Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İhtişam
İhtişam

İhtişam

Vladimir Nabokov

“Yıldızlı evrenin trapezlerinde uçaninsan düşüncesi, altında uzanan matematikle birlikte, ağla çalışan ama birdenbire ağın aslında orada olmadığını fark eden bir akrobata benzer – Martin…

“Yıldızlı evrenin trapezlerinde uçaninsan düşüncesi, altında uzanan matematikle birlikte, ağla çalışan ama birdenbire ağın aslında orada olmadığını fark eden bir akrobata benzer – Martin bu baş dönmesine kadar giden, yeni bir hesapla korkusunu aşanları kıskanıyordu.”

“İhtişam, döneminin genç Avrupalı yazınının en iyi örneklerinde mevcut olan sivri dilli ama bir o kadar da kayıtsız mesafeliliğe sahip.”
V.S. PRITCHETT

“Kadehimizi Nabokov’a kaldıralım! İhtişam isminin hakkını veriyor. Dili müzik gibi ahenkli, en güzel sahneler adeta bir şampanyanın mantarının patlaması gibi.”
KIRKUS REVIEWS

I
I Martin’in dedesi Edelweiss, bu gülünç bir şey olsa da, İsviçreliydi – heybetli bıyıkları olan, altmışlı yıllarda Petersburglu toprak sahibi İndrikov’un çocuklarını eğitmiş ve onun en küçük kızıyla evlenmiş, uzun boylu bir İsviçreli. Martin eskiden nebatatın gözdesi olan ipek beyazı alp çiçeğine dedesinin onuruna isim verildiğini sanıyordu. Daha sonra da bu fikirden kurtulamadı. Dedesini çok iyi hatırlıyordu, ama sadece tek bir görüntüyle, tek bir haliyle: Baştan aşağı beyazlar giymiş bir ihtiyar, şişman, ak bıyıklı, Panama şapkası takmış, pike yelek giymiş, saat zincirinde mücevherler (en eğlenceli olanı da hançerli bir kılıçtı), evin önündeki bankta, ıhlamur ağacının hareketli gölgesinde oturuyor. Bu bankta ölmüştü dedesi, açık kapağı altın bir aynaya benzeyen sevgili altın saatini avcunda tutarken. Felç onu bu vakitli jest sırasında yakalamıştı ve bir aile efsanesine göre, saat onun kalbiyle birlikte durmuştu. Daha sonra Edelweiss dede yıllarca ağır deri bir albümde saklandı; onun zamanında zevkle, poz verdirerek çektirirlerdi fotoğrafları. Gülünç bir operasyon değildi bu, hastanın uzun süre kıpırtısız kalması lazımdı – daha da gelmemişti, şipşak fotoğrafla gelecek olan gülümseme ruhsatı. İlk fotoğraf baskılarının karmaşıklığı cesur dedelerin soluk, ama çok kaliteli fotoğraflardaki pozunun ağırlığını ve sağlamlığını açıklıyordu: dede gençliğinde, elinde tüfekle, ayaklarının dibinde öldürülmüş bir çullukla, dede kısrağı Daisy’nin üstünde, dede verandadaki çubuklu bankta, uysalca oturmak istemeyen, bu yüzden de üç tane kuyrukla çıkan dachshuna. Ve ancak 1918 yılında dede Edelweiss kesin olarak kayboldu, çünkü albüm yandı, albümün durduğu masa yandı, aptallıktan mobilyalardan kâr elde etmeyi bile düşünemeyen komşu köyün köylüleri gelip bütün çiftliği yakmıştı.

Martin’ın babasıysa dermatologdu, ünlü biriydi. O da dede gibi beyaz ciltli ve şişkoydu, boş zamanlarında kayabalığı avlamayı severdi ve enfes bir hançer, kılıç, ayrıca uzun pistolet koleksiyonu vardı, ki bunlar yüzünden çok daha modern silahları kullanan kişiler onu az kalsın kurşuna dizdiriyordu. 1918 yılının baharında ağırlaştı, şişti, nefessiz kaldı ve 10 Mart civarında bulanık birtakım koşullarda öldü. Karısı Sofya o sırada oğluyla Yalta yakınlarında yaşıyordu: küçük şehir o sırada bir o rejimi, sonra bir başka rejimi deniyor ve bir türlü karar veremiyordu.

