündü. Yazarın pek çok kitabı İspanyolca’ya çevrilmiş olduğundan, Espinoza onları bulup okumakta güçlük çekmedi. Gerçi ona kalsa, kitapları daha zor bir şekilde bulmayı tercih ederdi. Bu arada tanıdıklarının çoğu, sadece Jünger hayranı olmakla kalmıyordu, aralarından bazıları yazarın çevirmeni olma lütfuna erişmişti ama Espinoza’nın buna aldırdığı söylenemezdi çünkü onun özendiği, çevirmenin değil yazarın ihtişamıydı. Aylar ve yıllar, sessiz ve zalim bir şekilde geçip gitti, zaten hep öyle olmaz mı? Espinoza, başlangıçtaki fikirlerini değiştirmesine yol açan şanssızlıklar yaşadı, örneğin Jüngerci olduğunu düşündüğü grubun zannettiği kadar Jüngerci olmadığını keşfetmesi uzun sürmedi; onlar da diğer bütün edebiyat grupları gibi rüzgâra göre yön değiştiriyorlardı. Evet, sonbaharda Jüngerciydiler ama kış geldiğinde aniden Barojacılara ve ilkbahar geldiğinde Ortegacılara dönüşmüşlerdi. Yaz geldiğinde barda buluşmayı bırakıp sokaklara döküldüler ve Camilo Jose Cela onuruna pastoral dizeler haykırdılar. Eğer bunu karnaval havasında, eğlencesine yapıyor olsalardı tam bir vatansever olan genç Espinoza haykırışları koşulsuz kabullenirdi ama tüm bunları sahte Jüngerciler kadar ciddiye alması mümkün değildi.
Daha da kötüsü, grup üyelerinin onun yazma girişimiyle ilgili düşüncelerini keşfetmesiydi. Bu fikirler o kadar olumsuzdu ki bazen -örneğin uyuyamadığı gecelerde- ciddi ciddi, diğerlerinin üstü kapalı bir şekilde onu gruptan uzaklaştırmayı deneyip denemediklerini düşündü; belki de ondan rahatsız oluyor ve bir daha yüzünü dahi görmemek istiyorlardı.
En kötüsüyse, Jüngcr’in bizzat Madrid’e gelmesi ve Jüngercilerden oluşan grubun (ustanın aniden içine doğan El Escorial’ı ziyaret etme arzusu üzerine) onun için El Escorial’a gezi düzenlemesiydi. Espinoza, geziye katılma arzusunu dile getirip kendisine verilecek herhangi bir görevi üstlenebileceğini söylediğinde ona bu şerefi vermediler; sanki Jüngerciler onun, Alman yazarın etrafında olmaya layık olmadığına karar vermişti veya onun, Espinoza’nın, naif, yersiz bir yorumla onları küçük düşürmesinden korkuyorlardı. Ona resmi bir açıklama yapmayı da ihmal etmediler (Bunun altında muhtemelen merhamet duygusu yatıyordu.), söylediklerine göre endişelenmesini gerektiren bir şey yoktu, onu çağırmamışlardı çünkü Almanca bilmiyordu ve Jünger’le pikniğe gidenlerin Almanca bilen insanlar olmasına özen gösterilmişti.
Espinoza’nın Jüngercilerle ilişiği o noktada koptu ve bu kopuş, yalnızlığının ve çoğu birbiriyle çelişkili ve gerçekleştirilmesi imkânsız bir dizi karar aldığı bir dönemin başlangıcı oldu. Bunlar rahat geceler değildi, hoş oldukları da söylenemezdi ama Espinoza hayatının o erken döneminde, ona gerçekten yardımı olacak iki şey keşfetti: Asla roman yazarı olamayacaktı ve kendi çapında da olsa, cesur biriydi.
