İki yıl, sekiz ay ve yirmi sekiz gece. Parmak hesabı yaptığımızda bin bir gece. Çağımızın en usta anlatıcılarından Salman Rushdie, Şehrazad’ın masallarından aldığı motiflerle okurlarını bir masal âlemine götürürken, aslında günümüzün gerçeklerini aktarıyor. Yazarın babası, İbn Rüşd’e olan sevgisinden dolayı Rushdie soyadını almış; şimdi de kendisi İbn Rüşd’ü romanın başkahramanlarından biri yaparak o saygıyı sürdürüyor. Kitapta açıkça belirtilmese de roman 11 Eylül terör olaylarından yola çıkıyor ve o güne çeşitli göndermeler yapıyor. “Geçmişimize dair bir hikâye bu, o kadar uzun zaman önceden kalma ki bazen buna tarih mi desek, mitoloji mi, bilmiyoruz. Bazılarımız peri masalı diyor. Ama şu konuda hemfikiriz: Geçmişe dair bir hikâye anlatmak, bugüne dair bir hikâye anlatmak demektir. Bir fanteziyi, hayalî bir hikâyeyi anlatmak, gerçekler hakkında bir hikâye anlatmanın da yoludur. Bu doğru olmasaydı hikâye anlatmak anlamsız olurdu ve bizler gündelik hayatlarımızda anlamsızlıktan mümkün olduğunca kaçmaya çalışırız. Tarihimizi araştırır ve yeniden anlatırken kendimize sorduğumuz soru şudur: Oradan buraya nasıl geldik?”
“Masallarda ‘mümin’ yoktur.
Masalların teolojisi, dogmalar bütünü, ritüeli, yerleşik
kuralları, belli davranış kalıbı beklentileri yoktur.
Dünyanın kestirilemezliğini ve değişkenliğini anlatırlar.”
GEORGE SZIRTES
“Yazmam gereken kitabı, benden beklenen romanı
yazmak yerine, bizzat okumak istediğim kitabı yarattım
– başka bir çağ ve başka bir ülkeden, bilinmeyen bir
yazarın çatı arasında bulunmuş kitabını.”
ITALO CALVINO
“Şafağın sökmeye başladığını görünce ihtiyatla sustu.”
Binbir Gece Masalları
İbn Rüşd’ün Çocukları
Dumansız ateşten yaratılan cinlerin gerçek doğası hakkında yazılanlar çok, ama bilinenler az. İyi mi yoksa kötü mü, şeytani mi yoksa iyicil mi oldukları hep tartışıldı. Fakat belli özelliklere sahip oldukları genelde kabul görüyor: Değişken, kaprisli, serkeş yaratıklar bunlar; hızla hareket edebiliyor, boyut ve biçim değiştirebiliyor, isterlerse ya da mecbur kalırlarsa ölümlü kadınlar ve erkeklerin dileklerini yerine getirebiliyorlar; zaman algıları da insanlarınkinden tamamen farklı. Onları meleklerle karıştırmamalı, gerçi bazı eski hikâyelerde düşmüş meleklerden biri olan şeytanın, namı diğer şafağın oğlu Lucifer’ın en büyük cin olduğu anlatılıyor ama olsun. Nerede ikamet ettikleri de uzun süre tartışma konusuydu. Bazı eski hikâyeler, cinlerin burada, biz insanlar arasında, “alt dünya” denen yerde yaşadığını, viranelerde ve başka gayri sıhhi yerlerde –çöplüklerde, mezarlıklarda, evlerin dışındaki tuvaletlerde, lağımlarda ve tercihen gübreliklerde– barındığını anlatarak onları kötüler. Bu karalayıcı anlatılara göre cinlerle temas ettikten sonra iyice yıkanmak gerekir. Pis kokar, hastalık taşırlar. Fakat en seçkin âlimler bugün doğru olduğunu bildiğimiz bir gerçeği uzun zaman önce ortaya koymuşlardır: Cinler, bizimkinden bir örtüyle ayrılan kendi dünyalarında yaşarlar ve adına bazen Peristan veya Periler Âlemi denen bu üst dünya çok büyüktür. Nasıl bir yer olduğuna gelince, bunu biz bilemeyiz.