Pembe yanaklı, çilli, cıvıl cıvıl bir kadındı, açık renk saçları kafasında toplanmıştı, kalkık kaşları burun köprüsüne doğru kalın, şakaklarına doğru belli belirsizdi ve zarif kulaklarının (daha önce küpeler taktığı) gevşemiş memelerinde küçük yarıklar vardı. Kuzeydeki kır evlerinin bahçesinde, seksenli yıllardan beri var olan sahada daha yakın bir zamana kadar tenis oynardı. Sonbaharda da siyah bir Enfield marka bisikletle patikalarda, kuru yapraklardan oluşan halıları hışırdata hışırdata gezerdi. Ya da çocukluğundan beri sevdiği Olhov ile Voskresenski arasındaki o uzun yolun engebeli sırtında, sedef topuzlu bastonunun ucunu gedikli bir yürüyüşçü gibi indirip kaldırarak yürürdü. Petersburg’da Anglomanisiyle ünlüydü ve bu ünü severdi, boy scout yani izcilerden, Kipling’den şevkle bahsederdi ve sık sık uğradığı Drew’s English Shop dükkânlarında kesinlikle özel bir huzur bulurdu; orada, daha merdivenlerdeyken, büyük reklamın (bir çocuğun başını sabunlayan bir kadının) önünde, sizi büyüleyici bir sabun ve lavanta kokusu, lastik küvetleri, futbol toplarını ve yuvarlak, ağır, sıkıca sarılmış Noel pudinglerini hatırlatan başka bir şeylerle karışarak karşılardı sizi. Ve tabii, Martin’in ilk kitapları İngilizceydi: Sofya Dimitriyevna, veba gibi korkardı Zaduşevnoye Slovo (İçtenlikli Söz) adlı çocuk dergisinden ve oğluna Madam Çarski’nin yüksek unvan sahibi esmer kadın kahramanlarına karşı öyle bir tiksinti aşılamıştı ki daha sonra Martin kadınların yazdığı her kitaptan korktu, bu kitapların en iyisinde bile orta yaşlı ve belki de tombul bir hanımın çekici bir isim kisvesine büründüğünü ve kedi gibi divanda yuvarlandığını bilinçsizce hissetti. Sofya sevimlileştirerek konuşmalara katlanamıyordu, onların kullanılmaması için özen gösteriyordu ve kocası “Yavrucağın yine öksürükçüğü tuttu, bir bakalım, temperaturka’sı çıkmış mı diye” dediği zaman öfkeleniyordu. Fakat Rus çocuk edebiyatı hem bebeksi sözcüklerle dolup taşmıştı, hem de diğer, terbiye veren sözcükler hop oturup kalkıyordu.

Martin’in dedesinin soyadı dağlarda çiçek açtıysa, ninesinin gençkızlık soyadının büyülü kökeni Volkov (kurt), Kunitsin (sansar), Belkin’lerden (sincap) ayrılarak, Rus masal faunasında yerini almıştı. Bir zamanlar yabani hayvanlar avlanırdı bizim topraklarımızda. Ama Sofya, Rus masalını kaba, kötücül ve sakat bulurdu, Rus şarkısını anlamsız, Rus bilmecesini budalaca bulurdu. Puşkin’in dadısına pek inanmazdı, şairin onu hikâyeleri, tığları ve hüznüyle birlikte kendisinin uydurduğuna inanırdı. Böylece, Martin daha çocukluğunda, daha sonra belleğin kendine has renkli dalgasından geçerek onun hayatına bir cazibe daha ekleyecek olan şeyden habersizdi. Ama cazibeden bol bir şey yoktu, üstelik çocukken hayal dünyasına giren şövalye Ruslan değil, Ruslan’ın batılı kardeşi oldu diye üzülmesi gerekmiyordu. Hiç fark eder miydi ruha dokununca sallayan zarif temasın nereden geldiği, o bir kere değdikten sonra asla hareket durmayacaktı!

II

Küçük, dar, yanlarında beyaz ipten parmaklıklar ve başucunda bir ikona olan (kaba bir parça folyoya sarılmış cilalı-esmer bir aziz, alttan görünen al renkli pelüşü ya güveler yemiş, ya Martin) beşiğin hemen üstünde, aydınlık duvarda suluboya bir tablo asılıydı: sık bir orman ve onun içlerine uzanan dolambaçlı bir patika. Annesinin onunla birlikte okuduğu İngilizce kitaplardan birinde (ama ne kadar yavaş ve gizemli telaffuz ederdi sözcükleri, sayfanın sonuna kadar gözleriyle tarayarak gider, hafif çilli küçük beyaz elini sayfanın üzerine koyup “Sence ne oluyor sonra?” diye sorardı) yatağının tam üstünde böyle, ormana giden bir patikayı resmeden bir tablo olan ve bir gün yataktan tabloya, sonra da ormana giden patikaya üzerinde geceliğiyle tırmanmış olan çocuk hakkında bir hikâye vardı. Annesinin duvardaki akrilik tabloyla kitaptaki resim arasındaki benzerliği fark edeceğini düşünmek Martin’i endişelendirirdi; onun hesabına göre annesi ürkecek, gece yolculuğuna tabloyu alıp kaldırarak son verecekti. Bu yüzden de her seferinde, ne zaman uykudan önce dua edecek olsa (önce İngilizce kısa bir dua, “Şefkatli ve anlayışlı İsa, duy bu çocuğu”, sonra hışırtılı ve büyülü Slavcasında “Babamız bizim”i okurdu), hızla kelimeleri söyleyen ve yastığın üstünde dizlerinin üzerinde doğrulmaya çalışan Martin –ki annesi bunu çileci törenin kurallarına göre yanlış bulurdu– onun üzerinde yükselen baştan çıkarıcı patikayı fark etmemesi için dua ederdi. Gençliğinde o zamanı hatırlayınca, kendi kendine tam böyle mi oldu, yatağın başucundan bir gün tablonun içine daldı mı ve bu onun hayatı boyunca devam eden mutlu ve acı verici yolculuğunun başlangıcı mı oldu diye sorardı kendi kendine. Sanki toprağın soğukluğunu, ormanın yeşil alacakaranlığını, (orada burada ulu bir ağaç kökünün tümseğiyle örülü) patikanın kavislerini ve masalsı olasılıklarla dolu o tuhaf karanlık havayı hatırlar gibi olurdu.