Ayrıca huysuz ve kırgınlıklarla dolu biri olduğunu keşfetti. Vücudundan kırgınlık yayılıyordu ve yalnızlıktan, yağmurdan ve Madrid’in soğuğundan korunacağı bir sığınak sağlayacağını bilse rahatlıkla adam bile öldürebilirdi. Bu keşfi kendine saklamayı tercih etti. Asla yazar olamayacağı gerçeğine odaklandı ve yeni keşfettiği cesaretini olabildiğince hayata yansıtmayı denedi.
Üniversitede İspanyol edebiyatı eğitimi almayı sürdürdü ama aynı zamanda Alman edebiyat bölümüne kaydoldu. Geceleri en fazla dört beş saat uyuyor ve kalan zamanı masasının başında geçiriyordu. Alman edebiyatından mezun olmadan önce Werther’in müzikle ilişkisini konu alan yirmi sayfalık bir deneme yazdı, bu metin Madrid Edebiyat Dergisi ve Göttingen Üniversite Gazetesi’nde yayımlandı. Yirmi beş yaşına geldiğinde iki bölümü de bitirmişti 1990’da Benno von Archimboldi üzerine yaptığı çalışmayı bitirip ardından Alman edebiyatında yaptığı doktorayı tamamladı. Bir yıl sonra, Barcelona’daki bir yayınevi, doktora tezini satın aldı. Espinoza artık Alman edebiyatı konferanslarının ve tartışmaların vazgeçilmez isimlerinden birine dönüşmüştü. Almanca’sı mükemmel olmasa da ortalamanın çok üzerindeydi. Ayrıca İngilizce ve Fransızca da biliyordu. Morini ve Pelletier gibi iyi bir işi ve iyi bir geliri vardı, öğrencileri ve meslektaşları ona (ne kadar mümkünse o kadar) saygı duyuyordu. Hiçbir zaman Archimboldi’nin veya başka bir Alman yazarın eserlerinin tercümesini yapmadı.
Morini, Pelletier ve Espinoza’nın, Archimboldi dışında bir ortak noktaları daha vardı: Çelik gibi iradeleri. Aslında ortak bir başka noktaları daha vardı ama bu konuya daha sonra geleceğiz.
Diğer taraftan Liz Norton, insanın azimli bir kadın olarak tarif edeceği türde biri değildi; yani uzun veya orta vadeli planlar yapmaz, kendini bir amacı gerçekleştirmeye adamazdı. Hırslı insanlara atfedilen özelliklerden hiçbirine sahip değildi. Acı çektiğinde insanlar acısını açıkça görürdü ve mutlu olduğunda hissettiği mutluluk bulaşıcıydı. Kendine bir amaç belirleyip ona doğru kararlı adımlarla ilerleme becerisine sahip değildi. En azından, hiçbir amaç, ona her şeyi bırakıp peşinden gidecek kadar çekici gelmiyordu. “Bir amaca ulaşmak” ifadesi, şahsi konular söz konusu olduğunda, ona dar kafalıların düştüğü bir tuzakmış gibi görünüyordu. Kendisi “amaca ulaşmak” ifadesinin yerine “yaşamak” kelimesini koyuyor ve bazen bu kelimenin yanına “mutluluk” kelimesini iliştiriyordu. Eğer irade, William James’in dediği gibi sosyal zorunluluklarla bağlantılıysa ve bu nedenle savaşa gitmek, sigarayı bırakmaktan daha kolaysa, rahatlıkla Liz Norton’un, sigarayı bırakmayı savaşa gitmekten daha kolay bulan bir kadın olduğu söylenebilirdi.
Bu lafı ona öğrenci olduğu dönemde söylemişler ve bu ne o zaman ne de daha sonra William James okumasına yol açmamış olsa da, çok hoşuna gitmişti. Onun için kitap okumak zevkle bağlantılıydı, Morini, Espinoza ve Pelletier’nin inandığı gibi bilgiyle veya enigmalarla veya biçimle veya söz labirentleriyle değil.