Cinlerin insan olmadığını söylemeye bile gerek yok belki, ama insanlarla bu fantastik muadilleri arasında bazı benzerlikler olduğu biliniyor. Örneğin inanç konusu – cinler arasında dünya üzerindeki her türlü inanç sisteminin takipçisi bulunuyor, fakat aralarında inançsızlar da var; insanlar onları nasıl tuhaf buluyorsa onlar da tanrı ve melek kavramlarını aynı şekilde tuhaf buluyorlar. Cinlerin çoğu ahlak kurallarına riayet etmese de, bu güçlü varlıkların en azından bir bölümü iyiyle kötü, doğruyla yanlış arasındaki farkı biliyor.
Bazı cinler uçar, bazıları yılan gibi yerde sürünür ya da dev bir köpek şeklini alır; havlayarak, sivri dişlerini göstererek koşar. Denizde veya bazen havada ejder suretine girerler. Bazı düşük seviyeli cinler dünyada farklı biçimlere bürünebilir, ama bu hali uzun süre koruyamazlar. Bu amorf yaratıklar kimi zaman kulak, burun ve gözlerinden girerek insanların bedenlerini bir süreliğine işgal eder, kullanıp atarlar. Bedenini işgal ettikleri insanlar ne yazık ki fazla yaşamaz.
Cinniye denen dişi cinler daha da gizemli, daha güç algılanan, ateşsiz dumandan yapılmış gölge kadınlardır. Vahşi cinniyeler, aşk cinniyeleri vardır, ama bu iki farklı türün aslında birbirinin aynı olması da mümkündür çünkü neticede vahşi bir ruh aşkla yatışabilir ya da sevgi dolu bir yaratık kötü muamele gördüğü için ölümlülerin kavrayışının ötesinde vahşileşebilir.
Bizimkisi bir cinniyenin, cinlerin büyük sultanlarından birinin ve onun soyundan gelenlerin öyküsü; yıldırımlara hükmettiği için Şimşek Prenses adıyla bilinen bu dişi cin, çok zaman önce, bizim deyişimizle on ikinci yüzyılda ölümlü bir erkeğe âşık olmuş, bir zaman sonra kendi diyarına dönmüş, sonra yeniden dünyaya gelip en azından bir an için yeniden âşık olduktan sonra bu kez bir savaşa katılmıştı. Aynı zamanda ahlak kurallarını takmayan pek çok başka erkek ve dişi, uçan ve sürünen, iyi ve kötü cinin öyküsüdür anlatacağımız; bir de büyük bir kriz döneminin, tuhaflık zamanı dediğimiz çivisi çıkmış dönemin öyküsü – o dönem ki tam tamına iki yıl, sekiz ay ve yirmi sekiz gece sürmüştü, yani bin ve bir gece. Evet, üzerinden bin yıl geçti ama olanlar hepimizi sonsuza dek değiştirdi. İyi yönde mi yoksa kötü yönde mi değiştiğimize bırakalım gelecek nesiller karar versin.
Bir zamanlar İşbiliye kadısı olan, sonradan memleketi Kurtuba’da Halife Ebu Yusuf Yakub’un kişisel hekimliğini yapan büyük düşünür İbn Rüşd, Arap İspanya’sına veba gibi yayılmakta olan ve güçleri giderek artan Berberi fanatiklere kabul edilmez gelen özgürlükçü düşünceleri yüzünden kötülenerek gözden düşünce, 1195 yılında memleketi Kurtuba yakınlarındaki küçük bir köyde mecburi ikamete tabi tutulmuştu. Lucena denen bu Yahudi köyündeki Yahudiler el-Endülüs’ün önceki hâkimi Murabıtlar Hanedanı döneminde zorla Müslüman yapıldıklarından beri Yahudi olduklarını söyleyemiyorlardı. Felsefesini geliştirmesine izin verilmeyen bir felsefeci olan, yazıları yasaklanan ve kitapları yakılan İbn Rüşd, Yahudi olduklarını söylemelerine izin verilmeyen Yahudiler arasında evindeymiş gibi rahat etti. Ülkenin o dönemki hâkimi Muvahhidler Hanedanı’ydı ve İbn Rüşd halifenin gözdelerinden biriydi, ama gözdelerin modası geçer ve Ebu Yusuf Yakub da fanatiklerin etkisinde kalarak büyük şarih İbn Rüşd’ün saraydan ve şehirden sürülmesine göz yummuştu.