Evlenmeden önce İndrikova soyadlı Edelweiss nine, gençlik günlerinde hevesle suluboya yapmıştı, seramik paletin üzerinde mavi boyayı sarıyla karıştırırken, ortaya çıkan yeşilde gün gelip torununun dolaşacağını öngörmüş olamazdı. Martin’in tanıdığı ve o zamandan beri çeşitli görünümleri ve karışımlarıyla, hayatı boyunca ona hep eşlik eden bu heyecan tam da annesinin onda gelişmesini istediği, oysa isim bulmakta zorlandığı bir histi; annesi sadece, Martin’i her akşam, bir zamanlar merhum dadısı, yaşlı, bilge Bayan Brook onu neyle beslediyse onunla beslemesi gerektiğini bilirdi; Bayan Brook’un oğlu Borneo’da orkide toplamış, Sahra Çölü’nün üstünde zeplinle uçmuş, bir Türk hamamında kazan patlaması sonucunda ölmüştü. Annesi okur, Martin de koltukta dizlerinin üzerine oturarak ve lambanın aydınlattığı masaya yaslanarak dinlerdi; bitirmek, onu uyumaya götürmek çok zor olurdu, annesi hep daha fazla okusun isterdi. Bazen merdivenlerden yatak odasına sırtında taşırdı annesi ve buna da “odunculuk” denirdi. Uyumadan önce teneke kutudan, mavi kağıtla kaplı bir İngiliz bisküvisi alırdı. Üstünde şekerle kaplı enfes bisküviler vardı, altında da zencefilli, Hindistan cevizli kurabiyeler; diptekilerden aldığı hüzünlü geceler üçüncü sınıf bir tatmin olmaya dönüşürdü, sıradan ve tatsız. Her şey Martin’in hoşuna gidiyordu – hem gevrek İngiliz bisküvisi, hem Arthur şövalyelerinin maceraları. Delikanlının (belki de Sir Tristram’ın bir yeğeniydi?) ışıl ışıl kabartmalı zırhını parça parça ilk kez giyip de ilk düellosuna gidişi ne tatlı bir andı! Efil efil giysiler içinde, bileğine konmuş şapkalı bir atmacayla sahilden bakan gençkızın seyrettiği o uzak, yuvarlak bir takım adalar da vardı. Sonra kırmızı yemenili, kulağına altın küpe takmış Sinbad; ve yeşil sırtlarıyla ufka kadar sudan çıkan deniz yılanı. Sonra gökkuşağının yeryüzüne değdiği noktayı bulan çocuk. Ve bütün bunların yankısı olarak, tanıdık bir imge olarak hafif bir kar fırtınası yaşanan, külotlu çorap ve pantolonların üstüne kara örgü Reithose kar pantolonları giyilen, puslu, soğuk bir günde Neva Bulvarı’nda Société des Wagons-Lits et des Grands Express Européens’in1 vitrininde uzun fenerlikahverengi bir vagonun mucizevi modeli.