Archimboldi’yi keşfi, diğerlerine kıyasla oldukça kazasız belasız ve daha az şiirseldi. 1988 yılında, yirmi yaşındayken, Berlin’de yaşadığı üç aylık dönemde, Alman bir arkadaşı ona adını bile duymadığı bir yazarın kitabını ödünç verdi. Yazarın adı, genç kadının kafasını karıştırdı. Alman bir yazarın, önünde soyluluk ifade eden ‘von’ takısının yer aldığı İtalyan bir soyadına sahip olması nasıl mümkün olabilir, diye sordu arkadaşına. Alman arkadaşının buna verecek yanıtı yoktu. Büyük ihtimalle takma isimdir, dedi genç adam. Daha da garibi, diye ekledi, Almanya’da sesli harfle biten erkek adına çok ender rastlanır. Pek çok kadın adı sesli harfle sona erebilir ama erkek adları bu şekilde bitmezdi. Bahsi geçen roman Kör Kadın’dı ve Liz Norton’un hoşuna gitti ama koşup Benno von Archimboldi’nin o güne kadar yazdığı her şeyi satın alma ihtiyacı duyacak kadar değil.
Beş ay sonra artık İngiltere’ye dönmüş olan genç kadın, Alman arkadaşının postaladığı hediyenin paketini açtı. Tahmin edilebileceği gibi, bu da başka bir Archimboldi romanıydı. Kitabı okudu, beğendi, İtalyan adlı Alman yazarın başka kitaplarını aramak için üniversite kütüphanesine gitti ve iki tane kitabını buldu: Biri Berlin’de okumuş olduğu kitap, diğeri Bitzius’tu. Bu ikincisini okumak, gerçeklikten hızla kopmasına ve dışarı çıkıp koşmasına yol açtı. Dörtgen avluya yağmur yağıyordu ve dörtgen gökyüzü bir robotun veya bizim suretimizdeki bir Tanrı’nın somurtuşu gibi görünüyordu. Yağmur damlaları parktaki çimenlerden toprağa süzülüyordu ama topraktan yukarı doğru süzülseler de bir şey fark etmezdi. Ardından düşen eğik (damlalar) yuvarlak damlalara dönüşüyor ve çimenin yere saplandığı noktada toprak tarafından yutuluyordu. Çimen ve toprak konuşuyormuş gibiydi; hayır, konuşuyor gibi değil de şeflaf örümcek ağlarını andıran anlaşılmaz kelimelerle, ancak güçlükle duyulabilen hışırtılarla tartışıyormuş gibi. Sanki Norton bahsi geçen akşam vakti çay değil de bir fincan kaynamış peyote içmişti.
Ama doğruyu söylemek gerekirse sadece çay içmişti ve buna rağmen kendini sarhoş hissediyordu, sanki bir ses, kulağına aynı
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adı2666
- Sayfa Sayısı992
- YazarRoberto Bolaño
- ÇevirmenZeynep Heyzan Ateş
- ISBN6055360634
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Otranto Şatosu ~ Horace Walpole
Otranto Şatosu
Horace Walpole
Otranto Şatosu, gotik romanın edebiyat tarihinde kabul görmüş ilk örneğidir. Gotik bir mimari ile birleşmiş labirentlerin ve klostrofobik odaların oluşturduğu bütün, Horace Walpole’ün gotik...
- Sınırdaki Okul ~ Géza Ottlik
Sınırdaki Okul
Géza Ottlik
“Otuz dört yıl boyunca en iyi dostumdu ama bunları hiçbir zaman konuşmadık. Beni de dövdüler Szeredy’yi de, hepimizi. Hepimiz sonunda itaat etmek zorunda kaldık....
- Şeytanın Çalgıları ~ Nancy Huston
Şeytanın Çalgıları
Nancy Huston
Nancy Huston, kendisine Goncourt des lycéens Ödülü’nü kazandıran Şeytanın Çalgıları’nda, iki farklı tarih, iki farklı coğrafya, apayrı iki kültür ve bambaşka kadınlık halleri üzerinden, aradan...