Düşüncelerini söyleyemeyen düşünür, Lucena’nın dar, çıplak bir sokağında, küçük pencereli, mütevazı ve karanlık bir evde ışıktan yoksun yaşıyordu. Köyde hekimlik yapmayı sürdürüyor, halifenin eski özel hekimi olduğundan hasta bulmakta sıkıntı çekmiyordu; ayrıca az miktarda birikimini küçük çapta at ticaretiyle değerlendirmişti ve tinaja denen büyük kil çömleklerin yapımına da finansman sağlıyordu; artık Yahudi olmayan Yahudiler bu çömleklere zeytinyağı ve şarap doldurup satıyorlardı. Köye sürgün edilişinin üzerinden çok geçmeden, bir gün, belki on altı yaz görmüş bir kız çıkageldi ve kapısını çalmadan, İbn Rüşd’ün düşüncelerini bölmeden sabırla ve tatlı tatlı gülümseyerek sokakta durdu, düşünürün onu görüp içeri davet etmesini beklemeye başladı. İbn Rüşd’e kısa süre önce yetim kaldığını, hiçbir geliri olmadığını ama genelevde çalışmak istemediğini, adının Dunia olduğunu söyledi. Dunia Yahudi adına benzemiyordu, ama kızın Yahudi adını telaffuz etmesine izin yoktu ve okuma yazma bilmediği için yazamıyordu da. Yunanca “dünya” anlamına gelen Dunia adını ona bir yolcunun önerdiğini, dünyanın adını taşıma fikrinden hoşlandığı için bu adı hemen benimsediğini anlattı. Aristoteles çevirmeni İbn Rüşd ona karşı çıkmadı, çünkü adının yalnızca Yunancada değil pek çok farklı dilde “dünya” anlamına geldiğini bilmesine rağmen kıza bilgiçlik taslamayı gereksiz buluyordu. “Neden dünyanın adını aldın?” diye sorunca kız, İbn Rüşd’ün gözlerinin içine bakarak cevap verdi: “Çünkü benden bir dünya doğacak ve benden doğanlar dünyanın dört bir yanına yayılacak.”
Mantık adamı olduğundan kızın doğaüstü bir yaratık, kadın cinler kavmi cinniyeler arasından bir cinniye olduğunu tahmin edemedi, oysa karşısındaki kız insan türünün erkeklerine, özellikle de parlak zekâlı olanlara duyduğu ilginin peşinde dünyevi bir maceraya atılmış olan büyük cin prenseslerinden biriydi. Onu kâhyası ve âşığı olarak kabul edip evine aldı, gecenin örtüsü altında kız “gerçek” –yani sahte– Yahudi adını İbn Rüşd’e fısıldadı, bu onların sırrı oldu. Cinniye Dunia, kehanetindeki kadar doğurgan çıktı. Sonraki iki yıl, sekiz ay, yirmi sekiz gece boyunca üç kez hamile kaldı, kesin olmayan kayıtlara göre her seferinde en az yedi, bir seferinde de anlaşılan on bir, hatta on dokuz çocuk doğurdu. Çocukların hepsi Dunia’nın en belirgin özelliğini taşıyordu; hiçbirinin kulakmemesi yoktu.
İbn Rüşd okült gizemlere hâkim biri olsa çocuklarının insan olmayan bir anadan doğduğunu o vakit anlardı, ama kendi düşünceleriyle öyle meşguldü ki bu gerçeği göremedi. (Bize öyle geliyor ki Dunia’nın onun parlak zekâsını sevmesi hem İbn Rüşd açısından hem tarihimiz açısından büyük şanstı, zira zekâsı olmasa Dunia’nın aşkını uyandıramayacak kadar bencil karakterliydi.) Felsefe yapamayan felsefeci, hem hazinesi hem laneti olan hüzünlü yeteneklerini çocuklarının da miras almasından korkuyordu. “Hassas, durendiş ve toksözlü olmak demek,” diyordu, “derinden hissetmek, net görmek ve serbestçe konuşmak demektir. İncinmez olduğuna inanan dünya karşısında kolay incinir olmaktır, değişmez olduğunu sanan dünyanın değişkenliğini anlamaktır, neyin yaklaştığını başkalarından önce sezmek, başkaları yoz ve boş geçmişe sıkı sıkı tutunurken barbar geleceğin şimdiki zamanın kapılarını yıkmakta olduğunu bilmektir. Şansları varsa çocuklarımız yalnızca senin kulaklarını miras alırlar, ama ne yazık ki inkâr edilemez şekilde benim de çocuklarım olduklarından erkenden çok şey duyacaklar, özellikle de düşünülmesi ve işitilmesi yasak olan şeyleri.”
Birlikte yaşadıkları ilk yıllarda Dunia yatakta ona sık sık, “Bana bir hikâye anlat,” derdi. Çok genç görünmesine rağmen, İbn Rüşd onun hem yatakta hem yatak dışında talepkâr, dediğim dedik bir kadın olduğunu çok geçmeden anladı. İbn Rüşd iriyarı bir adamdı, ama küçük bir kuşa ya da değnek çekirgesine benzeyen kızın ondan daha güçlü olduğunu sık sık hissediyordu. İhtiyarlık döneminin neşe kaynağı olan kızın talep ettiği kuvveti kendinde her an bulamıyordu. Onun yaşındaki erkeklerin bazen yatakta yapmak istediği tek şey uyumaktı, ama Dunia onun uykuya dalma çabalarını hasmane buluyordu. “Bütün gece uyumadan sevişirsen,” diyordu, “saatler boyunca öküz gibi horlayarak uyuduğundan daha fazla dinlenirsin. Bunu herkes bilir.” İbn Rüşd yaşındaki bir erkek için cinsel eyleme, özellikle de her gece hazır olmak kolay değildi, ama Dunia onun yaşlılığından kaynaklanan uyarılamama zorluğunu sevgisiz doğasının kanıtı kabul ediyordu. “Karşındaki kadını çekici buluyorsan zorluk yaşamazsın,” diyordu. “Üst üste kaç gece geçmiş olursa olsun. Ben hep azgınım, sonsuza kadar devam edebilirim, dur durak bilmem.”
Dunia’nın fiziksel ateşini anlatılarla yatıştırabileceğini fark etmek İbn Rüşd’ü biraz rahatlattı. Dunia kolunun altına kıvrılıp başını onun eline yaslayarak, “Bana bir hikâye anlat,” dediğinde, İyi bari, bu geceyi atlattım diye düşünür, çağdaşlarının şoke edici bulduğu “akıl”, “mantık” ve “bilim” gibi sözcükleri kullanarak –bunlar düşüncelerinin üç temel taşı, kitaplarının yakılmasına neden olan kavramlardı– ona yavaş yavaş zihninin hikâyesini anlatırdı. Bu sözcükler Dunia’yı korkutuyor, ama korkunca heyecanlanıyor, ona iyice sokulup, “Kafamı yalanlarınla doldururken başımı okşa,” diyordu.
İbn Rüşd içinde derin, hüzünlü bir yara taşıyordu, çünkü yenilgiye uğramış bir adamdı, hayatının en büyük savaşında ölü bir Farslıya, seksen beş yıl önce hayatını kaybeden rakibi Tus’lu Gazzali’ye yenilmişti. Gazzali yüz yıl önce Tehâfütü’l-Felâsife1 adlı bir kitap yazarak Aristoteles gibi Yunanlara, yeni-Platonculara ve onların müttefiki, İbn Rüşd’ün de büyük öncülleri İbn Sina ve Farabi’ye saldırmıştı. Bir dönem inanç krizi geçirse de, Gazzali sonradan felsefenin başına gelen en büyük felakete dönüşmüştü. Felsefeyle alay ediyor, felsefe yoluyla Tanrı’nın varlığının ispat edilemeyeceğini, hatta iki tane tanrı olmasının imkânsızlığının bile kanıtlanamayacağını söylüyordu. Felsefe neden-sonuç ilişkilerinin kaçınılmazlığına inanıyor, bu da Tanrı’nın kudretini küçültmek anlamına geliyordu; çünkü o, isterse kolayca müdahale edip nedenleri değiştirebilir, sonuçları etkisiz hale getirebilirdi.
Gecenin sessizliğine gömülüp yasak şeylerden konuşabilir hale geldiklerinde, “Yanan bir çubuğu bir pamuk topuna yaklaştırırsak ne olur?” diye sordu İbn Rüşd, Dunia’ya.
“Pamuk alev alır tabii,” dedi Dunia.
“Neden alev alır peki?”
“Çünkü öyle olur,” dedi Dunia, “alevler pamuğu yalar ve pamuk aleve dönüşür, böyledir işte.”
“Doğanın kanunu bu,” dedi İbn Rüşd, “nedenlerin sonuçları vardır.” Dunia, onun okşayan elinin altındaki başını salladı.
“O buna karşı çıkıyordu,” dedi İbn Rüşd. Dunia, düşmanı Gazzali’yi, onu mağlup eden adamı kastettiğini anladı. “Pamuğun alev almasının nedeni Tanrı’nın öyle istemesidir, diyordu çünkü Tanrı’nın evreninde tek yasa Tanrı’nın iradesidir.”
“Yani Tanrı pamuğun alevi söndürmesini istese, alevin pamuğa dönüşmesini arzu etse öyle mi olurdu?”
“Evet,” dedi İbn Rüşd. “Gazzali’nin kitabına göre Tanrı bunu yapabilirdi.”
Dunia bir an düşündü. “Ama bu aptalca,” dedi sonunda. Kaderine boyun eğen bir gülümseyişin, hem kinizm hem acı barındıran bir gülümseyişin İbn Rüşd’ün sakallı yüzüne kıvrılarak yayıldığını karanlıkta bile hissedebiliyordu. “Gerçek imanın bu olduğunu söylerdi o,” dedi İbn Rüşd. “Karşı çıkmanın da… tutarsızlık olduğunu.”
“Yani Tanrı istiyorsa her şey olur, öyle mi?” dedi Dunia. “Bir adamın ayakları yerden kesilebilir örneğin – havada yürümeye başlayabilir birden.”
“Bir mucize,” dedi İbn Rüşd, “Tanrı’nın oynamayı tercih ettiği oyunun kuralları değiştirmesinden ibarettir ve mucizeyi anlamıyorsan nedeni sonuçta Tanrı’nın kelimelerle ifade edilemez, yani kavrayışımızın ötesinde oluşudur.”
Dunia sessizce düşündü. “Farzımuhal,” dedi en sonunda, “Tanrı’nın var olmayabileceğini farz ettim diyelim. Farzımuhal, bana ‘akıl’, ‘mantık’ ve ‘bilim’in Tanrı’yı gereksiz kılan bir büyüye sahip olduğunu farz ettirdin. Böyle bir şeyi farz etmenin mümkün olduğunu farz etmek mümkün mü?” İbn Rüşd’ün bedeninin kasıldığını hissetti. Şimdi asıl o, Dunia’nın sözcüklerinden korkuyordu ve bunu fark etmek Dunia’yı tuhaf bir şekilde memnun ediyordu. “Hayır,” dedi İbn Rüşd, sert bir sesle. “Gerçekten aptalca bir faraziye olurdu bu.”
Kendi kitabı Tehâfütü’l Tehafüt’ü1 yazarak Gazzali’ye yüz yıl ve binlerce kilometre öteden cevap vermişti, ama kitabının çarpıcı adına rağmen ölü İranlının etkisi hiç azalmamış, sonunda gözden düşen, kitabı yakılan İbn Rüşd olmuştu; Tanrı o anda ateş öyle yapsın istiyor diye alevler kitabının sayfalarını yutmuştu. Bütün yazılarında “akıl”, “mantık” ve “bilim” sözcüklerini “Tanrı,” “inanç” ve “Kuran” sözcükleriyle uzlaştırmaya çalışmış, ama başaramamıştı. Oysa inayet delilini ustalıkla kullanmış, insanlığa bahşettiği dünyevi zevkler bahçesinin Tanrı’nın varlığını kanıtladığını Kuran’dan alıntılarla göstermeye çalışmıştı: Taneler, bitkiler, sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye yağmur yüklü yoğun bulutlardan şarıl şarıl yağmur yağdırdık. Amatör ve hevesli bir bahçıvan olan İbn Rüşd’e göre inayet delili hem tanrının varlığını hem de onun temeldeki iyiliksever, hoşgörülü doğasını kanıtlıyordu fakat daha sert bir tanrının yandaşları galip gelmişti sonunda. Şimdi geneleve düşmekten kurtardığı, dinden döndürülmüş bir Yahudiyle yatıyor, en azından öyle olduğuna inanıyordu ve bu kız onun rüyalarını görebiliyordu. Rüyalarında uzlaşmaz düşüncelerin diliyle, samimiyet diliyle Gazzali’yle sonuna kadar tartışıyordu, oysa bunu gerçek hayatta yapacak olsa kendini cellatın önünde bulurdu.
Dunia karnına dolan çocukları küçük eve boşalttıkça, İbn Rüşd’ün aforoz edilmiş “yalanlarına” evde giderek daha az yer kaldı. Mahremiyet anları giderek seyrekleşti, para sıkıntısı çekmeye başladılar. “Gerçek bir erkek eylemlerinin sonuçlarıyla yüzleşir,” dedi Dunia ona, “özellikle de neden-sonuç ilişkisine inanıyorsa.” Fakat para kazanmak İbn Rüşd’ün becerilerinden biri olmamıştı hiç. At ticareti tehlikeliydi, insafsız adamların elindeydi ve kârı azdı. Tinaja pazarında rakipleri çoktu ve fiyatlar düşüktü. “Hastalarından daha fazla para iste,” diye öğütledi Dunia ona, öfkeyle. “Lekelenmiş de olsa eski itibarını nakde çevirmelisin. Başka neyin var ki? Bebek yapan bir canavar olmak yeterli değil. Bebek yaparsın, bebekler doğar ve beslenmeleri gerekir. ‘Mantık’ budur. ‘Akıl’ budur.” Hangi sözcükleri ona karşı kullanacağını biliyordu. “Gerekeni yapmamak,” diye haykırıyordu zaferle, “tutarsızlıktır.”
(Altın ve mücevher gibi parıltılı şeyleri pek seven cinler, zulalarını genelde yeraltı mağaralarına gizlerler. Cinniyeler prensesi neden hazine dolu bir mağaranın önünde Açıl diye haykırıp bütün mali sorunlarını tek…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece
- Sayfa Sayısı320
- YazarSalman Rushdie
- ÇevirmenBegüm Kovulmaz
- ISBN9789750733611
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Genç Sherlock Holmes – Mavi Buz ~ Andrew Lane
Genç Sherlock Holmes – Mavi Buz
Andrew Lane
Dünyanın sayılı Sherlock Holmes kitapları koleksiyonerleri arasında yer alan İngiliz yazar Andrew Lane, Arthur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes karakterini genç nesillere tanıtıyor. “Genç Sherlock...
- Aramızda ~ Marianne Musgrove
Aramızda
Marianne Musgrove
“Ben, Mackenzie Elizabeth Carew. Bu gece olanlar hakkında kimseye tek bir söz dahi etmeyeceğime yemin ederim.” Mackenzie Elizabeth Carew, kız kardeşi Tahlia’ya bir söz...
- Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın ~ Virginie Grimaldi
Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın
Virginie Grimaldi
Bazen en ummadığın yerde ve kişide bulursun aradığını… “Başımı Marc’ın karnına yaslamıştım ve birlikte Game of Thrones’u izliyorduk. Keyfimize diyecek yoktu. Telefonum çalmaya başlayınca...