III

Annesi onu kıskançlıkla, vahşice, ruhsal bir hırıltıya varacak derecede seviyordu. Kocasından boşanıp Martin’le ayrı bir eve çıktıktan sonra oğlu pazarları babasının evine gidip de orada tabanca ve hançerlerle uzun uzun oyalanır, bu arada da babası sakin sakin gazete okur ve başını hiç kaldırmadan ara sıra “evet, o dolu,” ya da “evet, o zehirli” diye yanıt verirdi. Sofya böyle durumlarda evde oturamaz, tembel kocasının bir şekilde bir şeylere kalkışıp oğlunu yanında alıkoyacağı gibi saçma fikirlerle kendine acı çektirirdi. Martin’se babasının yanında çok uslu ve terbiyeliydi, cezayı olabildiğince yumuşatmaya çalışıyormuşçasına; çünkü babasının bir yaramazlık yüzünden, kır evinde bir yaz akşamı piyanoya bir şeyler yaptığı için, kesinlikle itici, kuyruğuna basılmış gibi bir ses çıkarmasına neden olduğu için evden uzaklaştırıldığını düşünürdü; babası ertesi gün Petersburg’a gitmiş ve bir daha da dönmemişti. Bu tam da Avusturya dükü bir sarayda öldürüldüğü gün olmuştu. Martin o sarayı ve o divanı, başında tüylü şapkası, kara pelerin giymiş beş komplocuya karşı kılıç çeken dükü çok canlı bir şekilde gözlerinin önüne getirebiliyordu ve hata yaptığı anlaşılınca hayalkırıklığına uğradı. Piyano tuşlarına inen darbenin onunla ilgisi yoktu – o yan odada dişlerini köpüklü, tatlı bir lezzeti olan macunla fırçalıyordu, macunun üzerinde onu daha da çekici hale getiren şu İngilizce yazı vardı: “Diş macununun daha iyisini yapamayınca tüpünü daha iyi yaptık”. Gerçekten de deliği çapraz bir yarık gibiydi, sıkılan macun fırçaya solucan gibi değil kurdele gibi uzanıyordu.

Sofya Dimitriyevna kocasıyla yaptığı son konuşmayı, onun ölüm haberi Yalta’ya geldiği gün, tümüyle, bütün ayrıntılarıyla ve incelikleriyle hatırladı. Kocası hasır sehpanın yanında oturuyor, kısa, yaygın parmaklarının ucuna bakıyordu ve kadın da ona daha fazla dayanamayacağını, uzun zamandır birbirlerine yabancı olduklarını, yarın hemen oğlunu alıp gitmeye hazır olduğunu söylüyordu. Kocası tembelce gülümsedi ve hırıltılı, sakin bir sesle kadının ne yazık ki haklı olduğunu, kendisinin oradan gideceğini, şehirde ayrı bir ev kiralayacağını söyledi. Onun sakin sesi, huzurlu şişmanlığı, hepsinden de ötesi bütün o konuşma boyunca yumuşak tırnaklarını kesiyor olması kadını deliye çevirdi, ona bu sakinlikte, ayrılığı sakin sakin değerlendirmelerinde korkunç bir şey varmış gibi geldi, her ne kadar ateşli konuşmalar ve gözyaşları olsaydı elbette çok daha korkunç olacak…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Göz ~ Vladimir NabokovGöz

    Göz

    Vladimir Nabokov

    “O kadınla, o Matilda’yla Berlin’deki émigré varoluşumun ilk yıllarında tanıştım, iki zaman diliminin yirmili yıllarının başlarında: bu yüzyılın ve kendi berbat hayatımın…” Göz, s.11...

  2. Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı ~ Vladimir NabokovSebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı

    Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı

    Vladimir Nabokov

    “Ben Sebastian’ım ya da Sebastian ben ya da belki ikimiz ikimizin de tanımadığı bir başkasıyız.” “‘Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı’, kayboluşların, kaybedilenlerin, bir yere konulup...

  3. Arlekenlere Bak! ~ Vladimir NabokovArlekenlere Bak!

    Arlekenlere Bak!

    Vladimir Nabokov

    “Bu gezinti sırasında ya da belki daha sonralarında, ama kesinlikle aynı bölgede, aniden kopan bir fırtına o Temmuz gününün tüm ihtişamını silip süpürdü. Gömleklerimiz,...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gelin ~ Julie GarwoodGelin

    Gelin

    Julie Garwood

    Kralın emrine karşı gelmek olanaksızdı ve İskoçya’nın en güçlü toprak sahibi Alec Kincaid,İngiliz bir gelinle evlenmek zorunda kalmıştı.Baron Jamios’un en güzel kızı Jaime, Alec’in...

  2. Psykhe ve Eros ~ Luna McnamaraPsykhe ve Eros

    Psykhe ve Eros

    Luna Mcnamara

    Gelmiş geçmiş en büyük aşk hikâyesi “Psykhe ve ben… Kaderimize boyun eğmemiştik, kendi seçimlerimizin sorumluluğunu taşıyorduk. Yüzünü güneşe dönen çiçekler gibi birbirimize döndüğümüzde bir...

  3. Kaçak Robot ~ Frank Cottrell-BoyceKaçak Robot

    Kaçak Robot

    Frank Cottrell-Boyce

    Ya en iyi arkadaşın bir robot olsaydı? Benim Adım Hiç Kimse kitabından tanıdığımız bol ödüllü yazar Frank Cottrell-Boyce’un kaleme aldığı Kaçak Robot, yapay zekâ çağında robot-insan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur